HOŞ GELDİN
HOŞ GELDİN
Yağmuru bekledim günlerce, pencereme çarpsın da sese bürünsün gecelerim diye. Sustu ay ışığına özlem besleyen deniz, bir demet kuru yaprakla oradan oraya savrulan rüzgâr sustu. Arada birde olsa sakaktan geçen simitçi çocuklar sustu. Tulumbada yüzünü güne hazırladı mahallenin yaramaz çocukları öyle apar topar. Bakmayın siz onların bu aceleciliğine buz gibidir bizim kuyunun suyu cesaret ister yüz sürebilmek. Ama sabahları mutfak kepengine konan öksüz kırlangıç sustu. Misket oynadı birkaç küçük beden o dar sokakta. O geceleri yandığını sanan sokak lambasının altında. Gırgır şamata… Bak bu kaldırımlara da mutluluk uğrayabiliyormuş dercesine bir misket yuvarlandı umuda doğru usul usul. Dışarı çıktım sonra kahvenin önünden geçtim bakkala giderken. Bir selam aradı kulaklarım, bir koyu sohbet aradı yana yakıla. Belki bana öyle geliyor ama beklemeye tahammülü olmayan o çay kaşıkları da sustu. Daha önce neredeydin?
Bu sessizliğin sebebi sensin. Niye bu kadar geç kaldın gelip kalbime yerleşmek için. Bak paramparça oldum ben, bir küçük rüzgârda alabora oldum. Yönetemedim rüyalarımı, bir aşk romanında mutluluğu son anda da olsa yakalayan marangoz çırağı olamadım. Nakşedemedim mutluluğu bulduğum her tahta parçasına.
Neden daha önce uğramadın bu limana? Her şeyim hazır bekledim günlerce gelmeni. Kendimce oyunlar oynadım zaman geçirebilmek için. Taş attım denize, izmarit attım, özlemimi attım, gözyaşımı attım… Bir teyze konuk oldu ikinci evim saydığım belediye banklarından birine. Usulca oturdu yanıma. Biraz ürkek biraz mahcup… Bende yadırgadım ilkin, garipsedim bir yorgun çehre daha görünce. Cesaret edemedim laf açmaya. Kekeledim, utandım. Eşini kaybetmiş üç ay önce. Burası da ilk buluştukları yermiş zamanında. Okulu kırmış yaramazlar sonra bu iş olmaz diyen sevdiklerini kırmışlar. “Bu iş 63 yıl oldu” dedi titreyen sesiyle. “İçimizde 63 yıllık bir sevgi yarattık biz” dedi. Şimdi hem o sevgiyi içinde yaşatıyormuş hem de üç ay önce kaybettiği sevdiğini. “Yalnızlık boş bir anımızı kolluyor galiba ve bir an gelip de gardımızı düşürdüğümüzde esir düşüyoruz ona” dedim. Nasıl böyle uzun bir cümle kurabildim o an bilmiyorum ama çok emin bir havaya bürünmüştüm bunları söylerken. Bir müddet güneşin batışını izledik sessizce. Ben en çok güneşin bu yüzünü seviyorum zaten. Şimdi soğumaya başlar hava. Bir ürperti gelir yerleşir kırık bedenlerimize sonra vedalaşır ayrılırız diye düşünürken o bana baktı nem düşmüş gözleriyle. Garip bir şeydi engel olmadım, kaçıramadım bakışlarımı. Kim bilir hangi hatıralar sardı o an yaşlı gözlerini, hangi resme takılıp kaldı kim bilir. “Ben yalnız değilim” dedi ansızın. “Yalnızlık; gelecekten korkmaktır. Güneşin battığına üzülüp geceye efkâr bağlamaktır. Sanki hiç güneş doğmayacakmış gibi hayatı karanlığa sürüklemektir. Biz hep bu günün geleceğini bilerek yaşadık hayatı. Zaten önemli olanda içindeki güneşin hiçbir zaman batmadığını bilmek değilmidir?” dedi. Sonra o beklenen rüzgâr geçti artık beyazların hüküm sürdüğü saçlarımızdan. Sonra bir titreme, ürperti, samimiyet yüklü bir vedalaşma, kalpleri dudaklara sürmenin verdiği rahatlık, huzur…
Şimdi daha iyi anlıyorum. Sen ne zaman gelirsen gel benim için hep geç kalmış sayılacaktın. Dudaklarıma her dokunuşunda dünü keşkelerle hatırlayacaktım. Geldiğine sevinecektim elbet, çok sevinecektim ama sensiz geçen her değersiz gün için bir sitem yükleyecektim sözlerime. Meğer bilememişim aşkın en güzeli tüm zorluklara rağmen, tüm isyan dolu gecelere rağmen yinede kalplerde filizleneni imiş. Meğer önemli olan içindeki güneşin hiç bir zaman batmadığını bilmekmiş. Geçmişi bir kenara itip gelecekte mutluluğu aramakmış. Biraz geç kaldım bunu söylemek için ama asıl önemli olan gelen sevgiliye hoş geldin diyebilmekmiş.
Sevdiğim hoş geldin.
akin çkrn.