- 941 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
GÜLSÜM ANNE
Gülsüm erkenden kalktı. Kaç hafta geçmişti bilmiyordu. İşte bir Cumartesi daha gelip çatmıştı. Her hafta yaptığı gibi hazırlıklarını tamamladı. Broşürleri, pankartları ve yüreğine sığdıramadığı biricik evladının resmini yanına aldı. Aceleyle evden çıktı. Daha Fatma Hanım’a uğrayacaktı. Ümraniye’den karşıya geçmek iki saatlerini alacaktı. Fatma Hanım sokağın başındaki evde oturuyordu. Onun da iki aydır kızı kayıptı. Sonbaharın soğuk ayazı yüzüne vuruyordu. Kesik kesik öksürdü. Bu koşuşturma içerisinde sağlığı onun için önemsizdi. Buna rağmen ayakta kalabilmeliydi. Fatma Hanım’ın evine yaklaştığında şöyle bir sağına soluna bakındı. Sabahın bu saatinde iki, üç başıboş köpekten başka canlı varlık görünmüyordu. Kapıyı tıklattı. Biraz sonra Fatma Hanım kapıyı açtı. Buruk bir gülümsemeyle:
-Hoş geldin Gülsüm Hanım buyur gir içeri.
Gülsüm ricayı kayıtsız kabullenerek içeri girdi. Ortalık toparlanmış masanın üzerine peynir, zeytin ve kızarmış ekmek konmuştu. Fatma masayı göstererek:
- Hel Gülsüm Hanım otur bir şeyler yiyip öyle çıkalım.
- Hiç Yiyecek yerim yok Fatma Hanım. Sanki aç yatıp tok kalkıyorum.
- Olur mu öyle şey! Biliyorsun akşama kadar orada ayakta kalıyoruz. Bizlere bir şey olduktan sonra zaten sahipsiz yavrularımız, iyice ortada kalırlar.
- Haklısın ama…
- Elbette haklıyım. Bizim güçlü olmamız gerekiyor. Ha senin yavrun, ha benim yavrum hiç fark etmez.
Fatma yeni demlediği çayı ince belli cam bardaklara doldurdu. Gülsüm masanın ucuna eğreti oturdu. İki kadın üç, beş zeytin, biraz peynir boğazlarından zor geçecek şekilde yutkunarak yedi. İki kadının ortak yönü dul oluşlarıydı. Yavrularının ise tek olması. Gülsüm bir deri atölyeside işiçi olarak, Fatma ise bir bankada müstahdem olarak çalışıyordu. Çocuklarında başka dayanağı olmayan bu kadınların dayanakları da ellerinden alınmıştı.
Gülsüm bir bardak çayı yudumlarken içinin ısındığını hissetti. Yavrusunu Erol’unu düşündü. “Şimdi O kim bilir neredeydi?” Gözlerinden iki damla yaş süzüldü yanaklarına…
Fatma kahvaltılarını tamamladıktan sonra çarçabucak masayı toparladı. Sonra Gülsüm’e bir sigara uzattı. Bir tanede kendine aldı. Sigarayı içlerine çekerek, konuşmadan öylece bir süre oturduşlar. Fatma mutfağa geçip ekmek arası bir şeyler hazırladı. Pet şişeyede su doldurdular. Her bir şey tamamdı.
Birlikte çıktılar. Kadıköy münibüslerine bindiler. Kadıköye’e geldiklerinde koşturarak vapura yetiştiler. Karaköy ‘e vardıklarında saat 8.00 e geliyordu.Tünele kadar yürüyüp, tünelden birkaç dakikalık tren geçişiyle İstiklal Caddesine gelmişlerdi. İnsanlar henüz toparlanmamıştı. Caddenin kenarında polisler çoktan yerlerini almıştı. Her hafta yaşanan insanlık dramı kendini tekrar gösterecekti.
Gülsüm oğlunun resmini göğsüne dayadı. “ Evladımı bulun!” diye haykırmaya başladı. Fatma onun omzuna dokunarak:
- Biraz bekleyelim Gülsüm Hanım. Bak onlar ( polisleri göstererek) bir çırpıda dağıtabilir! Diğer annelerde gelsin.
- Peki ama dayanamıyorum.
- Dayanmak zorundasın. Hepimiz yavrularımız için buradayız.
Saat 8.30 a doğru anneler caddede yerlerini almıştı. İlk zamanların tedirginliğini ve deneyimsizliğini yaşamıyorlardı. Kendilerini ne beklediğini, nasıl davranmaları gerektiğini gayet iyi biliyorlardı. Korkuları yoktu. Yedikleri coplar onları daha da dirençli kılmıştı. Yüreklerinde ki sevgiyi, yok etmek isteyenlere karşı nefret doluydular.
Önce hep birlikte yavaş yavaş alkış tuttular. Ardında alkışlar hızlandı. Yükseldi. Anneler hep bir ağızdan bağırmaya başladılar.
“Çocuklarımız bulunsun! Hesap sorulsun!” sonra bir anne var gücüyle bir şiir okumaya başladı. Tüm anneler pür dikkat oldu.
“Onu ben doğurdum
O bir körpe yavru
Sakındım kurttan, kuştan
Okuttum vatan için
Ama elimden aldılar
Katil eller!
Emzirdiğim göğsüm sızlıyor”
Gazeteciler artık eski ilgilerini göstermiyordu. İlk zamanlar televizyoncular gazeteciler her biri röportaj yapmak için birbirleriyle yarışıyorlardı. Oysa şimdi toplantıları dayaksız, copsuz olursa gazete sütunlarında üç beş cümleyi geçmeyen yazılar bile zor çıkıyordu. Ne zaman dövülerek yerlerde sürüklenerek anneler polis gücüyle dağıtılıyorsa, işte o zaman biraz daha gazete sütunu büyüyor. Bazen televizyon haberlerinde de çıkıyorlardı.
Onların sesini duymaları gereken insanlar kulaklarını öyle bir tıkamışlardı ki onlara seslerini duyurmak olanaksızdı.Bu kan emici koşullarda öyle bir çırpındılar ki. Kayıp ailelerin çoğu güç kanaat geçinen insanlardı. Her biri buna rağmen emeği ile çalışan dürüst, namuslu insanlardı. Vergilerini veriyor vatanı için yurttaşlık görevlerini yerine getiriyorlardı. Şu anda ise çocuklarının her bir vatan haini’ymişcesine kendileri bu kötü muameleyi görüyordu. Çocukların içerisinde elbette daha heyecanlıları vardı. Ama çoğu gerçekten çok masumdu. Şu anda bu kirlilik içerisinde iyi düşünmek elden gelmiyordu. Varlıklı güçlü insanlar olsalardı hiç birisi bu duruma düşmezdi.
Gülsüm kendini oldukça yorgun hissetti. Fatma’ya bakındı. Kalabalıkta onu göremedi. Ne zaman yanından ayrıldığının farkında bile değildi. Duvar kenarına çömelirken yüzünün rengi kaçmıştı. Bir süre göğsüne dayadığı resimle öylece oturdu. Fatma yanına on dakika kadar sonra gençten bir kadınla çıka geldi.
- Bak Gülsüm Hanım bu hanım kız seninle tanışmak istediğini söyledi.
- Merhaba Gülsüm Hanım. Ben Nurten. Dinamik dergisinde Muhabir olarak çalışıyorum.
- Hoş geldin Nurten Hanım.
- Hoş bulduk.
- Niçin tanışmak istemiştiniz?
- Haftalardır buraya geliyorum. Bütün anneleri tanıyorum. Dergimizde sürekli size yer veriyoruz. Ancak sesinizi çok az bir kitleye ulaştırabiliyoruz. Sizi kamuoyu tam tanımıyor. Bunun için bir annenin resmini çekerek, onun yaşamını anlatarak insanlara duyurmak istiyorum. Resminizi ve öykünüzü anlatmamda bir sakınca var mı?
- Hayır. Artık hiçbir sakıncayı düşünecek durumda değilim.
Fatma bu arada gazeteci kadının elini tutarak:
- Ne yapacağımızı bilemiyoruz.
- Siz yapmanız gerekenleri yapıyorsunuz zaten.
- Öyle ya!
- Yalnız şunu düşünmek gerekiyor. Artık kendi aranızda örgütlendiniz. Hepinizin acıları ortak. Bu işin içinde evlat sevgisi büyük.
- Evlat bu sevilmez mi…
- Görüyorsunuz işte! Burada sevgi ile çözüm bulamıyoruz. Ancak ciğerleri yanan insanlar sizin yanınızda yer alıyor. Oysa bu öyle bir tehlike ki her an birinin daha kapısını çalabilir.
- Biz yandık başkası yanmasın.
Gülsüm konuşmaları sessizce dinliyordu. Kimi zaman onaylarcasına başını sallıyordu. Nurten’e takıldı gözleri. Bakımlı, kumral, yeşil gözleri kaygılı, güzel bir kadındı. Böyle bir gelininin olmasını isterdi…
- Siz ne diyorsunuz Gülsüm Hanım?
Nurten’in kendine baktığını görünce:
- Çok haklısınız. Denemediğimiz yol, çalmadığımız kapı kalmadı. Çocuklarımızdan bir haber alsak başka bir şey istemiyorum.
Nurten, Gülsüm’ün kucağındaki resmi göstererek: ( kayıtçalarını açtı mikrofunu uzattı)
- Ne zamandan beri haber alamıyorsunuz?
- On ay yirmi gün oldu.
- Nasıl kayboldu?
- O akşam ben gece mesaisine kalmıştım. Erol akşama bir arkadaşını getireceğini söylediğinden, işe gitmeden yemeklerini hazırlamıştım. Akşam telefonla görüştük. Arkadaşı olan Ahmet ile evde olduklarını biliyordum. Aklıma hiçbir kötü düşünce gelmedi. Sabah eve geldiğimde hiç kimse yoktu. Mutfakta birkaç bardak ve tabak bulaşık içinde tezgahın üzerinde duruyordu. Tencere ocağın üzerindeydi. “ Çocuklar erken çıktı her halde” diye düşündüm. Ama içime de bir kurt düştü. Erol titiz bir çocuktu. Ben gelmeden mutlaka bulaşıkları yıkar, ortalığı toparlardı.
- Anlıyorum, sonra ne yaptınız?
- Beklemeye başladım. Gece çalıştığım için uykusuzdum. Biraz olsun yatayım dedim. Ama uyumak imkansız. Karabasanlar, kabuslar sıçrayarak kalktım. Akşamı zor ettim. Sürekli kulağım kapıdaydı.
- Aklınıza hiç geldi mi onun gitmiş olabileceği?
- Asla! Korkuyordum ama Ortalık karışık, başına bir iş gelmesinden, özellikle kaza geçirmesinden korkuyordum.
- İlk önce kimi aradınız?
- Önce kardeşimi aradım. Bir kadındım. Akşam vakti ne yapabilirdim? Çıktı geldi sağ olsun. Ahmet’i tanıdığım için onların evine gittik. Ahmet de evde yoktu. Zaman zaman arkadaşlarında kaldığı için ailesi Ahmet’i merak etmemişlerdi henüz. Biz gidince onları da bir şüphe aldı.
- Gülsüm Hanım sizi yormak istemem. İsterseniz biraz dinlendikten sonra konuşmaya devam edelim.
- Hayır, hayır… Sonra Ahmet’in babası , ben ve kardeşim İstanbul’un bütün hastanelerini dolaştık. Hiçbir iz yoktu. Sonra aklımıza karakol geldi. Çocuklar bir yaramazlık yapmış ya da yanlış birine çatmış olabilirdi. Bizim mahallede ki karakola sorduk. “yok” dediler. Oradan ilçe ile emniyet müdürlüklerine gittik. Yoktu işte ! sanki yer yarılıp içine düşmüşlerdi. Ayaklarımıza karasu inmişti. Yürüyecek dermanımız kalmamıştı. Erol’un kaybolduğunu duyan komşular, akrabalar her biri eve gelip soruyorlardı. Bu arada Erol’un kaybolduğu gün onu gören hiç olmamıştı. Yalnızca küçük bir çocuk bizim sokakta yabancı bir arabanın durduğunu görmüş o kadar.
- Peki daha sonra bir haber alamadınız mı?
- Ah! Bir haber almış olsaydım. Başka hiçbir şey istemezdim. Dilekçe vermediğim makam, görüşmediğim yetkili kalmadı. Gazete köşelerine kadar ilan verdim. Resimlerini çoğaltıp elden dağattım. Otobüs duraklarına, Vapura aranıyor ilanı astım. Hiçbir haber çıkmadı. Ölmüş bile olsa ölüsünü görme isterim.
- Bekli de evden gönüllü ayrılmıştır. Yanlış insanlarla arkadaşlık kurmuş ya da yasal olmayan bazı olaylara karışıp geri dönülmeyecek noktaya gelmiş olabilir mi?
- Hayır hiç sanmıyorum. Benim oğulum akıllı bir insandı. Hukuk üçte okuyordu. Bana sürekli “ biraz daha sık dişlerini anne, okulu bitirdikten sonra seni çalıştırmayacağım.” diyordu yavrum.
Gülsüm’ün gözlerinden artık yaşlar boşalmış sesi titriyordu. Konuşamadı daha fazla öylece kaldı. Bu arada anneler sloganlarına , alkışlarına devam ediyordu.
Nurten:
- Sizi üzdüm Gülsüm Hanım, ama yazacağım bunları. Demokrasinin, hukuk devletinin olduğu ülkelerde insanlar yalnız bırakılmaz. Umarım bulursunuz oğlunuzu.
Gülsüm’ün yanından ayrılırken fotoğrafçı arkadaşını çağırdı Nurten Gülsüm’ün resmini çektirdi. Eflatun ebruli başörtüsü bağlamış kadının, zayıf yüzündeki her bir çizgi acıyla çizilmişti. Bakışları oldukça donuktu. İçinde yaşattığı umudu da olmasa canlılığından dahi şüpheye düşülebilirdi.
Nurten:
- Hoşça kalın sizin yanınızdayız, bunu asla unutmayın.
dedi ve kalabalığa karıştı.
Gülsüm kendinin bile zor duyabileceği bir sele “ güle güle “ dedi. Öylece bir müddet kaldı çömeldiği yerde. Bakışları soğuk ve donuktu. Ağlamayı bırakmıştı. O kadar sessizleşmişti ki sanki orada taş kesilmişti.
Fatma daha önceden hazırladığı yiyeceği çantadan çıkartıp Gülsüm’e uzattı ve:
- Gülsüm Hanım bir şeyler yiyelim.
Gülsüm!den hiçbir ses çıkmıyordu. Gülsüm’e dokundu.
- Haydi Gülsüm Hanım al şunu!
Çıt yok.
Fatma, Gülsüm’ün kolundan tuttu. Koluna dokunmasıyla Gülsüm oturduğu yerden yavaşça yere yuvarlandı. Buz gibiydi elleri. Gözleri hala açıktı.. Fatma anlayamadı. Dokundukça tüyleri diken diken oldu. Birden bağırmaya başladı.
- Koşun ! Koşun! Gülsüm öldü galiba!
Şok olmuştu. Kimi çağırdığını, kime seslendiğini bilemeden koşuşturuyordu ortalarda. Kadınlar etrafını çevirdi Gülsüm’ün her biri göz yaşına boğulmuştu. Tek bir ağızdan çıkan ses gibi bağrıyorlardı.
- Gülsüm’ ün katili nerede?
Her şey için çok geçti. O ölmüştü. Artık. Fatma, Gülsüm’ü kucağına aldı. Kadınlar Gülsüm’ün elini, ayağını tutuyorlardı. Bir polis amiri yaklaştı yanlarına:
- Ne oldu?
Kadınlar hep bir ağızdan “ Size bir kurban daha verdik ” dedi.
- Ne biçim konuşmak öyle! Biz görevimizi yapıyoruz. Sizde analığınızı yapsaydınız, bu durumlara düşmezdiniz!
…….
Nurten dergiden çıktı. İstiklal Caddesine koşturarak yürüdü. Elindeki resimleri bütün kadınlara dağıttı. Gülsüm’ün ölmeden önceki son resmiydi. Tüm annelerin resmiydi bu. Bütün gazetelere, bütün dergilere, televizyonlara faksladılar. Çocuklarını bulmak için anneler artık tek bir yüzde tek bir beden de toplanmalıydı. Buda Gülsüm’den başkası olamazdı. Gerçek bu kadar zor da olsa onlar yılgınlığa kapılmayacaklardı. Bu devran hep böyle dönmezdi. Onlarda bir gün çocuklarına kavuşacak ve bu hale düşürenlerden hesap soracaklardı.
Artık her birinin ismi Gülsüm’dü, Gülsüm Anne.