- 618 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
İSTANBUL LASTİKLERİMİN ALTINDA
—Kim demiş eşyaların sesi duyulmaz diye? Ne kadar da onları cansız varlıklar olarak bilsek de, onları sadece kullanmaya layık görsek de... Bizlerse farkında değiliz; onlara eşya oluruz, bir ayna misali. Bu aynaların arkasında görünmeyen sırla, yansıtırız onlara kâinatta her ne varsa, ne kadar bencil olsak da. Bizden yansıyan laftan kıymetli sözlerimizin, düşten kıymetli düşüncelerimi-zin, kalpten kıymetli gönüllerimizin kırıntıları zerre miktarı da olsa, aslında biz olur çıkarız işin sonunda. Öyleyse kulak verelim eşya âlemine, bakmayalım - görelim, işitmeyelim – dinleyelim! İyice açalım gözümüzü, kulağımızı. Gözümüz göz, kulağımız kulak olsun. Bakın, bakın! Sesleri duyulmaya başladı inceden, inceden. Dinleyene, duyabilene aşk olsun vesselam.
Diyorlar ki Yunusça: Çünkü o çok konuştu onlarla.
“Bilmeyen ne bilsin bizi, bilenlere selam olsun,
Görüp, duyanlara dize dizenlere selam olsun.
Işık ışıktır görene, biz denilenden köre ne?
Ses yankıdır gönüllere, söz denilenden bize ne?
Aç eşyanın dilini, gör onlarda kendi kendini,
Aç dünya kilidini, yık o diyarda ferdi bendini.
Bakma artık ne olur, keskin gözünle gözle bizi!
Duyma artık ne olur, can kulağıyla dinle bizi! ”
—Bir Eşya Hikâyesi:
İSTANBUL LASTİKLERİMİN ALTINDA
“Kimim ben?”
Evet, ben bir eşyayım. Hem çok kullanışlı, hem de herkes tarafından kullanılan bir eşyayım. Ben hizmet ehli bir eşyayım. Hem sizlerden, hem dünyanızdan haberdarım. Yaşım bizim âleme göre biraz kemale ermiş, güngörmüş,
nice kahırlar çekmişim. Nice yollar arşınlamış, dağlardan – tepelerden aşmış, biraz seyyah, biraz öğrenci, biraz öğretmen, biraz oyun parkı, biraz haber bülteni, biraz yazarlar kulübü, biraz kütüphane, biraz tiyatro sahnesi olmuş kırmızı, beyaz renkli, nâm-ı diğer Koca Körüklü, 86 – 806 kapı numaralı emektar
İ E T T otobüsüyüm.
“Arayış…”
Sınavı başlayacak bir öğrencinin heyecanı ve telaşı ile aldım ilk yolcularımı. Sabahın çok, çok erken saatleriydi. Ne dolaştığım diyardan haberim vardı, ne kendimden. Bir sağır ve dilsiz sanırdım kendimi. Hep onları dinledim. Tanımaya çalıştım yeni katıldığım insan âlemini. Kulak misafiri olmadım onlara. Aksine ev sahibi oldum insana. Benden hiç bahsetmediler, bahsettilerse de ben anlamadım. Bir bebekten ne beklenir ki? Bir süre dillerini çözmek için sadece bana ulaşan sesten tınıları tanımaya çalıştım. Bir gün geldi çözdüm dillerini, daha doğrusu lehçesini. Aslında dil aynıydı, onlarla aramda sadece küçük lehçe farkı vardı. Artık çok şeylerin farkındaydım. Birçok sorumun cevabını bulmuş, kendimi, onları, iç ve dış dünyalarını, hayranlıkla izlediğim adı şehirler şehri olan İstanbul’u tanımıştım.
“Ben olmak…”
Demiştim ya “ hep onları dinledim”. Dinleye, dinleye hepsinin toplamı bir ben olmuştum. Dünyanın en büyük halk kütüphanesi olmuştum. Hiçbir kütüphanede okunamayacak sayıda kitaplar okundu bende. Hiçbir dost meclisinde yapılamaya-cak kadar dost sohbetleri yapıldı. Dünyanın en büyük ve hareketli lunaparkıyım ben. “Ah yaramazlar!” dediğiniz, gönlü en temizleriniz, çocuk deyip geçtiğiniz en saf duygulara sahip olan, küçük fakat en geniş yüreklere sahip olan küçüklerinize oyun parkı oldum. Kitaplara sığmayacak düşler düşlendi bende. Karoserime omuzlarının uçlarını yaslayarak gönül kapılarını açıp gözlerini pencerelerimin saydam camına dikerek, arkasında sır olmayan camlarımı ayna olarak kullanan düş gezginlerine düş koridoru oldum ben. Ayrılıklar oldum, vuslatlar oldum ben. Hüzün oldum, sevinç oldum. Sizle doldukça ben. Konu komşunun ne olduğunu, evin-işin ne olduğunu, misafirin ne olduğunu, kavga- gürültünün ne olduğunu, dostluğun ne olduğunu sizle öğrendim ben. Sandınız mı ki: Okuduklarınız, oynadıklarınız, konuştuklarınız, düşledikleriniz havaya uçuşup atmosfere karıştı. Hayır. Onların hepsi yerçekimine yenik düştü; yolcu tabanımdan şaseme ulaştı, oradan ise göremeyeceğiniz kadar kıldan ince olan can damarlarımla hayal bile edemeyeceğiniz çok geniş ve parlak gönlüme ulaştı. Siz beni tanımazsınız amma hepinizi ayakkabı numaranızdan tanırım ben. Sizse benim kaç numara jant kullandığımı dahi bilmezsiniz. Geç kalışlarımdan yakınırsınız hep, siz hiç geç kalmazsınız herhalde. Sıcağa soğuk oldum ben, soğuğa ise sıcak. Hiç üşümedim ben fakat çok üşüyenler gördüm yanaştığım duraklarımda. Bir sıcak yuva edasıyla açtım kapılarımı. “Gelin, gelin” diyerek. Hastalar taşıdım ben hastanelere, fakat siz hiç fark ettiniz mi öksürdüğümü, topalladığımı? Şoförüme teslim ettim ben benliğimi, yüreğim gönlüm saydım onu ben, ben olsun diye. Ya siz sıyrılabildiniz mi koskoca ben sandığınız benden? Yönetmesine izin verdiniz mi insanda var olduğu bilinen gönle benliğinizi? Teslim ettiniz mi? Benim teslim edip sizi emanet ettiğim direksiyonum ve onu tutan eller gibi.
Damda deve aratan aşklara, karşılıktan umuru olmayan âşıklara, dağdan büyük öfkelere şahit oldum ben. Ne yaptıysam lügatimde karşılığını bulamadım. Kısacası sözün özüdür bu, cümlenin noktası; sizinle siz oldum ben, İstanbullu bir otobüs oldum ben, vesselam.
“İstanbul ve İstanbullu…”
İstanbul eşittir dünya şehri. İstanbullu eşittir dünya şehirli. İki kıtanın buluştuğu yer. İki denizin kaynaştığı yer. Tüm sulara ulaşılan, tüm suların ulaştığı yer. Tarih, medeniyet, saklı zaman. İstanbul: Orhan Veli’nin gözlerini kapayıp dinlediği, Münir Nurettin Selçuk’un sesiyle azizleşen, aziz İstanbul. Sana dün bir tepeden baktım aziz İstanbul... diyen Yahya Kemal Beyatlı’nın bakışıyla, Üstad Necip Fazıl’ın Canım İstanbul’u. Sıçramak; debdebeli, gürültülü, sıkışık Beyoğlu’ndan, eğlenceden- dinlenceye, sessiz- sakin ve genişçe Karacaahmet’e, bey oğulluğuna. Adı- sanı bilinmeyen şairlerin bir eski İstanbul masalları, şairler şehri, hakkında en çok şiir yazılan şehir. Tulumbacıların sesleri ve koşuşturmaları, saltanat kayıkçılarının kürek çekişlerinin sesleri duyulur, ney iniltileri duyulur, bozacıların “boza, boza!” diye seslenmeleri duyulur, İstanbul’un dar ve ıslak, alacakaranlık sokaklarından. Semazenlerin dönüşünden oluşan meltemler hissedilir Galata, Yenikapı hattında, gezinen martılar ve seslerinin, vapur düdüklerinin altındaki ince fonda. Tanıdık bir enstrümandır bu sizlere. Simit kırıntılarıyla kandıramazsınız onları, gönlünüzü açmayı denediniz mi onlara kocamanca? Hattatların kalemlerinin ucunda hâlâ İstanbul, levhalarında ise iman, inanç ve HAKK kelamı vardır. Ressamlar bıkmaz tuvallerine İstanbul silueti düşürmeye. Nakkaşlar en ince nakışlarını işlerler kubbelere, sağanlıklara köşe bucak her yere. Biraz susuz kalsa da çeşmeleri tarih okunur kitabelerinden. Mekik dokur meraklı gözler Sultanahmet ile Ayasofya arasında. Nefse verse de korku mezaristan, Fatiha bekler ehl-i kabristan, tarihi düşürür anlatır bugüne ehl-i lisan. Bir yarımadadaki elli beş kapılı, üç sıra surla çevrili bir merkez şehirliğinden, zamana ve mekâna açılan elli beş kapıdan, sonsuz sayıdaki kapılara ulaşan, bir elinin ucu Çayırova’ da, bir elinin ucu Çatalca’ da olan, bir dudağı yerde, bir dudağı gökte, ayakları Marmara Denizinin karşı kıyısında, başı Karadeniz sahillerinde, saçları Karadeniz’in derinliklerinde olan iyi yürekli koca dev yeni tabiriyle metropol (anakent). Nefes borusudur Boğaziçi İstanbul’un. Kıvrımları boğumlarıdır. Size benzer İstanbul. Anatomisiyle, hisleriyle. Görüneninle, görünmeyeniyle. Dokuz boğumludur belki Boğaziçi sizin nefes borunuz gibi. Bir Ney gibi. İnanmıyorsanız sayın. Size benzer İstanbul; ağlar – güler, hisleri yükselir – alçalır. Kadife kalpli, şeker dilli, pamuk elli, sazı- sözü bol şehir İstanbul. İnanmıyorsanız bakın. İstanbullu: fazla söze ne hacet, değersiz bir laf olur sonra, tüm bu vasıfları barındıran örnek dünya şehirlidir İstanbullu. Ondan hayıflanmayan, ondaki güzellikleri doyasıya izleyen, ufku genişleyen, onunla güzelleşip, güzelle onlaşan örnek “dünya şehirli”.
“İstanbullu bir otobüs olmak…”
Kendinden emin tarih öğrencisinin, İstanbul’a günü birlik gezmeye gelen biraz tarih, biraz kültür meraklısı yerli turiste anlattığı İstanbul’u dinlemiştim.
Anlatıyordu dünyanın en büyük açık müzesi İstanbul’u ziyaretçisine.
—Kaynaklarda İstanbul’un elli beş kapısı var. Ben kaynakların en temeline
en özeline indim, Evliya Çelebi seyahatnâmesine. Bizim çocukluğumuzdaki televizyon dünyamızda o atıyla, sırtındaki heybesiyle gezinen bir seyyahtı. Oysaki O sarayda büyümüş bir kethüda oğlu ve Kubbealtı öğrencisi, Dördüncü Murat’ın çocukluk arkadaşı. Osmanlı ordusunda görevli bir askerdir o. En eski kaynakları incelemiş görmüş bir kimse. Seyahatnâmesini düzenlenen seferlerde hazırlamış. İşte o seyahatnâmesinde İstanbul’un aslında bilinenden çok, yetmiş yedi kapısının olduğunu söylüyor. Kapılar, geçitler. İşte ben de onları tanıyarak anlamaya çalışıyorum. Yoksa ki tarih denilen; birkaç önemli olayın tarihini ezberlemek değildir. Tarih bize göre ve bizim medeniyetimize göre çok genç bir ilim ve genç bir öğrencinin not defteridir. Bize coğrafyamızı ve tarihimizi anlatan bu müstesna şahsiyetin mezarı ise işte bu bulunduğumuz noktadaymış bir zamanlar, burada onun mezarı varmış. Ona bile sahip çıkamamışız. Burası neresi mi? Şişhane durağı.
İlgiyle dinliyordu meraklı turist bu genç öğrenciyi. Tabii ki ben de. Şimdi konuyu anlatma sırası bende, benim gözümle. Anlatayım size İstanbullu bir otobüsçe.
—Ben o kapıların hepsinden geçtim. O kapıların hepsinden geçen var mıdır acep? Eğrikapı hâlâ eğri, Edirnekapı’da istikamet-i Edirne yok, Topkapı’ da ise top yok. Sessizliğe bürünmüş Bayrampaşa deresi, toplar hayale karışmış, Fetihkapı’ya taşınmış toplar, panoramik müze olmuş fetih ve alametleri. Ahırkapı at kokmaz artık, Odunkapı’da oduncu yok, odun da ne ki? Yenikapı yeni değil artık, çok eski. Kumkapı’da kum yerine kaldırım taşları var, Narlıkapı narsızdır artık. Değirmenkapı’da durmuş değirmenin çarkları. Yaldızlıkapı’nın yaldızları dökülmüş. Restoredeydi Mevlanakapı’nın Mevlevihânesi bitmiştir artık şimdi bu zamanlarda. Çok geçerim Ayvansaraykapı’ dan konuşurlar hâlâ ayvan mı, hayvan mı? Ne önemi var siz bakıp geçtikten sonra. Kaçırırsınız temaşanın en güzel ve özelini. Derinleştiremezsiniz bakışlarınızı, yolculuk edemezsiniz içinizin derinliklerine. Ne diyordu şair; en uzun yoldur insanın içi, herkes içine baksın. Alın size koskoca bir iç. Fakat köhne duygularda koskoca bir hiç. Ey Vefa! O ahde vefayı bu cansız metalde ara. Yanarım, yanarım da şu Pierre Loti tepesine çıkamadığıma yanarım. Ben çay, kahve aramam. Yalnız dost siması ararım. Yalnız Altın Boynuz Haliç kıyısından kıvrıla, kıvrıla süzülüp yaparken işimi, Uğradığım Eyüp Sultan durağında seslenirim küçük kardeşim Füniküler sistem Teleferiğe, çünkü tam zirvededir şuanda “ Çok vaktim yok. Neler görüyorsun şu meşhur siluette? Anlat hele!” Aldığım cevap ise “ Bir mavilik akıyor siluete sessiz ve temizce. Selam gönderiyor Süleymaniye, Sultanahmet biz sessizlere. Kıskandırıyorlar kartpostalları. Sizi size tanıtıyorum diyor Topkapı Sarayı. Koca Körüklü buradan açık havalarda geçmeye çalış, ben de anlatayım sana gördüklerimi. Haydi, kazasız belasız.”
Yaklaşıyorum Karaköy meydanına. Bir büyüğüm var burada. Geçit olur meydandan İstiklal Caddesine, Taksim’e. Sesleniyorum ona veriyorum selamımı “Seni hiç unutur muyum değerli büyüğüm Tünel ağabeyim. Sen neler yapıyorsun görüşmeyeli onca aydır? Şükür olsun bize bu yollar yazılır oldu anca.” Cevap veriyor sesime “ Ne olsun be kardeşim hep aynı bildiğin gibi, bir yokuş çıkıyorum güççe, bir iniş iniyorum dikçe nemli koridorda. Ezberledim artık istasyonuma çizilen motifleri, hareket etmek üzereyim bekliyorum zilimi. Mutluyum ben merak etme, özgürüm ben karanlık ve kapalı dünyamda, çünkü ben işimi yapıyorum sonucunda. Biz olmasak ne yapar bunlar, bu yokuşu nasıl çıkarlar. Biz var iken zor yok, yokuş yok, uzak yok evelallah, ben gidiyorum yukarıya, haydi sana eyvallah.”
Otobüs olmak bir taşıyıcıdan çok, bir belediye otobüsü olmak: Özel bir şehrin, özel bir belediyenin, tarih kokan bir kurumun, çok özel bir milletin, çok özeldir, güzeldir otobüsü olmak, İ E T T Otobüsü olmak. Sizden biri olmak, İstanbullu İ E T T Otobüsü olmak.
Sizinkiler, bizimkiler…
Hep ayrımları yaşamış dünyamız ve onunla birlikte biz de. Biz deyince kendinizi hangi bizden olduğunuza siz karar verin. Zıtlık mutlaka var. Zıt belli olmayınca karşıdan nasıl haber olunsun. Zaman biraz ilerledi. İki tepe arası mekik dokuyan akrep ile yelkovan döndüler dönebildikleri kadar. Mekânsa aynı mekân biraz simalar değişti, sizlerin simaları gibi. Küçüktünüz- büyüdünüz, öğrenciydi-niz - öğretici oldunuz, hastaydınız- şifa buldunuz, hüzünlüydünüz-sevinçlere boğuldunuz, kiminiz ehl-i kubur oldunuz can kuşu uçtu kafesinden. Sanır mısınız ki bizim can kuşumuz yok. O da uçar elbet bir gün. İşinize, evinize, gideceğiniz yere ulaştırdım sizi. Ben zaten işimdeydim bunları yaparken. Benim evim yok mu? Var tabii ki. Bende ulaştım evime, sizin garaj dediğinize birkaç saatlik istirahatgâhım-
da olsa, hastanem de olsa. Bir de bizim bizimkiler var aynı sizin sizinkileriniz gibi. Onlar yeniledi delinmiş gövde mi, patlamış lastiklerimi, öksürüklü motorumu. Onlar verdi protein kaynağı yakıtımı, aşınmayayım diye yağladılar beni ellerinin yağlanmasına aldırmadan. Yıkadılar- temizlediler beni, siz rahat edin diye. Ne karakışa, ne yakıcı sıcağa aldırdılar. İşte onlar bizimkiler; hizmet ehlidir onlar. Onlarda sizinkilerden. Var mı şimdi ayrısı-gayrisi? Sizinkiler size, bizimkiler bize mi? Şimdi soruyorum size; siz, siz misiniz? Biz, biz mi? Hepinizin toplamı benim işte. Sıradan bir eşya. Duyulamayan, görülemeyen bir eşya. Konuştum işte dilimin döndüğünce. Duyar gibiyim seslerinizi. Ne kadar da çok biliyorum değil mi? Ben bensizim, ben sizimde ondan…
“İstanbul lastiklerimin altında…”
Zaman onun zamanı, dönem onun dönemiydi. Kanatlarını alıp çıktı yıllar önce Galata Kulesine. Emindi kendinden. Çıkış merkezi Galata semtiydi, varışı uçabildiği kadar mesafe, topu, topu Boğaziçi mesafesi. Sonunda da başardı, tüm İstanbul duydu sesini “ İstanbul kanatlarımın altında.”
Zaman şimdi benim zamanım, dönem benim dönemim. Galata semtidir benimde merkezim. Metrohan merkezinden verilen harekettir benim dönencem. En iddialı olanımız ise yeni doğan kardeşimdir artık zamanın adı. Zaman artık anılır oldu Metrobüsçe. Duyulan artık bizim sesimizdir. Yetmez bu sese İstanbul semalarının hacmi, aşar dünya atmosferini, tüm kâinat bilir bu sözleri…
Kanat sesleri duyulur İstanbul semâlarında,
Galata Kulesi ile Üsküdar arasında.
Bağırıyor avazı çıktığı kadar Hazerfan Çelebi;
"İstanbul kanatlarımın altında."
Sesleniyor avazı çıktığı kadar işçi - memur İ E T Tli,
"Ben insan taşıyorum", dinle beni!
Bağırıyor avazı çıktığı kadar;" gör beni, bakma!"
"İstanbul lastiklerimin altında."
Abdülkadir KALAY
YORUMLAR
De bakayım otobüs, belli son kuşaklardan yeni yetmelerdensin de, kimlerdensin hele “İkarusoğulları”ndan mı yoksa “mercedesgiller”den mi?
E otobüsçük gittin dış kapının mandalı “tünel” ağabeyinin hatırını sordun da, öz hısımların “Skoda, Leyland, Büssing” ağabeylerinden, tramvay amcandan hele, hele boynuzlu troleybüs dayından bir iki kelam bahsetmeyince, bu yeni nesil de "vefa" hakikatten İstanbul da bir semt adıymış diyesim geldi. Üç abi, bir amca, bir dayıyı pas geç de “teleferiği” kardeşten say. Oldu mu şimdi.
Sahi İ.E.T.T de iki tane “T” varken niçin “O” harfi yoktur. Hiç düşündün mü?
Ha birde Topkapı da bir toplar mı eksik haniya “garajlar”.
Birini sorsam tanır mısın acaba, taban döşemeleri mazotlu tahta ile kaplanmış Skodagillerden “35 Eminönü-Kocamustafapaşa” yı tanır mısın? Tanıyor musun yoksa. Çok güzel, görürsen çoook çok selamlarımı söyle. Az günlerimiz geçmedi, hakkını helal eylesin
Tebrikler, selamlar