Bir Kadının Geciken İtirafları -III-
11 Eylül, “Sen de mi Brutus? Öyleyse yıkıl Sezar”
-Zeynep ben çıkıyorum.
-Nereye gidiyorsun akşam akşam? Daha yemek yemedik.
-Yaşar’a gideceğim, orada yerim bir şeyler.
-Akşam gelmeyeceksin o zaman (Sinsi bir gülüş)
-E tabi ki canım. Cevabını bildiğin soruları lütfen sorma. (Kahkahalar)
“Keşke o gün Zeynep’i dinleyip Yaşar’ın yanına gitmeseydim.” Evet, bu cümleyi sayısız kez zihnimde tekrarlamıştım. Evden çıktığımda içimde tarif edilemez bir heyecan vardı. Yaşar’ı görmek, kendimi Onun kollarına atmak o an için bana, yapmam gereken tek eylemmiş gibi geliyordu. Nihayet Onun evinin önündeydim, saatin kaç olduğunu hiç unutmuyorum; 22.44. Evin ışıkları yanmıyordu, şaşırmamıştım; çünkü Yaşar çoğu zaman eve geç geliyordu. Yukarı çıktım anahtarımla kapıyı açtım. Işığı yaktığımda tanıdık bir mont, ne tesadüf ki sanki daha önce gördüğüm bir de şemsiye vardı. Şimşekler kafamda çakmaya başlamış, bin bir türlü felaket senaryoları zihnimde canlanıyordu ve bunların hepsi saniyeler süresince gerçekleşiyordu. Yatak odasının gece lambasını andıran ışığı açıktı. Hızlı bir şekilde, korkarak ve ağlayarak odaya doğru yöneldim. Kapı aralıktı, hafifçe başımı uzatıp ifade edilemeyecek kadar içimi burkan ve sırtımı bir hançer darbesi ile yaralayan olaya tanık oldum. İşte korkarak beklediğim an gerçekleşmişti. İkisi de uyuyorlardı ve ikisi de bir şeytan gibiydi. Bir an olsun bir bıçakla boğazlarını kesmeyi o kadar çok istedim ki, bu durumu kelimelerle ifade edemem. Hainler diye bağırdığımı hatırlıyorum; lakin şimdilerde o ana dair pek bir şey hatırladığımı söyleyemem. Bağırmam ile uyanmaları bir olmuştu. Kanları çekilmiş bir halde suratıma bakıyorlardı. Tek bir kelime etmeden dakikalarca bekledik. Suskunluğu Yaşar bozdu, klasik aldatma sonrası söylemleri ile. Ne yapacağımı bilemiyordum, kollarında olmayı arzuladığım adamın kollarında, belki de en son olması gereken kişilerden birisi yatıyordu. Hiç konuşmadım, arkamı döndüm ve oradan ayrıldım. Aldatmanın vermiş olduğu tahribatı her an ruhumda hissederken, tahribatın etkisi ile oluşan bir çift sözü de benimsemiştim: “İnsanlara güvenmemek”. Yaşar, bu acıyı bana nasıl yaşatabilirdi ve nasıl yapabilirdi bunu bana, o adını anmak istemediğim kız! İnsanı derinden yaralayan duygulardan birisinin de aldatılmak olduğunu anlamıştım. “Erkek milleti işte” sözü ne kadar da doğruymuş meğer. Yaşar ile beraberliğimiz daha birinci yılını doldururken böyle bir durumla karşılaşmam, şu öğretiyi, amiyane tabirle, kafama kazımama sebep olmuştu: “Gizemli, saklı olan ne varsa, garanti altına alınmadan ortaya dökülürse şayet, değerini kaybeder. “ Ben bu gizemi Yaşar’a çok daha önce göstermiştim.
24 Aralık, “… Kâfi mi gerçekten?”
-Hadi artık kendini toplamalısın.
-Yapamıyorum Zeynep, yapılanları sindiremiyorum.
-Böyle ruh gibi nereye kadar yaşayacaksın? Biraz kendine çeki düzen ver. Kaç ay geçti üzerinden unut şu olayı.
-Demesi kolay tabi. Bir tarafta Yaşar ve diğer tarafta o sinsi şıllık…
-Unutmalısın, yoksa daha da kötü olacak. İşinde de sorunların olduğunu biliyorum, ne kadar gizlemeye çalışsan da.
-İşi bırakıyorum. Zeynep yaşamak istemiyorum.
-Aptal aptal konuşma. Ne demek yaşamak istemiyorum. Haydi beraber atlatacağız bunları. Kübra, sen de bir şeyler söyler misin?
-İlk ihaneti sen yaşamadın ve sonuncu da sen olmayacaksın. Belki söylem olarak kolay diyeceksin ki haklısın; lakin ben yalnızca telkinde bulunabilirim sana karşı, seni rahatlatmak adına. Yaşamadığım bir duyguyu ifade edemeyeceğimin farkındayım; fakat yaşamadığım anlamı çıkmasın bu söylemimden. Aldatılmak acı, hele ki en sevdiğini düşündüğün kişiler tarafından. Nasıl ki zamanı geri getiremiyorsak, yaşanılmış olan hiçbir şeyi de değiştiremeyiz; çünkü zaman içinde yaşanmış birer durum olarak yerini almıştır. Zaman akmaya devam ederken ve her seferinde insanın sermayesi tükenirken, bizler elimizde kalanlar ile en iyiyi yapmak için çalışmamız gerekir. Yaşanılanlardan ders almak güçlü bir karakter yapısı ile gerçekleşir. Bu güçlü karakteri oluşturmamız birinci önceliğimiz olmalıdır. Şimdi sana, sözüm ona ileri zekâlıların(!) “Haydi, kendine yeni bir sevgili bul eskisini unutursun” tarzında kurduğu cümlelerden kurmayacağım. Sana kimsenin söyleyemeyeceği ve bir o kadar da herkesinkinden etkili olan bir sözü aktaracağım: “Allah kuluna kâfi değil mi?” Bunun cevabını verdiğinde başka hiçbir söze ihtiyacın kalmayacak.
Kübra’nın her zamanki gibi uzun cümleler kurup beni etkilemeye çalışmasına artık alışmıştım. Zeynep’in söylemleri beni bir nebze olsun rahatlasa da, Kübra’nınkiler hep kafamda soru işaretleri bırakıyordu. Aslında, çok dinlemek istemesem de bazen doğru tespitlerde bulunduğunu sonraları anlıyordum. Kübra da en az Zeynep kadar iyi olmamı istiyordu; ama yaklaşım tarzı bir arkadaştan çok küçük prensesi büyüten bir eğitmen gibiydi. Yaşadığım olayı içselleştirmem içinde bulunduğum durumdan çıkmamı giderek zorlaştırıyordu. Depresyonlarla bezenmiş bir hayatın neferi gibi nöbet tutuyordum aklımın başucunda. Bir uçuruma doğru yol aldığım aşikârdı. Kim benim elimden tutacaktı, kim bana bir can simidi atacaktı? Annem mi, babam mı, Zeynep mi, Kübra mı veya herhangi biri mi, kim? Yaşanılan bu durumu nasıl sindirecektim? Suçlu ben miydim yoksa diğerleri mi? O kadar çok soruya cevap arıyordum ki, sorulara veremediğim her cevap beni uçuruma yaklaştırıyordu. Uçuruma atlamaktan değil, atlayamamaktan korkuyordum, yolun sonunda tökezlemekten korkuyordum. Günler günleri kovaladı ve ben artık uçurumun kenarında ölüme kucaklarını açmış bir faniydim.
2 Şubat, “İntiharla Randevu”
(Kendi kendine konuşma)
- Neden buradayım şimdi? Hayatımın gidişatından kim sorumlu? Yaşamla ölüm arasında var olduğu söylenen ince bir çizgimi beni bende tutan, yoksa bünyesinde farklı bir manayı barındıran anlamsız sorulara veremediğim cevaplar mı?
- Sus konuşma! İşte, şu anda bütün bunlara son verebilirsin. Haydi, bırak kendini sonsuzluğa, salık ver damarlarındaki kanlara. Tüm anlamsız sorular bitecek, kavgalar sona erecek, iş derdi yok, sevgili derdi yok, arkadaş çilesi çekmek yok. Hadi yap son darbeyi dolsun hayat içine ecelin.
- Sakin ol! Ölüm zaten kaçınılmaz gerçek, sen yaşamana bak. İş dert değil meşgaledir, sevgili candır, arkadaş yoldaştır. Hayatı olduğu gibi kabullen ki hamlığın gitsin, olgunlaşmak işte böyle olacaktır. Derdin mi var? Yüreğin mi daralıyor? Ne yapman gerektiğini bilmiyor musun? Her seferin çaldığın her kapı yüzüne mi kapanıyor? Uzun uzun düşün biraz; çünkü esrar perdesi böyle aralanır ancak. Arkadaşlarının söylemlerini hatırla ve üzerinde düşün, “Allah kuluna kâfi değil mi?”
-Boş ver bu gereksiz lafları, haydi sen serbest bırak ruhunu sonsuzluğa. Kapılar her seferinde kapalıdır zaten, hem ne zaman açıldılar ki! Düşünecek bir şey yok ortada; ama illaki düşüneceğim diyorsan sonsuz sessizliği ve huzuru düşün. Bir darbe yeter sonsuzluk için. Allah kuluna nasıl kâfi olurmuş! Bak ne haldesin, niye yoktu daha önce, nerelerdeydi? Sen dinleme o sözleri bekliyorum seni.
Yaşamımın hiçbir aşamasında ölümle bu kadar yüzleşmemiştim. Ölüm ve yaşam ile alınmış bir randevu misali bir buluşmaydı tüm bu yaşanılanlar. İki sesten hangisine kulak vereceğimi inanın son ana kadar kestiremiyordum. Elimde bir hançer bileklerime bilenirken, bense konuşulan seslere kulak kabartıyordum. Ben değildim sanki o anda konuşan, farklı seslerin oluşturduğu bir harmoniydi tüm duyduklarım. İntiharla randevumun sonunda gördüm ki en doğru kararı vermişim. Hayat beklemiyordu ve düşünmek insanın en büyük esrarıydı. Derinlerden gelen, beni hayata bağlayan sese kulak verdim. Evet bir Allah vardı, biliyordum; lakin çokta inançlı birisi olmadığımdan Allah’ın hayatımdaki yeri, çocukken tasavvur edebildiğim kadarıyla sınırlıydı. Allah bizleri yarattı sonra kritik noktalarda hayatımıza müdahale ediyordu. Hayatımın en kritik noktasında “Allah kuluna kâfi değil mi?” sözü beni yaşama döndürdü. Bu öyle söylenmiş bir söz değildi, farklıydı; fakat aynı zamanda da benim anlatamayacağım kadar giriftti. Kübra’nın dediği gibi bu söz herkesinkinden etkiliydi; çünkü bunu bir insan söylememişti. Yaşadım ve şahit oldum, inanmayanlara da herhangi bir şeyi ispat etme gereğini duymadım.
3 Şubat, “Yeniden Doğuş”
-Bugün ne kadar güzel bir gün değil mi Kübra?
-Evet, şubat ayında ender rastlanan günlerden bir tanesi daha.
- Bugün ciğerlerime nefes bir başka doluyor sanki, bir başka yaşam beni sarıp sarmalıyor. (Kübra şaşırmış bir şekilde bakar)
-Neden öyle hissediyorsun?
- Çünkü ben bugün yeniden doğdum. Teşekkürler Kübra.
Kübra’nın kendisine neden teşekkür ettiğimi anlayıp anlamadığını bilmiyorum; ama yeniden doğuşumda onun da payının olduğunu itiraf etmem gerekir. “3 Şubat” benim yeni doğum tarihimdi artık. İçinde bulunduğum zorluklar ne olursa olsun, onları yenebilmek için hayatta kalmalıydım, çekip gitmek belki de yapılmış en kolay hareket olurdu. Pes etmemeliydim ve etmedim de. Hayat bana bir çelme atmadan bu sefer ben ona bir tekme atabilmeyi başarmıştım. Mutluydum, hem de tarif edilemeyen cinsten. Günahsız, saf, arındırılmış bir kimlik ile yaşama tekrar ortak olmuştum. Şimdi yeni şeyler söylemek gerekti.
9 Nisan, “Bütün Kupalar Benim”
- Mustafa Bey koordinatörler toplantısına Sizinde katılmanızı istiyor Sayın Mükemmel.
-Neden ki? Heyecanlandım şimdi, umarım sevindirici olur benim için.
- Tabi tabi çok sevindiricidir. Mükemmel bayan terfi mi ediyor yoksa!
- Dilek Hanım terfi etmem sizi oldukça rahtsız edecek sanırım.
- Ha hay! Ben mi rahatsız olacağım, yahu sen dünkü çocuksun, işinizin başına lütfen.
-Pekâlâ dediğiniz gibi olsun, iyi çalışmalar.
Dilek Hanım patronumun özel kalemiydi ve gözü hep benim üzerimdeydi. Açıklarımı kapatmaktan öte her seferinde ortaya döküyor beni zor durumda bırakmaktan adeta zevk alıyordu. Kıskanıyordu beni, tipik olan, kadınların birbirini kıskanması gibi bir olay değildi bu durum, beni şirketten uzaklaştırmak istiyordu, aslında haksız da değildi bu konuda. O gün Mustafa Bey tüm koordinatörlerin önünde benim terfi ettiğimi açıkladı. Sevincimi burada kelimelere dökmek oldukça zor, siz tahmin etmeye çalışın. Dilek hanım ile göz göze geldik bir anda, o kadar nefretle ve kızmış bir şekilde bana bakıyordu ki, gözlerimi hemen kaçırmak zorunda kaldım. Başarı basmaklarını yavaş yavaş çıkıyordum; lakin zor günler uzak değildi benim için. Artık bir satış koordinatörüydüm bir nevi minik patron olmuştum, hem de daha öğrenciyken. Mutluluk kapımı bir kez daha çalmıştı.
10 Nisan, “ Minik Patronun Mütevazı Kutlamasına Hoş Geldiniz”
- Sevgili dostlar, sevgili arkadaşlar ve siz sevgili Romalılar. Minik patronun mütevazı kutlamasına hoş geldiniz. (Gülüşmeler ve alkışlar)
- Zeynep abartma yaa! Alt tarafı bir koordinatör oldum, ne var bunda.
-Koordinatör oldu ya, hemen de “alt tarafı” sözünü ekleyiverdi önüne. (Gülüşmeler)
-Çok haklısın Kübracım, kızımız patron olsa, “aman ne var bunda” der, çok normalmiş gibi. Kızım kutlayacağız bugünü hem de doyasıya. Koordinatör- moordinatör benim için hiç fark etmez, terfi terfidir.
-Tamam kızlar, haydi kutlayalım o zaman. Tebrikleri duyamadım ama (Gülüşmeler)
- (Kübra ve Zeynep aynı anda yüksek sesle) Tebrikler Minik Patrooon
O gün gerçek arkadaşlığın ne demek olduğunu belki de ilk defa anlamıştım. Kötü anlarıma olduğu gibi sevinçlerime de ortak olan arkadaşlarım aynı kişilerdi. Mutlu olmak aslında üzülmekten çok daha basitti. Küçük bir tebessüm ile karşınızdakini mutlu kılabiliyor, aynı zamanda onun sevinciyle de siz mutlu olabiliyordunuz. Minik patrondu artık evdeki adım kızların tabiriyle. İlerleyen günlerde patron yukarı, patron aşağıya her işi bana yaptırmışlardı uyanıklar. Bu minik patron havasına kendimi oldukça kaptırmıştım; ama hoşuma da gidiyordu hani. Hayat iyi kötü beni bekliyordu ve yaşanılanlar iyi olmasa bile, ben her an güzeli görmeye çalışıyordum.
22 Nisan, “O Adam Benim Babam”
-Alooo! Merhaba Kızım, nasılsın?
-Sağol anne iyiyim, sen nasılsın?
-Ben de iyiyim kızım, derslerin nasıl? İş nasıl gidiyor? (Sesi titriyor)
-Hepsi çok güzel, işte terfi de ettim. Sesin niye titriyor anne, yoksa bir şey mi oldu da bana söylemiyorsunuz?
- Yooo! Gayet iyiyim ben. Maşallah kızıma terfi de etmiş, aferin yavrum.
-Anneeee! (Sinirlenmiş gibi) söyle ne oldu?
- (Hıçkırıklarla karışık bir konuşma) Kızım baban kalp krizi geçirdi, bu sefer durumu ciddiyetini koruyor.
-Anne Allah aşkına söyle yaşıyor değil mi? Bana doğruyu söylüyorsun, ciddiyetini koruyor derken beni rahatlatmaya çalışmıyorsun değil mi? (Ağlayarak yapılan bir konuşma) Hemen geliyorum.
-Doğru söylüyorum kızım. Bekliyoruz Seni.
Hayatta annenizi ve babanızı kaybettiğinizde kimseniz kalmıyor. Ne çalacak bir kapınız ne de gidecek bir eviniz artık olmuyor. Tek başınıza tutunmaya başlıyorsunuz hayata, annenin ve babanın yeri işte bu yüzden doldurulamıyor.
Babam ilk kez kalp krizi geçirmiyordu; ama her kriz Onu ölüme daha da yaklaştırıyordu. Onu bu sefer gördüğümde bir hayli çökmüştü. O adam benim babamdı, benim canım, her şeyim. Onun ne kadar kıymetli olduğunu bir kez daha anlamıştım. Elimdeki gitmeden onun değerini anlayacağıma, o gün babamın başucunda söz verdim. Nedense annemden çok babamı severdim, babam benim idolüm, koruyucum, sevgilim, her şeyimdi. Hep bana destek olan, kollarını açan ilk O olurdu. Baba işte yazarın dediği gibi “Hadi anlat kelimelere sığabiliyorsa”
30 Haziran, “ Kepleri Özgür Bırakın”
- Kızlar keplerinize mukayyet olun haa! (Gülüşmeler)
- Umurumda değil göğün en yükseğine fırlatacağım ben Zeynep, sen de öyle yap.
- Haklısın, sallayalım gitsin. Mezun olduk inanamıyorum.
- Evet, rüya gibi her şey. Hadi kızlarla fotoğraf çektirelim hemen. Arzuuu!
- Kızlar dişlerinizi gösterin haaa! Çok hoş bir fotoğraf olmalı bu.
- Üç, iki, bir… (Kepler havaya fırlatılır)
Bugün mezun oldum. İçimde tarif edilemeyecek bir mutluluk vardı, zaten mutluluklar nasıl tarif edilebilirdi ki! Artık işletmeci havalarına girmiştim, işimde de basamakları teker teker çıkmam her şeyin lehime olduğunun bir göstergesiydi. Sınavlar yoktu, uykusuz geceler şimdilik geride kalmıştı; ama hepsi de çok güzeldi doğrusu. Üniversite yıllarım bana hayatın gerçek yüzü ile ilk olarak tanışmamı sağlayan seneler olarak yaşamımdaki yerini aldı. O gün beni asıl duygulandıran olay: babamın hasta hali ile mezuniyetime gelmesiydi. İyi toplamıştı kendini, belki de yabancı olmadığındandır kalp krizi ataklarına. Ben, ailem, en iyi arkadaşım ve mezuniyetim, insan başka hangi gün bu kadar mutlu olabilirdi ki!
Bir Kadın Olarak Ben;…
Fatih Mehmet Mirza
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.