- 720 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
Kan kırmızı Kaldı Geriye...9...
Uzandığı yatağından, yavaşça doğrulup kalktı ayağa... Okuduğu kâğıdı bıraktı bir köşeye... Anlatamadığı, anlayamadığı titreşimlerin ruhunu sardığını, görünmez bir elin kendisini yazılanların içine çektiğini düşündü...
Uzaktan bir ses işitir gibi oldu... Sanki görünmez bir el bedenini kavrıyor, anlayamadığı bir ses o’nu kendisine doğru çağırıyor gibiydi... İçine bir korku düştü Ahmet’in... ‘İçtiğim rakıdan olmalı canım ne olacak sanki’ dedi... Gözleri ile masada duran rakı bardağına baktı... Daha bir bardak bile bitmemişti oysa... Masaya uzandı elleri... Bardağın dibinde epey beklemiş olan rakısını bir dikişte bitirdi... İçi yandı birden... Yüzleri buruş buruş oldu... Kafasını istemsiz hareketlerle salladı sağa sola... Rakı çok bekleyince acıyordu işte... Üstelik yanında meze bile yoktu... Hiç böyle içmezdi aslında...
Evinin dağınıklığına rağmen, İçmek istediği zamanlarda mutlaka güzel bir meze hazırlardı kendisine... Bu yemek onun hem gece öğünü, hem de sabah kahvaltısı yerine geçerdi çünkü... Beyaz peynir olmazsa olmazlarındandı... Yanına biraz söğüş yapar; yoğurt ya da cacık mutlaka olurdu mezelerin arasında... Mevsimine göre, bir küçük meyve tabağı da hazırlardı... Eğer vakit biraz erkense; mutlaka içmeden önce altına biraz et ya da tavuk kızartır; sağlama alırdı midesini... Bazı günler balık olunca da epey keyiflenirdi doğrusu...
Yavaş adımlarla mutfağa doğru yöneldi... Az önceki içinin acıması da geçmişti biraz... İnce uzun koridordan kim bilir kaç kez gelip geçmişti... Şaşkınlıkla baktı etrafına... Bir yabancının eviymiş gibi göründü her şey gözlerine... Evinin bu hallerini, yıllardır yeni fark ediyor gibiydi...’Bu ne ya; ev değil sanki çöplük olmuş her yer... İlk fırsatta temizleyeceğim buraları’...Sağa sola tekmeler atmaya başladı birden... Çıldırmış gibiydi... Önüne ne geliyorsa tekmeliyor, küfürler savuruyordu... ‘Sileceğim tüm bu tozları, yıkayacağım tüm hatıraları diye bağırıyordu... Nereye kadar gidecek ki bu böyle’ deyip bir yumruk atmıştı duvarın birine... Ellerinin acısı getirdi kendine... Biraz rahatlamıştı... Yaşadığı bir öfke boşalmasıydı...
Söylene söylene girdi içeriye... Buzdolabının kapısını açıp aldı şişeyi eline... Doldurdu yeniden rakısını... Bardağı avuçlarının içine alıp bir kez kokladı rakıyı, çekti anason kokusunu içine... Sanki ’Tanrı iyi şeyleri neden yasaklar ki anlayamıyorum’...der gibiydi... Hayyam’a da bir selam göndermeden olmazdı tabi... Hayyam’dan bir dörtlük mırıldana mırıldana döndü odasına...
‘’Tanrı,’cennette şarap içeceksin der;
Aynı tanrı nasıl şarabı haram eder?
Hamza bir Arab’ın devesini öldürmüş:
Şarabı yalnız ona haram etmiş peygamber.’
Odasına dönünce bir sigara daha yaktı... Kocaman bir nefes alıp üfledi; dumanın kıvrımlar halinde odanın içine dağılmasını seyretti bir süre... Sanki her şey havada askıda kalmış gibiydi... Dumanın ışıkla dansını; iki sevgilinin cilveleşmesine benzetti... Derin bir yalnızlıktı yaşadığı aslında... Bir süre orada öylece, kımıldamadan kaldı... Hatıralar gözlerinin önünden bir film şeridi gibi akıp gitmişti yine...
Gözleri kızının resmine kaydı... Masasının en güzel yerinde duran, pembe çerçeve içerisindeki kızının resmini aldı eline... Daha dün çektirmişler gibiydi... Zaman ne de çabuk akıyordu... Yüzlerinin, yanaklarının üzerinde gezdirdi ellerini usulca... Hasretini parmak uçlarıyla çekti içine... Bir öpücük kondurdu yanaklarına... Epeydir görmemişti kızını... Özlemişti ve özlem içinde derin hasretler yaratıyordu...’Neden ayrıldık sanki... Oysa ben O’nu hiç aldatmamıştım ki’...
Sorular ve kuşkular girince yaşamın içine; tahtakurusunun bir tahta yüzeyinin içini kemirmesine benzeyen görüntüler yaşanıyor, evliliğin içini boşaltıyor ve kaçınılmaz son gerçekleşiyordu bir gün... Evliliklerinin içi boşalmış ve bitmişti işte... Kızları sadece kaçınılmaz sonu geciktirmişti sadece... Şüphe en büyük virüstü; ilacı ise güvendi... ‘Benim de hatalarım var elbette... Ama ikimiz de bu sonu hiç; ama hiç hak etmemiştik’...dedi belli belirsiz cümlelerle... Ağlamıştı...
Gözlerindeki yaşları sildi ellerinin tersiyle... Yazılanları okumak ve bitirmek ister gibiydi... Yeniden uzandı yatağına...
İlk siyasal fikirlerle tanışıyordu Erol... Soluksuz okuyordu... Daha çocuk sayılırdı oysa... Heyecanla tartışmalara katılıyor, sorular soruyor, araştırıyordu her şeyi... Körpe bedeni, gecelerin kör karanlığında savruluyordu adeta...-Yıllar sonra bizim kuşak hiç yaşamadı çocukluğunu diyecekti-...
Hep düşünürdü ülkesini Erol... Daha güzel yarınlara nasıl evrilecekti insanlık... Ve kurtuluş nerelerde başlamalıydı önce... Yoksulluğun, eşitsizliğin, zulmün insanın kaderi olamayacağını öğreniyordu hızla... Öğreniyor öğrenmesine ama çocuk aklı tam kavrayamıyordu her şeyi... Kavrayamazdı da...
Soran, araştıran yanları isyanlarla büyüdü... Ne yapsa engelleyemiyordu isyanlarını... Seviyordu ülkesini çünkü... Ülkesinin yabancı eller tarafından yönetilmesine dayanamıyor; bir gün siyasetin en üst noktasına geleceğim diyordu... Bir genç için bundan daha anlamlı bir değer olabilir miydi? ...
İnsanların tepkisizliği parçalardı içini... Ama yine de kızmazdı ülkesinin insanlarına... Hatta derin iç çekmeleri yaşar, yine de darılmazdı onlara... Yöneticilere yönelirdi isyanları... Güzellikler sunulursa insanlara, doğrular gösterilebilirse, kazanılırdı elbet tüm insanlık derdi... Ve hep umut taşırdı içinde...
Havada barut kokusu var... Gün yine ölümlere gebe... Her gün bir ailenin yüreklerine düşüyor ateş... Canlar yitmekte... Ölen kim, öldürenler kim bilinmemekte...
O gün sabah erkenden uyanıyor... Dışarıda bir hareketlik var... Panzerler geçiyor yoldan... Cemse cemse askerler taşınıyor bir yerlere... Polis sirenleri çalıyor aralıklarla... Dışarıda bir çatışma olmalı... Yine yürek yakan koşuşturmacalar yaşanacak belli... Yine kan dökülecek, yine yanacak anaların, babaların yürekleri... Canlar düşecek toprağa... Daha yirmisini görmeden, bıyıkları terlemeden gençler, genç kızlar koşacaklar ölüme... İnanmışlık kol geziyor beyinlerde... Her yerde devrim şarkıları söyleniyor... Daha güzel günler yakındır deniyor hep birlikte... ‘Ben ölmesem, sen ölmesen nasıl çıkar karanlıklar aydınlığa’ dizeleri dillerden düşmüyor hiç... Günlerden 6 Mayıs... Tarihini hatırlamıyor... Ortaokul yılları... Deniz’lerin idamlarının yıl dönümü...
Elindeki notlara son bir kez göz atıyor Erol... Konuşma yapacak ilk defa... Heyecanlı... Dersler işlenmeyecek; boykot edilecek dersler... Sınıfın kontrolü de kendisine verilmiş...-tebessümle hatırlıyor şimdi o günleri-
Peynir ekmekten oluşmuş kahvaltısını yapıyor bir güzel... Sıkı yemeliyim diyor içinden... Ne olur ne olmaz... Her türlü şeye hazırlıklı olmalıyım diye düşünüyor... Çıkıyor erkenden yola... Sessizlik ürkütüyor bir kez daha...Yolda tek başına yürüyor...Bir yandan da konuşma metnini tekrar ediyor içinden...Tedirgin...Gözleriyle sürekli sağı solu kontrol ediyor...Korkuyor...Ve uzun bir yürüyüşten sonra varıyor okuluna...
Bir koşuşturmaca yaşanıyor her bir sınıfta... Bildiri dağıtan öğrenciler, şarkılar söyleyenler, slogan atanlar... Ve sessizce kenardan olanları seyredenler... Korku yok gözlerde... İnanların korkmayacakların öğrenecekti yıllar sonra... Kendisi korkuyor muydu? Evet, ama bunu söyleyemiyordu kimselere...
Akranlarına göre bir karşılaştırma yapılırsa; çok iyi bir konuşmacı, usta bir hatipti Erol... Kısa boylu olmasına rağmen, tartışmalarda devleşirdi birden... Tartışma yürek isterdi ve yüreği büyüktü O’nun... Bir aslanın kükremesi gibi kükrer, bir şahinin avına saldırmasına benzer görüntüler sergilerdi... Konuşurken; mutlaka ellerini sallardı heyecanla ve yerinde duramazdı hiç... Sık sık yumruklarını sıkar, gözleri ve bakışlarıyla rakipleri üzerinde hâkimiyeti sağlardı... Hani yüzlerindeki çocuksu masumiyette olmasa, büyük bir insan var karşınızda diye düşünürdünüz... Zaman hep erken büyütecekti onları...
Azgın deniz dalgalarının, koskoca bir gemiyi sallayan görüntülerine benzer sarsıntılar yaratırdı rakipleri üzerinde... Usta bir polemikçiydi... Söz oyunlarını sever, her söylediğinin arkasını doldururdu hep...
Asla boş konuşmazdı... Karşısındaki kitleyi bilirdi çünkü... Birkaç bildiriyle, ezberlenmiş sözlerle siyaset yapan, ilerici olduklarını iddia eden, içleri güzel -insan yanlarına asla söyleyecek sözü yoktu- ama kafalarının içinin boş olduğunu bildiği bir kitle vardı karşısında... Muhalif havasını, eleştiren yaklaşımlarıyla bütünleştirir; mizahi yaklaşımları ve esnekliği ile tüm kutsallara saldırırdı... Ezber bozandı o...O’nun işi kutsallara saldırmaktı... Çok küçük yaşlarda öğrenmişti bunu... Bu nedenle de gelecekte hiçbir gruba ait olmadığını düşünecekti... Ve olmadı da...
İnanmış ideologların aksine daima soru sorar, sorulara derin yanıtlar arardı...’’İnsanın kendini kurtarması demek derdi; tüm insanlığı kurtarması anlamını da gelir... Önce kendimizi kurtarmalıyız, kendimizi arayıp bulmalıyız... Buna bireyselcilik diyemeyiz... Kendisine faydası olmayan bir insanın, dolayısı ile savundukları bir fikrin insanlığa umut taşıması düşünülemez bile... İlerici düşünceler ışık olacaksa karanlıklara, önce kendisini taşıyan beyinlerin aydınlık olmasına ihtiyacı vardır... Taşıyıcılar taşıyamazsa ışığı, o ışık yakar bir gün herkesi’’ derdi... Ve ışık; soran, sorgulayan beyinlerde ışıldardı ancak...
Severdi öğretmenleri Erol’u... Çalışkandı, saygılıydı çünkü... Heyecanla kalkıp; günün önemi üzerinde bir konuşma yaptığını hatırlıyor... Ajitasyonu yüksek bir konuşma... Gençliğin heyecanı ile konuştukça konuşuyor; devleşiyordu sanki... Yüreğindeki heyecan yüzüne yansıyor, yüzleri kırmızılaşıyor, gözleri büyüyordu adeta... Konuşmanın akışına kapılıyor; cümleler peşi sıra heyecanla takip ediyordu kendini...Bir süre sonra elindeki notlara da bakmıyordu...
Ders Türkçe’ydi... Sabırla bekledi konuşmasının sonunu öğretmeni... Kesmek istemedi sözlerini... Ayşe adında öğretmeni ‘’Biliyorum Erol bu günün önemini... Ama bizler; dersleri boykot etmemeliyiz diyebildi önce... Bir süre bekledi... Tepkileri kontrol etmek ister gibiydi... Gözleriyle şöyle bir süzdü sınıfı... Ses yoktu sınıfta... Herkes pür dikkat kesilmişti... Sadece konuşmanın gerisini merak eden gözler vardı karşısında... Son darbeyi vurmanın zamanı gelmişti... Bir ara göz göze geldiler Erol’la... Tam aksine; tam aksine dedi, daha çok çalışmalı, öğrenmeli, kendimizi geleceğe hazırlamalıyız... Hadi, birçoklarından beklerim böyle bir yanılgıyı da, senden beklemezdim Erol’’...
Öfkesi, kırgınlığı ve kızgınlığı yüzlerinde toplanmıştı sanki...Kafasını çevirdi pencereye doğru...’’Şimdi bildiklerinizi yapacaksınız biliyorum; zaman sizleri haksız kılacak biliyorum’...Yine bir sessizlik anı yaşandı...
Sözler beyninde şimşek gibi çakıyor ve mesaj yerini buluyordu... Tüm gözler Erol’un üzerinde toplanmıştı... Bir tepki bekliyorlardı belli ki... Oysa kafası öne düşmüştü Erol’un...
O andan itibaren, daha çok soran, sorgulayan ve muhalif birisi olacaktı... İnançları örselenmiş, ya da sağlamlaşmıştı kim bilir... Ama bildiği bir şey vardı ki... Zaman öğretmenini ve kendisini hep haklı çıkaracaktı... Yenilgi kaçınılmazdı... Ve yüksek bedeller ödenecekti... Aşkın, inancın, ütopyanın bedeli tabiî ki yüksek olacaktı... Ama fazlasıyla ödendi bedeller diyecekti yıllar sonra...
Aynı meslek içinde yaşama atılırken, bir tek sözün, anlamlı bir tavrın insan üzerindeki etkisini ise hiç unutmayacaktı...
Dışarı gittikçe kalabalıklaşıyor... Öğrenci velileri de telaşla koşup gelmişler okula... Mutlaka aralara provokatörler de sızmış olmalı... Okulun etrafı sarılmış polislerce... Sınıflarda öğrenci kitleleri yavaş yavaş iniyor aşağı... Bir düzen var... Yaşlar 13 ile 18 arası... Kapılar kırılıyor, pencereler parçalanıyor, ele geçirilen her şey büyük bir öfkeyle fırlatılıyordu polislere...
Oysa ülkenin ciğerleri sökülüyordu... Görüyordum bunu ama söyleyemiyordum... Bir ara haykırıyor Erol... ‘Arkadaşlar yapmayın etmeyin; sıralarda, kapılarda ne istiyorsunuz... Bunlar bizim için... Bizler daha okuyacağız; kardeşlerimiz okuyacak buralarda’... Kimse söz dinlemiyor, bir ara boykotu engelleyen kişi konumunda da kalıyordu... Bu nedenle bir gün öldüresiye dövülecekti can arkadaşları tarafından...
En büyük ihanetleri kendimize yapıyorduk... Geçmişimizi, geleceğimizi karartıyor, yok ediyorduk adeta... Yapıyorduk, biliyorduk ama söyleyemiyorduk işte... Söylüyorduk ama dinletemiyorduk... Yaşayarak öğrenecektik çaresizce...
Ahmet rakısından bir yudum daha alıyor... Gözleri büyüyor... Şaşkınlığı büsbütün artıyor... ‘Demek o’nunla aynı yılları paylaşmışız... Ve de aynı okulda okumuş olmalıyız... Bir sigara daha yakıyor... ‘Tesadüfün böylesi de ancak filmlerde olur’... Yüzünü hatırlamaya çalışıyor adamın...
Bir cayırtı kopuyor birden... Ortalık mahşer yeri... Sağa sola kaçışanlar... Yere düşenler... Ezilenler yerlerde... Feryat figan edenler...
Anaların, babaların korkuları, öfkeleri karışıyor birbirine... Bağırış çağırışlar yarıyor dört bir yanı... Kitleler kontrolden çıkmışlar, sağa sola kaçışmaktalar... Can derdine düşmüş herkes... Tam bir karmaşaydı yaşanan... Bir süre sonra; görevli öğrencilerin sesleri de duyulmaz olmuş artık... Mahşer yerine dönmüş ortalık... Bir ara gözleri yerde yatan birine dalıyor...
Bir ana; kör bir kurşunda vurulan oğlunun başına kapaklanmış... Yıllara bedel gelecek bir bakış anı canlanıyor gözlerinde... Hiç unutamadı o anı, hiç ama hiç unutamadı...
Vurulan genci ezilmelerden kurtarmak için kapanmış üzerine bir ana; feryadı dağları deliyor sanki... Elleriyle yüzlerini yırtıyor... Saçları avuçlarında toplanmış... Bir tutam saç ellerinde... Dört bir yandan silah sesleri... Bir tutam saç, yırtılan yüzler ve feryatlar... Ömürden ömür çalan o üç beş saniye...
Gözlerinden bir damla yaş süzülüyor Ahmet’in... O gün çok sevdiği ve hiç unutamayacağı Sedat isminde arkadaşının öldüğünü hatırlıyor...’Demek aynı yerlerdeydik... Yoksa tanıyor muydum ben bu adamı... Bir parça yüzü de tanıdık gelmişti sanki’...Gözlerinde yeniden yaşlar akıyor...’Kör bir kurşuna hedef oldu... Yaşasaydı şimdi aynı yaşlarda olacaktık’...
İçki de etkisin gösteriyor hafiften... Bedeni gevşiyor, yorgun düşen bedenine yeniliyordu sonunda... Uyumuştu...
YORUMLAR
Okudum okudum
Sonunda İçki de etkisin gösteriyor hafiften... Bedeni gevşiyor, yorgun düşen bedenine yeniliyordu sonunda... Uyumuştu...
Bu yazı ile hangi mesajlar verimek ietendiğinı doğrusu pek anlayamadım.
İçki tıbben sağlığa zararlidır. Dinende yazıda belirtildiği gibi "İçki de etkisin gösteriyor hafiften... Bedeni gevşiyor, yorgun düşen bedenine yeniliyordu sonunda... Uyumuştu... " Yani sarhoş edip hayat boyu uyutup hak ve hakikatlerden insanı alı koyduğu için harandır.
Saygılar.