- 964 Okunma
- 3 Yorum
- 0 Beğeni
YOKSULLAR SOKAĞI
..
02. 01. 2006
Çocukluğumun en tatlı anılarını her köşesinde cimrice saklayan o yoksullar sokağına bunca yıldan sonra ilk defa dönüyorum. Ellerim böyle iri, adımlarım bu kadar uzun değildi o zamanlar... Çıplak ayaklarıma batar dururdu Arnavut kaldırımları bütün yaz. Bazen tökezler, sağ ayağımın baş parmağını çarpardım. Et tırnaktan ayrılır, yumulur kalırdım üstüne. Kirli yanaklarımdan yaşlar sızar giderdi. Yine de çok severdim onları...
Aynı kanepede yanyana oturuyorduk onunla. Herşeyden çok gözlerinin merak ediyordum nedense Sonra da için için neden ağladığını.
John Steinbeck ’ in "Bilinmeyen bir tanrı " ya isimli bir romanı vardı elimde. Büyük kısmını otel odasında okumuştum. Yüzellialtıncı sayfayı açtım. Joseph, karısı Elizabeth ’ in ölümünü anlatıyordu. Romana hayat veriyordu belki de burası. Bunu sezinliyor ama okuduklarımı anlayamıyordum bir türlü... Beynim gözlerime isyan ediyordu... O istediğini düşünecekti artık.
Boynu kuğuların ki gibi uzun, profilden yüzü ne kadar da güzeldi. Başı öte yana düştü. Camda ya da her an geride kalan yerde ne arıyordu ,rengini bilmek istediğim gözleri... Belki de telefon direklerini sayıyordu sebepsiz.
Yolculuktan ne zaman sözedilse , uyumamaktan yakınırdım hep . Uyandığımda o yoktu artık sol yanımda. Bacaklarımı ön koltuğun altına uzanmış buldum. Gerilmiş kalmıştım adeta. Bir müddet kendimi toparlayamadım. Şapşall’ığıma gülüyordu, annesinin kucağında yol boyunca ağlayan çocuk, şimdi de... Bir suç işlemişçesine utanıyordum, hatta o yaramazdan bile...
Düşüncelerim çatal çataldı. Kendimi toparlayabilmem için dövülmeliydim belkide. Esasen buna çoktan hak kazanmıştım ama ,durup dururken kim döverdi ki beni... Kafam işte böyle acaip şeylerle meşguldü.
"Şükür... Şehrin ışıkları göründü." diye bağırdı ,ön sıralardan, gençten birisi.
"Göründü görünmesine ama, ya şu yağmura ne dersin." diye cevapladı, arkadakilerden başka birisi.
Otobüs durdu, yolcular iniyordu. Karşılayanları vardı ekserisinin. Burası bir taşra kasabasıydı. Hemen hepsi için, yolculuk bitmişti... Gecenin onikisini vuruyordu kuledeki büyük saat ve ülez ülez yanıyordu sokak lambaları... Arnavut kaldırımları ışıl ışıldı, yağmur altında eskisi gibi...
Nihayet karşısındaydım işte o evin. Bahçe kapısı açıldı birden. Rahmetli anam çıkıyor sandım nedense... Oysa biliyordum ki ,artık bu köhne binanın benden başka kimsesi yoktu. Bu bir oyundu, gece yarısı rüzgarlarının, her sahipsiz kapıya oynadığı bir oyun... Paslı menteşeleri ağlıyordu her açılışında... Üstelik köpek havlamaları geliyordu içeriden...Ürkek - ürkek, ama gene de sürtünürcesine bir bekçi geçti yanımdan,Merhaba diyerek.O güneşli ilkbahar sabahını hatırlattı bana...
Bir simitçi Yaşar vardı, bir de güzel karısı Naciye... Naciye ’ ye tüm mahalle faullü bakardı... Yaşar deliler gibi severdi gene de onu. Bazen kapısı önünde oturur, ağlar ağlardı Yaşar...
"Neden içeri girmiyorsun, yoksa yine misafirlerin mi var ?.." diye alay ederlerdi.. onunla Yaşar esasen zayıf, hafiften eğri duruşlu ve uzunca yüzlüydü. Göz akları kırmızı, göz bebekleri nemliydi çoğu zaman...
Allah Yaşar’ın omuzlarına ,taşıyabileceğinden çok fazlasını yüklemişti... Yaşar, bu kötü BU çirkin dünyanın, hiç olmazsa insanları iyi olsalardı, hiç şüphesiz biraz daha yaşardı...
İşte o güneşli bahar sabahı, pos bıyıklı bekçiler, beli tabancalı polisler, fötr şapkalı efendiler girip çıkıyorlardı Yaşar ’ ın evine... o günün gecesi çığlıklar, korkunç çığlıklar işitilmişti Yaşargillerden...
Böyle şeylere karnı toktu yoksullar sokağının... Sıcak yataklarında uyuşmuş kollarını çıkardılar altlarından, bir yandan öbür yana döndüler, tatlı uykularına hiç ara vermeden.
İşte o güneşli ilkbahar sabahı, Naciye’yi yatağında ölü, Yaşar’ı tavanda asılı buldular...
YORUMLAR
Böyle trajik ne olaylar var kim bilir? Ama içinde olmak veya şahit olmak zor bir durum. İnsanların umursamazlığı ise ayrı bir mesele. Yoksa insan olmayı artık unutuyormuyuz ne?
Hazin bir öykü, anlatımsa harika, başlıyor ve "Hooop!" bitiriyorsun, hiç duraklamadan.
Ellerinize sağlık