DİRİLİŞ
Karlı bir kış sabahı... Soğuk, iliklere işleyen haşmetiyle kendini hissettiriyor. Yatağa serdiğim çarşaf büzülüp kalmış yatağın bir yanına. Yorgan da bu hareketlilikten rahatsız olmuşa benziyor; üstümden sıyrılmış, küsmüş, yığılmış bir kenara. Karnımda tarifsiz bir sancı; üşütmüş olmalıyım. Geceden yaktığım soba da bir yığın küle mesken olmuş. Zarif hareketlerle insan zevkini celbeden bir balerin gibi, buğulu camdan kar taneleri usul usul süzülmekte. Bu eşsiz manzaranın aksine odanın içi bir viraneyi anımsatıyor. Dağınık bir masa; bir gazete yaprağının üzerine önemsizce konulmuş, altına yapışıp kurumuş çamurlarıyla bir ayakkabı; sandalye üzerine rast gele atılmış pantolon, kazak, palto gibi kışlıklar; hemen yanında bir haftaya yakındır yıkanmamış altı delik çoraplar; akşamdan atıştırılmış yemekten arta kalan kirli bir tabak; rutubetlenmiş, yer yer dökülmeye yüz tutmuş duvarlar; nemin ve sigaranın eşyaya sinmiş bezdirici kokusu... Tüm bunların arasında deprem sonrasında içinde canlı aranan bir apartman enkazını anımsatan bir şahıs: BEN. Enkaz da benin, canlı da benim, arayan da benim bu garip arayışta. Beynime hücum öden düşünceler, enkaz yığınlarını aralamak için sallanan her kazma darbesi gibi ruhumda derin yarıklar açıyor. Yataktan kalkmaya üşeniyorum. Gözlerim hala uykuya hasret. Bir o yana dönüyorum bir bu yana. Farklı şeyler düşünmeye çalışıyorum; ancak bu garip düşünceler birer bekçi gibi beynimin tüm algılarını kuşatmış, diğer düşüncelere yer vermiyor. Gözlerimi yummayı deniyorum bu kez. Ama hayır; sadece kendimi kandırıyorum. O düşünceler var olduğu için ben vardım. Gözlerimi bu garip düşüncelerden sıyrılamayacağımı anlayarak sefil odama yeniden açıyorum. Her şey yerli yerinde. Hatta bu kez az önceki dağınıklık daha fazla rahatsızlık veriyor ruhuma.
Kar, hızını arttırmış vaziyette... Pencere önünde kar yığını bile oluşmuş. Tam bu manzarayı seyrederken gözüm, bu eşsiz doğa filmine sahnelik eden pencerenin sağ üst yanındaki fotoğrafa ilişiyor. Annem ve babam... Pos bıyığı, zifiri karanlığı anımsatan saçları ve dik duruşuyla babamın gençliği canlanıyor hayalimde. Ve annem... Vakur, kararlı ve şefkatli bakışları, tebessümün hiçbir vakit eksik olmadığı güleç yüzüyle "Yavrum!" deyişi canlanıyor hayal meyal. Ama tüm bu hayallerim, kırılan bir camın parçaları gibi dağılarak ruhumun diken kaplı yamaçlarını aşındırıyor. Ve son gördüğüm halleriyle, kaza sırasında kana bulanmış çehreleri ile dikiliyorlar karşıma, karmaşık düşüncelerimin arasından. Ve bir sorunun aks-i sedası beynimden geçtiği her zerrede yankılanarak beynimde düğümleniyor. Neden ölüm? Neden siz, anneciğim babacığım? Ağlamalı mıyım? Yoksa gerçeklerle başı dik, alnı açık bir biçimde yüzleşmeli miyim? Evet evet, yüzleşmeliyim!
Varlığım, et ve kemikten, gündelik ihtiyaçları karşılamaktan teşekkül olamaz. Bu muhteşem beden, mikro âlemden makro âleme uçsuz bucaksız bu kâinat, bu döngü, yağan kar, açan çiçek, doğan güneş ve sayamayacağım çoklukta daha nice ayrıntı sadece yaşanmak, gelip geçici bir senaryo hüviyetinde kalmak için var olamaz! Olmamalı! Nice insan göçüp gitti bu fani âlemden. Hâlâ göçmekte ve göçmeye devam edecek. Peki, bu başı sonu belirsiz gidiş nereye? Gündelik hayatta herhangi bir cisim ya da eşya için ayrı ayrı sebepler sunarken, bu muazzam kâinat için nasıl olur da bir rastlantı ve sebepsizlik kurgusunun karanlık kuytusunda saklanmayı hüner sayarız? Basit bir filmin bile gösterime girene dek defalarca provalardan geçerek ancak bir yönetmen düzenlemesinde hayat bulduğu gerçeğini kabullenen beynimiz, nasıl olur da her yönüyle muhteşem bir âlemin her karesinde oynanan sayısız filmin bir yönetmeni, bir düzenleyeni ya da bir yönlendireninin olması gerektiği gerçeğini kabulünden hep kaçar?
Hayatın bir bulmaca olduğunu ve bu bulmacanın her karesinde ayrı bir gerçeğin gizlendiğini, bunun da ancak düşünerek, kendimi sorgulayarak gerçekleşeceğini anlamanın zamanı geldi! Bu pespayelik, bu çirkeflik yığınından doğrularak üstümdeki atalet kabuğunu kırmanın vakti geldi! Gerçeğe, huzura ve ebedî mutluluğa susamış bir gönülle doğruluyorum yatağımdan. Beni ben yapan, beni özüme düşman eden bu bataklıktan kurtuluyorum artık. Bu bataklıkta leş sinekleri üşüşsün artık.
Şimdi daha iyi anlıyorum ki, her birimiz sonsuz karelerden oluşan bir bulmacanın içindeyiz. Açılacak her kare bizi gerçeğe bir nebze daha yaklaştıracaktır.
Dışarıda kar yağışı seyreldi. Güneş tatlı bir tebessümle bulutların arasından görülmeye başladı. Artık mutluyum. Beynimin prangalarını kırıyorum. Sonsuz olan sona bir nefes kaldı.
Sedat Aydın