- 641 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
BAHAR'I SEVER GİBİ
( Müebbetlik Hayatım’dan )
Dersimiz Edebiyat. Hocamız, yine benim annelerimden biri ; Ece Tuncay.Gerçekten
beni çok sevdiğine inandığım, benimle yakından ilgilenen, Edebiyatı sevmeme neden olan çokdeğerli bir insan.
Konumuz ; Fuzulî’nin Leyla ile Mecnun’u. Konuyu kim okuyor dersiniz ? Bahar ! O okurken, benim size daha önce söz etmeyi unuttuğum ,saç yolma tikimin doruk noktasındayım. Özellikle lise hayatım boyunca yoldum saçlarımı ama bir türlü bitiremedim. Sağ elimle en öndekileri ya da tepemdekileri tutup bukle yapıyorum ve söküyorum çoğu zaman. Öyle ki defter ve kitaplarım saçlarımla doluyor. Ne kadar da sık ve kuvvetli saçlarım varmış ki, bu gün bile çok az tepemde bir boşluk var, hepsi o kadar.
Ece hanımın dikkatinden kaçması mümkün değil. Fakat, okunan konudan sıkıldığımı sanıyor, ya da öyleymiş gibi yapıyor.
- Fikret, şimdi patlayacak ! İşte Divan edebiyatı böyle bir şey. Biraz sıkar insanı. Çünkü anlayamadığınız çok keklime geçer. Fakat, anlaşılabildiğinde ise büyük haz verir.
Durdu Bahar bir süre. Aslında biz Fen koluyduk ve Sosyal derslere fazla ağırlık vermememiz gerekiyordu. Fakat zamanımızın çoğu , özellikle Edebiyat konularında geçen Osmanlıca kelimelerin karşılığını sözlükten bulup yazmak ve ezberlemekle geçiyordu. Ben de hocamı çok sevdiğimden kendimi harap ediyor, uykularımı feda edip derse çalışıyordum.
Gözlüğümü takmadığım günlerde, uyumadan ve duş alarak geldiğim için gözlerim kıp kırmızı oluyordu. Bahar’ın çok dikkatini çekiyordu. Mahsun bir tavırla sorardı :
- Gözlerine ne oldu ? Kan çanağı gibi, diye.
- Şey, bu gece pek uyuyamadım da ! deyip geçiştirirdim.
Din ve Ahlâk bilgisi zorunlu olduğunda, Bahar da girmek zorunda kalmıştı. Maalesef namaz dualarını bile bilmiyordu. Hocamız, Pendik Çarşı camii vaizlrenden Alâaddin Şahin idi. Aydın, çağdaş,anlayışlı, bilgili, ideal bir din adamıydı. Din dersini bize sevdirmeyi başarıyordu. Yazılılarda Bahar’ın kâğıdını alıp namaz surelerini yazıyordum. Hocamızın fark etmemesi mümkün değildi ama göz yumuyordu işte. Bir gün sordum ;
- Hocam, sinemacılık günah mıdır ? diye. Verdiği cevabı hiç unutamadım.
- Şunu bir bıçak farz et. Bıçak ekmek kesmeye kullanırsan faydalı, adam öldürmek için kullanırsan zararlı bir şeydir. İşte sinemacılık da böyle bir şey.
Felsefe grubu hocamız, okulda çift tabancayla gezdiği konuşulan, dersinde nefes almaya bile korkulan, orta boylu, göbekli, pala bıyıklı, sert bakışlı, bir Karadenizli , Sabri bey.
Mantık dersindeyiz. Konu ; önermeler. Çok iyi hazırlandım. Kimin çalıştığını sorduğunda, yine her zamanki gibi, her derste olduğu gibi ikimizin parmağı havadaydı. Bahar’ın ve benim.
Önce Bahar’ı kaldırıyor. Bahar, kitabı yutmuş gibi, noktasına - virgülüne kadar sayıyor. Hoca memnun değil ; suratını buruşturuyor. Bahar, mahçup ; ’Daha ne yapayım ?’ der gibi bakıyor.
Beni kaldırdığında, kitabı da elime alıyorum. Hoca, buna izin veriyor zaten. Bir elime de tebeşir alıp, tablo çizerek, kitaptaki örneklere alternatif örnekler icat ederek , bir hoca gibi anlatıyorum dersi. Verdiğim örnekler : ’ O, doktor ya da kimyâger olmak ister !’ Sizce kim bu ? Elbette ki Bahar ! Diğer örnek ; ’Onun gözleri elâ ya da yeşildir !’ Sizce kimin gözleri bu ? Elbette ki Bahar’ın.
Bahar ne halde acaba ? Anlamaması mümkün değil bence. Hoca hayran kalıyor.
- İşte ders böyle anlatılır ; gördünüz mü ? Ne o öyle, kitabı harfi harfine anlatmak ! Kitap bende de var ! Mantık okutmaya çalışıyoruz burada ; Mantıkta ezberin yeri var mı ?
Çok pişmanım o dersi anlattığıma. Bahar, öğrencilik hayatında belki de ilk ve son defa böyle bir duruma düşmüştür. O da benim yüzümden. Bilseydim, yemin ederim ki, anlatmazdım.
Bana gücenmemiş ; aynı ilgisi, yakınlığı devam etti. O gün biraz durgunlaştı fakat çabuk atlattı. Beni tebrik bile etti ama ben Hocanın ona söylediklerine katılmadığımı, onun da güzel anlattığını söyleyip teselli ettim.
Dersimiz Kompozisyon, hocamız yine Ece hanım. Konumuz, arkadaşlık. Nedense sınıfın hatta okulun genelinde bir başarısılık vardı bu derste. Yüksek not almak herkesin harcı değildi. Üstelik çoğu zaman konular atasözleri, deyimler ya da klişeleşmiş bazı tartışma konuları olurdu. Örneğin ; ’Sanat sanat için midir, toplum için mi ?’ gibi.
Ecevit’in bir şiiri geldi aklıma : İnsanları Seveceksin. Başlığını böyle koydum yazının. İnsanları sevdiğimi fakat anlaşılamadığımı, bu yüzden onlarla arkadaşlık kurmakta zorlandığımı anlattım. Şiirin tamamını da alıntı olarak yazdım .
İNSANLARI SEVECEKSİN
Anlamıyor bu vatan seni diye, bırakıp kaçacak mısın ?
Anlamıyor bu insanlar seni diye, benzin döküp yakacak mısın ?
Kaderin senin, anlaşılmamak ! Ve yücelerde bir kale; aşılamamak !
Kimbilir daha kaç nesil, hatta öldükten sonra bile ; dayanacaksın !
Cephede vurulan bir asker gibi, ayakta kalacaksın !
Salkım saçak baharlar açarken, sen dört duvar arasında
Anlıyormuş gibi bu insanlar seni, duyuyorlarmış gibi, kalbinin sesini,
Küfürlere ve nankörlüklere karşı göğsünü siper edeceksin !
Bahar’ı sever gibi , insanları seveceksin !
Ve bir Nisan sabahı ,ipe götürseler de seni,
Kanı beş para etmez herifleri, davan için affedip
Bahar’ı sevdiğin gibi, insanları seveceksin !
Hoca çok beğenmiş kompozyonumu ve on üzerinden dokuz vermiş. Üstelik etkilenmiş. Ve kırmızı kalemle bir de not düşmüş kâğıdımın üzerine : ’Sen bir hümanistsin !’ diye.
Sınıfta notlarımızı okurken bu yazımla ilgili övgüler yağdırdı bana. Sonra da herkesin kâğıdını incelememiz için dağıttı. Bahar, ısrarla kâğıdımı istedi okumak için. Benim yine meşhur inadım tuttu. Galiba bira da korku idi bu. Şiirde Bahar sözü çok geçtiği için, onunla ilgisi olduğundan şüphelenme ihtimalinden korkmuştum. Canım Bahar’ım ; neredeyse çocuk gibi yalvardı bana da bir türlü vermedim ona. Galiba ben bir öküzüm !
Bir günlük ufak bir kırgınlık yaşadık. Kırgınlıktan çok sitemdi onunki. Sonradan pişmanlık da duydum aslında. Keşke ben de onun kâğıdını isteseydim.
Dönem sonunda sınıftan sadece ikimiz takdirname aldık. Lise iki, Fen kolunda takdirname almak o zamanlar pek herkesin harcı değildi doğrusu.
Aşkımı söyleyemeden, sorduğunda bile itiraf edemeden, on beş gün görüşme ihtimalimiz olmadan girdik sömestre tatiline.
Özleyecektim onu. Bu on beş gün onu özlemek ve ona açılıp açılmamak konusunda karar vermek ve bunu nasıl yapabileceğimi bulmak için düşünerek geçecekti.
(Devamı ;Olamazsın,dedim)
Fikret TEZAL