"Ben, bu yaşanılanları hak etmedim"...
Elimizde kalan kırık dökük her öyküye bakıp da başka öykülere öykündüğümüz anlarda, hiç tereddütsüz ve bir o kadar telaşsız bir şekilde dökülür dudaklarımızdan: "Ben, bu yaşanılanları hak etmedim"...
Çocukken kurduğumuz hayallerin hiçbirinde kötü kalpli cadı veya prensesi öldüren hain avcı rolünü kendimize layık görmediğimizdendi belki, en temiz, en masum, en beyaz hayatların bizimki olacağına dair inancımız...
Hiçbirimiz, hayatın bizi getirip bırakacağı bu noktayı öngörmedik kendimize.
"Biliyor musun" diye başlamıştı söze, gözlerime hiç bakmadan elindeki bir demet papatyanın yapraklarında gezdirirken gözlerini: "İnsan, en büyük yalanlarını hep kendine saklarmış"...
Elindeki kitabı masanın üzerine koyup orta sayfalardan birini açtığında, sanki kendi sözlerini satırlarda yineliyormuşçasına fısıldadı: "Yalan, iki türlüdür. Birincisi; başkalarına söylediğimiz yalanlar. O kadar tehlikeli değildir bu. İkincisi; insanın kendine söylediği yalanlar. Öyle inanırız ki kendi yalanlarımıza, kendi yalanımızın gelip bizi kuşattığını, boğduğunu fark etmeyiz bile. Asıl tehlikeli olan budur!"
Düşündüm...
Bizi, kendi kendimize yalan söylemeye iten öykünün kapağı aralandığında, hangi göz değmemiş satırlarla karşılaşılabileceğini düşündüm...
Aslında hiçbirimiz fark edemedik; bize en büyük kötülüğü, büyük bir inançla sarılıp sahiplendiğimiz masallar yapmıştı.. Biz, fark edemediğimiz en büyük yalanımızı, kendimizin bir masal kahramanı olduğuna inanmaya başladığımız an söyledik. Ve yine biz, yani ki denizkızlarının varlığına inanarak büyüyen talihsiz çocuklar, büyük bir yanılgıyla okyanusları arşınlamaya başladığımız noktada düşmüştük en büyük yanılgıya. Bütün bir ömrü beyhude yere hayalindeki denizkızını bulmak için uçsuz bucaksız sularda tükettikten sonra limana dönen gemici misali, ömrümüzün en beklenmedik zamanında fark ediverdik; denizkızları, çocukluğumuzun o sıcak masallarında kaldı.
Gerçekle yüzleşmenin ne kadar soğuk ve bir o kadar yakıcı olduğunu bilenler anlarlar, yitirilen düşlerin bir anda nasıl hem buz kestirip hem de kavurduğunu ellerimizi, gözlerimizi, diz kapaklarımızı...
Çocukluğunu masallara inanarak geçirmiş şimdinin yetişkinleri, yüzlerine vuran o soğuk rüzgarlarla sıçramanın düş dünyasından, nasıl da simsiyah bir inançsızlığın ortasına sürüklediğini iyi bilirler.
İşte tam da o an, denizkızlarının sadece masallarda yaşadığı gerçeğiyle yüzleşip de okyanuslarda boşa tükettiğimizi gördüğümüzde ömrümüzü, iki avucumuza ağlamaklı gözlerle bakıp fısıldıyoruz kendi kendimize: "Ben, bu yaşanılanları hak etmedim"...
Oysa ne güzel yazıyordu o satırlarda: "Hayatın yüzde onu başıma gelenler, yüzde doksanı bunlara verdiğim tepkidir" diye...
Ve ömrümüzün bol yıldızlı bir gecesinde (yine bir anda) anlayıveriyoruz ki; "Ben, bu yaşanılanların hepsini hak ettim"...
Kendi seçimlerimizin bizi getirip bıraktığı noktaysa eğer isyan edişimiz, en büyük isyanımız kendimize olmalı; kendi yalanlarımızda boğulup gittiğimiz için.
Sonra uzaktaki sevgili. Sonra, göz yaşı. Sonra, kadınlar ve çocuklar. Sonra kitaplar. Sonra yoksullar. Sonra eski arkadaşlar. Sonra şarkılar. Sonra babanın emekliliği. Sonra... Sonra annen. Bir de uzakta bir köy mezarlığı. Durmadan yaklaşan, üstüne üstüne gelen.
Kelimeler giydiremiyor onu. Hele kelimeler. Akıldan çok kalbin işi kelimelerle... Akıl kırılmaz çünkü, incinmez... Söz, dille yani dilin diğer anlamı gönülle bağlı kalbe, sözün asıl muhatabı kalp... Kıyamıyor kelimelere kalp, giyinilecek bunca şey varken! Çünkü, üstünde taşımıyor kalp kelimeleri, damarlarında taşıyor! Ah kalbimiz, ne kadar ortada, ne kadar savunmasız, ne kadar çıplak. Ve ne kadar affedici. Çünkü yere göğe sığamayan, gelip gönle yerleşiyor... Affetmek, kalbin kanında var!
Şimdi yeni öyküler yazmak yerine, oturup kendi öykülerimizi gözden geçirmeliyiz belki de.
Hastayım...
Yorgunum...
Seni bekliyorum...
Zaman, akışta..
Sen Hangi Masala İnandın..
bilirsin gitmek bazen en çok kalmaktır...
(hires)
YORUMLAR
Güzelden de Güzeldi.Gerek konu gerek bütünlük gerekse vurgu.Her şey yerli yerine o kadar güzel oturmuşki.Size gıcık bile olsam bu yazıyı severdim.Daha güzel bir ifade bulamadım Özür dilerim.Okurken hissettirdiğiniz bir şeyi paylaşmak istedim.Önce aklımız kırılıyor sanırım.Akıl kırılmadan Kalp devreye girmiyor zaten.Aklın Ustalığını yitirdikten sonra Kalbin acemiliğiyle ara sıra aklı rehber ederek ve onu dinlemeden yürümek düşüyor payımıza.Belki İlk akıl kırılmamız Sebeplide olsa mana yükleyemediğimiz ama yediğimiz bir tokat.Yada işe yaradığımızda sevilip yaramadığımızda küsülen varlığımız.Aklın Varsın emrini bir fiske ile Şöyle yapki sevsin'e terk ediyor.Çok gönüllü az akıllı olmamız bundan olabilirmi ne dersiniz.sevgi ve selam.