- 1415 Okunma
- 6 Yorum
- 0 Beğeni
YEŞİL SİNEKLER
Porsuk (Eskişehir’de bir çay) , iki kenarındaki cafelerde bilardo, okey, konken oynayan ya da dışarıya atılmış sandalyelerde sohbet eden binlerce öğrencinin dikkatini çekebilmek için olmalı, aheste aheste akıyordu. Önceleri, kentin batısındaki kumaş fabrikasının kullandığı boyalara göre hergün değişen rengi, arıtma tesisleri yapılandan beri, yağan yağmura, eriyen kara, esen rüzgara göre değişir olmuştu. Yeşil, gök, toprak rengi... Yıllar öncesi, daim olan gök renginden dolayı, Göksu olarak da adlandırılırdı.
Adını kendisinden alan bulvarda bir zamanlar Ayhan Işık’ları, Beldin Doruk’ları yıldız, Apaçiler’i de Amerika’nın en acımasız kafa yüzücüleri yapan filmleri gösteren açık hava sinemalarının yerini sekiz katlı apartmanlar, bulvar girişindeki lûna parkın yerini de bir tüketim mağazası almıştı. Bu semt, siyasilerin uğruna didiştiği Büyükşehir Belediyesindeki nüfus yoğunluğunu gösteren haritada simsiyah gösterilmişti.
Öğrenci kalabalığının daha fazla dağılmasını önlemek, beton bloklar arasında yeşili unutmamak, temiz hava almak için mi bırakıldığı belirtilmeyen daracık bir alan, çocuk bahçesi olarak düzenlenmiş, bu düzenlemenin hangi fabrika tarafından yapıldığı da dört bir tarafa asılan tabelalarda belirtilmişti. Günün hemen her saatinde burada torunlarıyla gelmiş ihtiyarları, ya da çocuklarıyla gelmiş genç ana-babaları görmek mümkündü. Her yerde olduğu gibi burada da kaslarını kullanmasını bilen çocuklar oynuyor, bebekler, analarının kucağında veya arabalarında uyuyor, ihtiyarlar, elleri dizlerinde, olası bir kazada hemen fırlayacakmış gibi otururken, annelerden bazıları dantel örüyor, bazıları da tırmanma merdivenine çıkmaya çalışan çocuğuna yardım ediyordu. Herşey normaldi. Normal olmayan, çocukların dışında kimsenin, -sanki başka ulusların insanlarıymış da, birbirinin dilini anlayamamaktan, konuşamamaktan korkarmış gibi, - konuşmuyor olmalarıydı.
Salıncakların hemen arkasındaki bankta dirseklerini dizine dayamış, üç günlük sakallı yüzünü avuçlarına gömmüş bir ihtiyar, salıncaklara inip-binen öocukların ayakları altında dağılmakta olan kumlara derin düşünceleri sakladığı belli olan gözlerle sabir bakıyor, bakıyordu...
Nisan güneşi, Porsuk’un kenarındaki söğütlerin en uç yapraklarını ayarı düşük altın rengine boyuyor, bunda da, Porsuk’a atılan atıkları görmemek için acele ediyordu. Ama atıkların hiç acelesi yoktu. Mısır koçanları, petler, içki şişeleri, meyve suyu ve konserve kutuları, yağ tenekeleri, hatta bir ceketle bir yorgan bazen elele, bazen yanyana yüzüyordu. Sanki başka dertleri yokmuş gibi bu durumdan rahatsız olanlar, yanındaki çocuğuna ya da tanımadığı birisine, bir zamanlar burada balık avlandığını söylüyor, ama ne çocuğunu, ne de kente sonradan yerleşen kişiyi inandıramıyordu...
İhtiyar, salıncağa, tahterevalliye binen, kuleye tırmanan her çocukta, son iki yılını beraber yaşadığı torununu görüyordu. İlk hareketi başarıyla yapan çocukların gülmesi, mini mini ellerini çırpması bir an ona içinde bulunduğu durumu unutturuyor, sevindiriyor, düşüp dizini sıyıran çocuklar üzüyordu.
Şimdi beş yaşında olan torunu ilk salıncağa burada binmiş, kuleye ilk defa burada tırmanmış, tahterevalliden düşüp ilk defa kafasını burada şişirmiş, ve ilk defa tek ayak üzerinde sekmeyi burada denemiş ve başarılı da olmuştu. O’na ilk bisikletini, ilk spor ayakkabısını kendisi almış, kızamık çıkardığında günlerce uyumayıp başında beklemişti.
O, torunu şimdi, geçen yaz olduğu gibi, yine yoktu. Geçen yaz, senelik izinlerini deniz kenarında geçirmeyi kafalarına koyan oğluyla gelini, biricik torununu, hatta evin muhabbet kuşunu bile alıp, gitmişlerdi. Bu, kendisinin kelimeler kullanılmaksızın evden kovulması demekti. Anlamış ama anlamamazlığa gelmişti.
O üç hafta boyunca onurunu, yediği ekmeğe tuz, içtiği çaya şeker yapıp tüketmiş, tam bir teslimiyet içerisinde onların geri dönmelerini beklemişti. Döndüklerinde torunu zıplayıp boynuna sarılmış, defalarca öpmüş, oğlu ile gelini ise, “hoşgeldiniz, ” ini karşılıksız bırakmışlardı. Alınmamıştı. Çünkü bu büyük şehire geleliberi apartman komşuları selamını, satıcılar tebessümünü karşılıksız bırakmıştı.
Baş döndürücü bir telaş içerisinde koşuşturan bu insanların, yılın yarısı sırtüstü yatan (!) köylüden daha önemli işler (!) yaptığına inanmıştı. Sonra da zamanının akışını torununa paralellemiş, O’na doğru-yanlış kavramlarını vermeye çalışırken bu iki kavramın herkese göre artık farklılık gösterdiğini anlayıp bilmediğinden, sık sık geliniyle oğlunun gözaklarıyla karşılaşmıştı. Hele torununun açıkta olan pipisiyle balkona çıktığında, bunun yanlış olduğunu söylemesine gelininin elindeki toz bezini hışımla çarpıp telefona yürümesine ve oğluna kendisini şikayet etmesine bir türlü anlam verememişti.
Geçen haftaki akşam yemeğinde oğlu, tayinlerinin uzak bir ile çıktığını, yaban ilde canının sıkılacağını, köye dönerse daha rahat edeceğini kendisine söylediğinde başından aşağı kaynar sular dökülmüş, kaşığını uzattığı çorbaya kar yağmış ve kaşık elinden düşmüştü.
O gece uyuyamamış, karısını gömdüklerinin akşamı oğluyla gelininin, köydeki arazileri satıp kendileriyle gelmelerini istemelerine komşusu Ese’nin, “ Sağ gözden sol göze hayır yok bu devirde; toprağını satma, ” deyişini acı acı anımsamış, gözyaşları elyaf yastığı ıslatmıştı.
O gecenin haftasında, işte bugün eşyalar kamyona yüklenmiş, oğlu, gelini ve torunu otomobile binip, ihtiyarı kapının eşiğinde elinde bir valizle bırakıp, gitmişlerdi. Valizle birlikte torununun dudaklarının ıslaklığı yanağında, çözmekte zorluk çektikleri kollarının sıcaklığı boynunda kalmıştı.
Garip olan, iki göz toprak damlı taş evin dışında sattığı tüm arazisinin parasıyla oğlu ve gelininin istekleri doğrultusunda onlara otomobil almasına, mobilyalarını değiştirmesine hiç pişmanlık duymamıştı ve duymuyor olmasıydı. Tek oğul, tek gelin, tek gelin...
Bir anne son çocuğu da salıncaklardan koparıp aldıktan sonra ihtiyar kalktı. Elinde valizi, torununu salıncakta, kulede, tahterevallide, kum havuzunda hayal etti. Boşta kalan eliyle yanaklarına süzülen yaşları sildi ama boğazındaki düğüme bir şey yapamadı.
Akşamın alacakaranlığında genç sevgililer Porsuk’un kenarında elele, yanakyanağa, hatta dudak dudağa oturmuşlardı. İhtiyar, geçen haftaya kadar acımasızca yargıladığı bu gençleri şimdi görmüyor, daha doğrusu umursamıyordu.
Tren istasyonuna doğru yürüdü. İlçesine, oradan da yaya olarak köyüne gidecekti.
Bulvarla Porsuk’un arasına sıkışıp kalan içkili lokantanın küçük bahçesi mavi ışıklara bürünmüş, serin havaya rağmen pekçok kişi ieçeri girmeyip, mavi ışıkların altına sığınmıştı.
İhtiyar, kısa bir tereddütten sonra lokantaya girdi. Gösterilen küçük bir masaya oturdu. Porsuk, ayaklarının altından akıp, gidiyordu ve üzerine düşen mavi ışıklara rağmen karanlıktı.
Gençler üçerli-beşerli kümeler halinde yeyip-içerken, önünde ve arkasındaki masalarda kendisi gibi yaşlı birer ihtiyar oturuyordu.
Boşalttığı kadehler önce boğazındaki düğümü büyütmüş, sonra da silip-süpürmüştü. Korkunç bir konuşma arzusuyla karşı masada oturan ihtiyara lâf atmış, mavi ışıkların burnunun kızarıklılığını örtemediği ihtiyar ise patlak gözlerini taşıyan kafasını Porsuk’un karanlık sularına çevirmişti. Büyük kent insanlarının güvensizliğini hâlâ anlayamamış olan ihtiyar, “ Kendini beğenmiş yaşlı teke, ” diye mırıldanıp, kadehine uzanmıştı.
Porsuk, kendisine gelen her erkeği geri çevirmeyen aşifte gibi atıkları koynuna almış, mavi ışıkların altında yorgun, raksediyordu...
Köpekler O’nu alıp, evine getirdiklerinde tan yeri ağarmıştı.
Bir taşla kapının asma kilidini kırıp içeri girdiğinde, birbirine karışan küf ve toprak kokusu onu karşıladı.
Dam akmış, tavandaki ağaçlar bel vermiş, kamışlar sarkmış, toprak sıva yer yer kabarıp-dökülmüş, sedirin üzerini örten çaput kilim çürümüş, duvardaki bir çivide asılı petrol lâmbası ha düştü, düşecekti. Süğesi gevşek sarkık kapının arkasındaki torunundan kalma top, çürük bir karpuz gibi sönmüştü.
Küçük pencerenin önündeki tozdan rengi belli olmayan sandalyeye oturdu. Kolunun yeniyle pencerenin camını sildi. Karşı tepenin ardından yükselmekte olan güneşin kızıllığı evin önündeki akasyaya vuruyordu.
İhtiyar, okulun arkasında toplanmakta olan köyün sığırlarını gördü ilk kez. Buzağılıktan kurtulmuş danalar sürüye katıldıklarında hoplayıp-zıplıyor, neşe içinde küçük boynuzlarını uzatarak birbirlerine sataşıyorlardı. Sonra bacalardan dumanların yükselişini, öküz koşulu arabaları, iki traktörü, omuzu çapalı kadınları, okul bahçesine girer girmez çığlık atan, birbirine elense çeken çocukları... Danalar ve çocukların, biraraya gelmiş olmaktan doğan sevinçlerinin nedenini ilk defa anladı. Bu, bir gecelik yalnızlığın baskısından kurtulmuş olmanın sevinciydi.
Yarısı tütmeyen bacalar, sayılabilecek kadar az sığırlar, okulun bahçesini dolduramayan çocuklar, köylünün yarısının, umutlarını büyük şehirlere ya da Avrupa’ya taşıdığını gösteriyordu.
İhtiyar, torununun dün sabah sarıldığı boynuna ellerini götürüp, okşadı. Torununun kollarının sıcaklığı hâlâ duruyor gibiydi.
Bakışları boşlaştı.
Torunu O’nun herşeyiydi. Renkleri tanımak isteyen dört yaşındaki bir çocuk, O’na sorsaydı, “Sarı ne? .. Elâ ne? .. Pembe ne? .. Kırmızı ne? ..” diye, torununun saçı, gözü, yanağı, dudağı olduğunu söylerdi. Keza küçük-büyük kavramları için de yine torununun elllerini ve sevgisini örnek gösterirdi. Bu bağ, torununa olan bu bağ, tutkudan da öteydi. Bu bağ koparılınca, sevme seçeneği kalmamış bu hayatın ne anlamı olurdu ki... Ölüm ile ayrılığı tarttıklarında, ayrılığın elli dirhem fazla gelmesi boşuna değildi...
Güneş, bir adam boyu yükseldiğinde, torunu hayatına gireli beri zaten garnitür olarak beynini işgâl eden millî gelir dağılımı, seçim sistemi, adam kayırma, trafik, yolsuzluk, Atatürk ve din istismarcılığı gibi konular silinip-gitmişti.
Tozlu camı delip gözlerinin içine davetsiz giren güneş ışınları soğuyor, yaş oluyor, buz gibi akıyordu. Yanaklarından süzülen yaşlar, dizlerinin üzerindeki ellerini ıslatırkaen O, oğlu ve gelinini değil, kendisini yargılıyordu.
Kanındaki alkolü yakan oksijen şimdi genzini yakıyor, gece lokantada bıraktığı boğazındaki o şey, büyüyor, büyüyordu. Büyüyen bu şey, hüsran ve yalnızlığın simgesi olmalıydı.
Yapacak çok işi varmış da yetiştiremeyecekmiş gibi aniden kalktı. Tek bir hareketle sandalyeyi kirişin altına çekti. Sonra, “- Bir ip, bir urgan! ..” diye, inledi...
* * *
Eskimemesi için ayakkabılarını bellerine sokmuş omuzu çapalı kadınlar köye dönerken, ihtiyarın taş yapı evinin aralık giriş kapısından yeşil sinekler girip-çıkıyordu. Akasya ağacının müdavimi baykuş, bugün yerine erken gelmiş, sarıların sardığı siyah gözbebekleriyle bir biraz ilerideki serçeye, bir aralık kapıya bakıyordu.
Değişen birşey yoktu; akşam, her zamanki akşamdı...
-
Yüksel Önaçan
Egitimci-Gazeteci-Yazar
Yaşanmış bir öyküdür. Anasayfamda gözükmediği için makale kategorisine aktardım.