MAZİMİ GERİ İSTİYORUM
BU YAZIYI;
40 Yaşından küçükler okumasın, komik gelir.
40 Yaşından büyükler de okumasın, hüzün verir...
Yıllarca büyüklerimden dinlediğim, zar-zor hatırladığım kadarıyla da bir bölümünü yaşadığım, dinlerken eyvah dediğim, yaşarken ise hep yakındığım, şimdi düşündüğümde ise zor geçen ama mutlu olduğum, sıkıntılı günlere sabırla göğüs gerdiğim o eski yıllarımı geri istiyorum.
Yani kısacası; ben mazimi geri istiyorum.
Hiç hatırlamıyorum ya; kerpiçten yapılma, ama çok sağlam, çatısı dam olan, ama hiç akmayan, ataerkil-kalabalık bir ailenin yaşadığı, ama tüm fertlerinin küçük şeylerden mutlu olduğu, elindekilerle yetinmeyi bilen, kanaatkar insanların yaşadığı küçük bir evde doğmuşum ben. Yıllar önce ölen başka bir ninenin yetiştirdiği, okuma-yazması olmayan, köyünden dışarı çıkmamış, hastane yüzü görmemiş, asıl uğraşı tarım ve hayvancılık olan ama ek iş olarak ebelik yapan, ücretini de kendi belirleyen bir ebe yaptırmış doğumu. Ücret derken para olarak değil tabii. Verenin isteğine bağlı olarak; buğday, un, tavuk, hindi, yumurta, kumaş vs. Çoğu zamanda teşekkür... Ama asıl ilginci, tam teşekküllü bir hastaneden sağlık raporu almış kadar sapasağlam olarak doğmuşum. Hediyelerim ise tebessümler, gülücükler, biraz da tarladan toplanan sebzelerle delikli 1 kuruşlar olmuş.
Ama şimdi bakıyorum, tünel kalıptan yapılma, parmakların sayısından fazla katı olan, ve mühendislerinin sözde övünç kaynağı olan devasa apartmanlar; akıyor, sızıyor, hatta çöküyor, yıkılıyor. Son derece pahalı ve lüks eşyalarla döşenmiş, sadece anne baba ve genellikle iki çocuğun yaşadığı evler mutsuzluktan kırılıyor. hiç kimse halinden memnun değil, hep daha fazlasına talip ve gözü daha yükseklerde, haline şükreden yok. Çocuklar ise tam teşekküllü büyük hastanelerde, hatta en donanımlı özel sağlık kuruluşlarında, adeta dünyaya transfer ücreti ödenerek yaptırılan doğum operasyonlarında, altınları ve her türlü ihtiyacı önceden hazırlanarak ve çok çok özel bir misafir gibi aylarca heyecanlı bir şekilde yolu beklenerek dünyaya teşrif ediyorlar. Çoğu kez de bir-kaç ay erken ve minik cüsseyle dünyaya adeta zorla teşrif ettirilen, nefes alırken bile yorulan bu bebekler neyin nesi oluyor. O zaman kimse kusura bakmasın, ben mazimi geri istiyorum…
Bebekliğimde anne sütünü 4 yıl içmişim, bunun dışındaki beslenme menüsü ise genellikle un çorbası, ekmek doğranmış şerbet, su ve yıllarca kullandığım tek emzik olmuş. Çoğu kez de annemin serçe parmağını emmişim avunma için. Köyün belli yerlerinde bulunan, zamanında adına türkü yakılmış olan ve höllük diye bilinen toprak, ısıtılıp eski elbiselerden yapılan bezlere konularak bezlenmişim. Toprağın sıcaklığı soba görevi yapmış, emiciliği ise çocuk bezi olmuş. Babaannem bütün hünerini sergileyerek kullanılmış şeker ve un çuvallarından bana elbise dikmiş ve okula gittiğim günlere kadar bunları giymişim. Bayramlıklarım akraba ve komşu çocuklarının küçülen eski elbiseleri olmuş. Ayaklarıma ise; ya hep ayağımdan çıkan büyük numara, ya ayağımı sıkıp yara eden küçük numara ya da her bir teki ayrı ayakkabılar giymişim. Yaz günlerinde ise evin önünde yalınayak, amcalarımın tahtadan ve telden yaptığı oyuncaklarla oynamışım. Anne ve babamla aynı odada, köşedeki bir yer yatağında, 3-4 kardeşle birlikte uyumuşum. Ama itiraf etmem gereken bir şey var ki; çok yaramazmışım. Ailem, komşularım ve yakınlarım, daha doğrusu bütün köy benden çok çekmiş. Sabahlara kadar uyumamış, kimseyi de uyutmamış, şimdi olsa kaldırıp denize atarlardı diyebileceğim yaramazlıklarım olmuş.
Şimdiki çocuklara bir bakın; daha doğduğu gün kuvözde, doğar doğmaz yada 1-2 ay içinde anne sütünü terk etmiş. Ya 1 Kg. ın altında, ya 7 aylık, yada özürlü. Birçoğu problemli yani. Sanki dünyaya geldiğine pişman. Ama aile bütçesini sarsan çocuk bezleri, büyükleri özendiren mamalar, hediyelik altınlar, pahalı ve ithal oyuncaklar, markalı giyecekler vs. her şeyi hazır, bankada adına açılan hesap cüzdanı yada sigorta poliçesi de. Beşikler birinci sınıf mobilyadan, Herkesin gözü onda, tüm aile üzerine titriyor, suyu kaynak suyu ama yine de ekstradan kaynatılıyor, sütü pastörize, of dese hastanede, öf dese pastanede. Ailenin tüm ihtiyaçları, hatta mutfak giderleri bile kısılıp, evin yeni reisinin zevkine tahsis edilmiş. O yat dese tüm aile yatıyor, kalk dese kalkıyor adeta. Bütün planlar onun üzerine yapılıyor. Gelecek korkusu şimdiden sarmış hepsini. Yok arkadaş, artık dayamıyorum, ben mazimi geri istiyorum…
Hele birde hatırladığım o özel günlerime bir bakın; İlkokula 5 nci sınıflar dahil, tüm sınıfların bir derslikte ve tek öğretmenle eğitim gördüğü 2 Km. uzaklıktaki köy okulunda başladım.. Daha doğrusu siyah önlüklerle her gün 4 Km. yol yürüdüm. Kışları evlerimizden götürdüğümüz odun ve tezeklerle ısındık, süt tozundan yapılan ve bedava dağıtılan sütü almak için her gün sıra bekledim. Okul harçlığım mı? O zamana göre büyük bir para; sıfır kuruş. Ama hakkını vermek gerekirse eğer, artık okullu olduğumuz için elbise ve ayakkabıda üçüncü kaliteye geçtim. Akşamları gaz lambasının ışığında, ev halkının pilli radyo ile ajansları ve istek türkülerini dinlediği yayınlar eşliğinde ders çalıştım. Eski ders kitaplarımdan başka da kaynağa sahip olamadım hiç. Büyüklerim beni öğretmenlerime o meşhur tekerlemeyi söyleyerek teslim ettiler; eti senin kemiği benim. Öğretmenlerimizi babamız bildik ve hep korkuyla ağırlıklı bir saygı duyduk. Okulun temizliğini, bahçe işlerini, ağaç dikimini o küçücük bedenlerimizle ama büyük bir özveriyle yaptık. Karanlık sokaklarda körebe, saklambaç ve elim sende oyunları oynadık. Kirlettiğimiz elbiseler avluda kaynatılan sıcak suyla ve deterjan olarak kül kullanılarak leğenlerde yıkandı. Yüzmeyi köyün altından geçen ve çamurlu akan sulama kanalında öğrendim. Ayakkabılarımız lastik olduğu için boyanma derdi yaşamadı hiç, ama o ayakkabılarla top oynadığım için, yırtılacak diye çok azar işittim rahmetli babaannemden. Fakirdik, ama daha o yaşlarda, paraya da para demiyordum hani. Çünkü “R” leri söyleyemiyordum. Teneffüslerde su içmek için yakındaki çeşmeye gidiyor, acıkınca evden getirdiğim kavrulmuş nohutları yiyor, yağışlı günlerde ayaklarım su çekmesin diye çoraplarımın içine naylon poşet giyiyordum. Daha buraya yazılamayacak kadar çok bir sürü teferruat. Böyle bir hengame içinde geçti gitti ilköğretim hayatım. Fakat hiç şikayet etmeden…
Şimdi mi? Gerek ilk öğretim, gerekse orta öğretimde bir çok reform yapılmış. Tüm düzenlemelerde öğrenci odaklı olarak düşünülmüş üstelik. Sınıflar 30-35 kişilik, ısınma mükemmel, internet dahil bütün kaynaklar ortalıkta, ama ders çalışmak yok. Giyimde kalite kallavi, jilet gibi ütülü. Harçlıklar evin reisinin harçlığından fazla. Servis kapıdan alıp okulun bahçesine bırakıyor. Hem aileler hem öğretmenler öğrenciler için seferber olmuş. Ama gel gör ki okullar panayır yeri gibi, öğrencilerde yaka-paça açık, başkaldırmak moda olmuş, sigara içme yaşı ilköğretim çağına düşmüş. Öğretmeni, öğretmen olduğuna pişman etmiş, kavga etmek moda olmuş, okulu okul gibi değil evden kurtulma aracı gibi gören bir nesil. Ne bu yaa… Ben mazimi geri istiyorum.
Ya o gençlik çağlarına ne demeli… Her ne kadar giyim ve ayakkabıda ikinci kaliteye geçtimse de hepsi o kadar. Gerisi yine aynı. Hayatım-2… çocukluk filminin ikinci versiyonu yani. Artık hafta sonları hariç ilçede yaşıyordum, çünkü ilkokul bitmişti ve okuluma devam etmek için başka bir yol yoktu. Bu da çok keyif veren bir güzellikti benim için. Evdeki radyomuz bozulduğu için artık maç yayınlarını komşumuzun radyosundan dinlerdim, ama genelde ajanslarla aynı saate denk geldiği ve komşu dede ajans dinlediği için de yarım-yamalak olarak. Yabancı ülkelerden Türkçe yayın yapan radyoları kısa dalgadan bulup bir azalıp bir çoğalan tonda, o günlerde bizim radyolarda yasak olan arabesk müzik dinlerdim bazen. O günlerde Teyp dediğimiz kasetçalar sadece zenginlerde vardı, ama çevremizde de zengin yoktu yani. 2-3 arkadaş ortak olup köyleri dolaşıp destan satan adamdan saman kağıda yeşil yazıyla yazılmış destanları satın alır ve günlerce onları ezberlerdik. Yazlık sinemada o günlerin meşhur Kara Murat ve Malkoçoğlu filmlerini izleyebilmek için arkadaşlarımla sinemanın etrafındaki ağaçlara tırmanır ve her seferinde de bekçi tarafından filmin yarısı olmadan indirilirdik. Hiçbir filmin acıklı veya mutlu biten sonunu görmek nasip olmadı bize bu yüzden. Hafta sonları ve tatillerde ise yine köye gidiyor, hayvan otlatmak, tarlada çalışmak ve büyüklerimizin verdiği görevleri yapmak gibi asıl mesleğimizi icra etmeye devam ediyordum. O dönemlerde ağabeylerimiz, vatanına kurban olsun diye saçına kına yakılarak uğurlanıyorlardı askere. Böyle bir sürü tatlı hatıra. Ama doğrusunu söylemek gerekirse, bunların hepsinin insanı mutlu eden bir tarafı vardı mutlaka. O günlerin en büyük mutluluğu ıslık çalmayı öğrenmek, yüzme bildiğini söyleyebilmek, yamasız elbise giymek gibi sıradan şeylerdi.
Bu günün gençlerinin maşallahı var. Giyimde birinci kaliteyi daha çocukluğunda yakalamış, Pahalı dershaneler, Televizyon, Bilgisayar, İnternet, Cep Telefonu, MP-3 çalar… Okul gezileri, deniz turları vs. Her şey, her yerde ve her zaman elinin altında hazır durumda. Harçlık bol, tüketim gırla, ama üretim sıfır. Okulu asmalar, geç saatlere kadar gezmeler, sınırsız ve yasaksız bir hayat felsefesi. Askerlikten yırtmak için bir sürü dalga dümen. Tamam, kabul, ama tüm bunlara rağmen halen mutsuz, problemli, sıkıntılılar. Öylemi, peki o zaman… Ben mazimi geri istiyorum.
Derken İlk aşk. Çocuksu duygularla tam 4 yıl kendimi yedim bitirdim, sabahlara kadar uyuyamadım ama kimseye anlatamadım. Şarkı dinlemeye vurdum kendimi, ama o günkü şarkılar neydi öyle, üst üste iki şarkı dinleyince kendine gelmek için iki gün geçmeliydi. Şiirler yazdım kimse anlamadı, sigaraya alıştım sebebini soran olmadı, onun anısına hatıra defteri tuttum, hep erkek arkadaşlarım doldurdu sayfalarını, ama her sayfası aynı; sevgili arkadaşım, kalbin kadar temiz bu beyaz sayfayı bana ayırdığın için filan. Telefon zaten yok, direkt teklif etmek te köyde ihtilal sebebi olur diye mektup yazıp duygularımı açmayı düşündüm, ama, sanki dünya başıma yıkılacak sandım. Öylece kaldı içimde, sonra geçti sancısı, ama ilk aşk olduğu için mi nedir, hiç çıkmadı içimden.
Hayat devam etti tabii sora, sıkıntılar da… Kısa kollu gömlek ve kot pantolon ayıp sayılırdı köyde, saç uzatmak ta. Bu yüzden hafta sonları köye tedbirli giderdik. Büyüklerimizden azar işitmeyelim diye. Delikanlıyız ya, ayıba konu olmak istemezdik. Meyve olarak elmadan başka bir şey bilmedik, muz, nar gibi özel meyveleri ortaöğretim tahsili için gittiğim ilçede ancak görebildim, bunları yemek ise, ancak maaşa geçince kısmet oldu. Bayram diye alınan bir ayakkabı için bu güne kadar hiç sevinmediğim kadar sevinmiştim bir seferinde. Tarlalardan çok karpuz çaldık, ağaçtan erikleri dallarıyla kopardık arkadaşlarımla. Şaka diye bir çok yaramazlık yaptık, yakalandığımız da oldu, azar işittiğimizde. Ama hep saygılı davrandık, haddimizi hiç aşmadık. Onun içinde hep sevdiler bizi büyüklerimiz, bizde böyle yaşamaya alıştığımızdan mı, yoksa daha iyi bir hayata alışmadığımız için mi nedir, hiç sıkıntı etmedik bunları.
Sonra hayata atıldık tabii, evlenip çoluk-çocuğa karıştık, Dikenli hayat yolunda yıllar boyu ne cenderelerden geçtik. Eğildik, büküldük, savrulduk, ama hep geri doğrulduk, hep ayakta kaldık, düşmedik. Utanacağımız ve pişmanlık duyacağımız hiçbir şeyde olmadı mazimizde. Ama hayat bu, sabah ola hayrola, bu günlere geldik ama, nerede ne olacağımız belli değil. Dert çok, sıkıntı bitmez, bu kadar sene geçti, yaşadık mı yoksa bir rüya mı gördük. Halbuki işin aslı şu; alt tarafı yalan dünya, ama olsun, canımız sağ ya, ötesi hiç mühim değil, az bir mutluluk mu bu?
Şimdi aşklar uluorta yaşanır oldu, bir gizemi de kalmadı tabii. Buna paralel olarak şiirlerde bozuldu şarkılarda. Hatıra defterinin yerini cep mesajları aldı, 40 türlü melodiyle çalıp insanın ayarını, dahası aşkın büyüsünü bozan. O günlerin moda aşk ifadeleri olan İşlemeli ve kokulu mendiller, saç telleri, ıslık çalma, çeşme başında su doldurma gibi yöntemler şimdi komedi filmlerine konu oldular. Saçlar ve favoriler 72 türlü şekil verilerek kesiliyor, Teknoloji ve giyim sektörünün bizzat kendisi bile artık modayı takip etmekte zorlanıyor, moda da İstanbul’ la aynı anda bizim köye de geliyor ya. Değmeyin keyfine gitsin. Olmadı başka metodlar deneniyor, popüler kültürün inanılmaz etkisi de kullanılarak, tüketim toplumu yaratılıp rant elde etmek adına gençlerimiz, hatta bütün toplum, her yıl birkaç kez deneniyor maalesef. Öfffffffff…
Yok yok, kararımı verdim, ben mazimi geri istiyorum.
Gelelim bugünümüze… Yediklerimiz hep birinci sınıf, ama ya hormonlu, ya fast-food, ya aperatif, ama miktarı ve alternatifi bol. Ancak ya doyurmuyor, ya hasta ediyor, ya da ne olduğunu anlamıyoruz bile. Giyimde de sonunda 1 nci kaliteye geçtik, gardıroplarımızı doldurduk, kuru temizleme, ütü, vs. derken pırıl pırıl hepsi. Ama bir türlü istediğimiz elbise ve ayakkabıyı bulamadık daha. Arabalarımız son model, cep telefonlarımız son moda, gözlüklerimiz markalı, tatiller ekstra tarifeli, ceplerimiz Kredi Kartı dolu, her alanda moda diye tutturmuşuz. Ama her zaman harcadığımız kazandığımızdan fazla.
Komşularımızı tanımadığımız gibi acılı ve mutlu günlerinden haberimiz bile olmuyor, aile içinde bile frekans ayarları bozuk. Bayramları tatil yapmak için bir fırsat görüyoruz, bütün dünyanın zevk aldığı maç izleme olayını deşarj olma bahanesiyle kavgalı-gürültülü türbin maçlarına çevirmişiz, önem verilen değerler bir kenera itilmiş. Herkes birbirine karşı sabırsız ve hoşgörüsüz, insan olmanın gerektirdiği asgari güzellikler bir bir kayboluyor. Sevgi üstüne kurulan bu dünya, sevgisizlik yüzünden yıkılmak üzere...
Çok değil, 30-40 yıl önce böyle miydik biz, bir evin ölüsü, aynı zamanda o köyün de ölüsü değil miydi? Düğünlerde tüm mahalle bir havadan oynamıyor muydu? Bayramlarda aile tam anlamıyla bir bayram sevinci yaşıyor, evler misafirle dolup taşıyor, küskünler barışıyor, yıllardır birbirini görmeyen akrabalar taa uzaklardan gelip hasret gidermiyor muydu? İnsanlar güler yüzlü, toleranslı ve yardımsever değimliydi?
İyide; Böyle neler oluyor, bu güzellikler nasıl oldu da bu kadar kısa zamanda kaybolup gitti ve bize maziyi aratır oldu, nasıl, nasıl…
Peki, öyle mi, o zaman herkesten özür diliyorum… Ama dediğimde de diretiyorum, ben mazimi geri istiyorum.