- 1005 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
Heyecanlı Bir Gün
HEYECANLI BİR GÜN
15 Kasım 81; 8.05…
Evimin arka bahçeyi gören salon penceresinden göğe bakıyorum.
Sisli puslu bir sabah…
Böyle havaları hiç sevmiyorum. Sanki gök kubbeyi indirmişler de semadan, omuzlarıma yüklemişler. Öylesine bir ağırlık… Canım güneş! Çoktan doğdun ama yağmur bulutları arasından seni seçmek ne mümkün? Böyle havalarda daha iyi anlaşılıyor kıymetin. Öyle bir hava ki asık suratı kurşun gibi gri bulutlarla kaplı… Uzun lafa ne hacet? Yahya Kemal’in dediği gibi gökyüzü kuşunla örtülü… O nasıl bir kurşundur ki ne ısıyı, ne de ışığı geçiriyor. Tüm kasvetiyle çökmüş tabiatın, evlerin ve insanların üstüne; eziyor da eziyor.
Fakat ben böylesine kötü havalarda da mutlu olmayı biliyorum. Çünkü günlerden pazar… İşimin gücümün olmadığı bu tatil gününde saadeti bulmayı beceremezsem ne zaman mutlu olacağım ki? Hayatın küçük mutluluklardan ibaret olduğunu yıllarca evvel öğrendim ve yirmi beş yıllık ömrümü minik sevinç ışıltılarıyla gülistana çevirmeyi becerebildim.
İşte bahsettiğim küçük mutluluklardan biri kıvılcımlar hâlinde yuvamı sarmaya başladı bile. Kuzinemdeki çıralar tutuştu, az sonra içindeki odunlar da tutuşacak ve soba güp güp atacak… İşte bu sesi çok seviyorum. Soba güp güp diye güplerken boru bağlantıları arasından sızan dumanı da çok seviyorum. Dumanın kokusu ve tutuşan odunların çıtırtısı… Hele kuzinenin üstüne koyduğum çaydanlığın ve su dolu güğümün kaynayıp buhar üretmesi yok mu? Bayılıyorum…
Az sonra dışarı çıkıp gazetemi, taze ekmeğimi ve sigaramı alacağım. Sonra da zaman sınırlaması olmayan, mükellef bir kahvaltı… Karnım doyunca oturacağım kuzinenin yanındaki pöstekiye ve közle yaktığım sigarayı tellendirirken gazete okuyacağım.
Cüzdanımı ve anahtarlarımı alıp paltomu giyiyorum. Tam kapıyı açıp da sokağa çıkacakken yumurta aklıma geliyor. Öyle ya, pazar kahvaltısı yumurtasız olur mu? Ben dönünceye kadar kaynasın sobanın üstünde.
Ayak uçlarıma basarak mutfağa geçiyorum. Her şeyi sessizce yapıyorum; çünkü sokağa bakan mutfak ile yatak odamız bitişik. Biricik eşim tıkırtıları duymasın, uyanmasın…
Çok iyi biliyorum ki gece rahat edemedi ve uykusunu yeterince alamadı. Uykum hafif olduğu için gece boyunca neler yaptığını hayal meyal de olsa hatırlıyorum. Yatağa çok geç girdi mesela; yattıktan sonra bir saate yakın sağa sola dönerek uyumaya çalıştı. Uykuya daldıktan sonra da sayıklayıp durdu. Gece boyunca birkaç defa da tuvalete kalktı sanırım.
Küçük bir alüminyum tencereyi yarısına kadar suyla doldurup içine beş yumurta atıyorum. İkisi benim için, diğerleri de iki canlı can yoldaşım için… Çok yesin, kuvvetli gıdalar alsın, güçsüz kalmasın sevgili Nuray’ım!
Ses çıkarmamaktaki titizliğim boşunaymış; eşim Nuray uyanmış, yatak odasından bağırıyor:
—Ertaan! Çok kötüyüm Ertaan! Ölüyorum ben!
Elim ayağım buz kesiyor o an. Tencereyi ve yumurtaları öylece bırakıp aceleyle yanına koşuyorum.
Zavallı eşim yatağın kenarına oturmuş, bir eliyle kasığını bastırırken diğer eliyle şiş karnını ovalıyor:
—Karnım çok şiddetli ağrıyor Ertan, diyor inleyerek.
“Eyvah!” diye geçiriyorum içimden. “Geliyor mu acaba?”
Yanına oturarak sağ elimi sırtına dolayıp sıkıntıdan al al olmuş yanağına bir öpücük konduruyorum:
—Aspirin vereyim mi? diye soruyorum titreyen bir sesle.
—Hayır; bu basit bir karın ağrısı değil… Kasıklarımda da ağrı var, tıkanacak gibi oluyorum; galiba geliyor bebek.
Yüreğimin yandığını, tüm vücudumun titrediğini hissediyorum o an.
—Ama Muazzez Ebe bu perşembe “En az on gün var.” demişti.
—Biliyorum; yanılmış demek ki… Sen git Fatma teyzeyi çağır; o anlar.
Doğru ya, Fatma teyzemiz var üst katta. Bir yıl önce evlenip de bu üç katlı apartmanın zemin katına taşındığımızdan beri bize komşuluktan öte ablalık yaparak her derdimize çare bulmaya çalışan, emekli komiser hanımı Fatma teyze… Dediğine göre bu konularda oldukça tecrübeliymiş; onlarca kez doğumlara katılıp ebelere yardımcı olmuş. Zayıf ve çelimsiz hâline her zaman acıdığım, altmış yaşını devirmiş bu kara kuru komşumuz bir anda gözlerimde bir kurtuluş umuduna hatta bir doğum uzmanına dönüşüyor.
—Sen hiç kıpırdamadan böylece kal, diyerek fırlıyor ve hayatımın en kısa fakat en hızlı koşusunu yapıyorum. Beş altı saniye sonra komşumuzun kapısı önünde buluyorum kendimi. Bir elimle zili çalarken diğer elimle kapıya vuruyor ve bir yandan da:
—Fatma Teyze, çabuk kapıyı aç! diye bağırıyorum.
Fatma teyze sesimi tanıyıp telaşımın sebebini anlamış olacak ki geceliğinin üstüne bir hırka bile giymeden açıyor kapıyı:
—N’oldu Ertan, bebek mi geliyor yoksa?
—Valla tam anlayamadık Fatma teyze; Nuray’ın karnı çok fena ağrıyor. Hele gelip bir bak da ona göre hareket edelim.
—Tamam, inelim aşağıya.
Kapıya geldiğimizde:
—Sen burada bekle, diyor; ben önce bir muayene edeyim Nuray’ı.
—Peki, diyerek kalıyorum kapı önünde.
“İnşallah basit bir karın ağrısıdır!” diye geçiriyorum içimden. “İnşallah ebenin dediği gibi doğuma daha çok vardır!”
Birkaç dakikalık bekleyiş saatlerce sürmüş gibi geliyor bana. Fatma teyze kapıya gelip de yüzünün güldüğünü, gözlerinin ışıldadığını görür görmez “Karın ağrısıymış.” diye aklımdan geçirirken tüm vücudumu bir rehavetin sardığını hissediyorum.
—Haydi gözün aydın, diyor; doğum başlamak üzere…
Bu sözler adeta soğuk duş etkisi yaratıyor bende. Az önceki rahatlama birdenbire gerilime dönüşüyor, bedenimdeki tüm kasların kasıldığını, dizlerimin titrediğini hissediyorum. Fatma teyzenin bu rahat ve umursamaz tavrına da bir anlam veremiyorum.
—Fakat Muazzez Ebe’nin hesabına göre haftaya bugün doğum olacaktı.
—Evladım, doğumun ne zaman olacağını kimse günü gününe bilemez. Sen oyalanmadan git de Muazzez’i bulup getir.
—Peki, deyip çıkıyorum apartmandan.
Evimin bulunduğu sokağın toprak yolunda koşuyorum. Sabahın bu kör saatinde çevrede ne bir insan ne de bir hayvan var. İn cin top oynuyor; ortalıkta çıt yok. Sadece attığım her adımda, ayakkabılarımla yolun her buluşmasında “lap lap” diye bir ses duyuyorum.
Allah’ım ne kadar yalnızım! Bu gurbet elde kaderimle tek başımayım. Annem, babam, kardeşlerim… Hepsi de memlekette. Kaynanam yok, halam yok, amcam yok.
Koşuyorum. “İnşallah durakta taksi vardır!” diye düşünürken hayatımın en hızlı ve en uzun koşusunu yapıyorum.
Az sonra asfalta çıkacağım ve ardından üst geçit engelini aştıktan sonra parke taş döşeli ara sokaklardan geçerek kent merkezindeki taksi durağına ulaşacağım.
“Bütün kabahat bende…” diye düşünüyorum. “Onun bunun övgülerine kanıp da güvenmemeliydim bu yaşlı ebeye. Üstelik de şaşı… Biri Hanya’ya diğeri Konya’ya bakan o aptal gözleriyle değil bebek doğurtmak, doğan bebeği bile göremez bu kadın. Paraya kıyıp da şehre götürmeliydim karımı; doğum hastanesindeki doktorlara göstermeliydim. Allah’ım affet beni!”
Durakta art arda sıralanmış taksileri görür görmez rahatlıyorum. Öndeki taksinin şoförü koşarak geldiğimi fark edince arabasına binip kontağı açıyor. Taksiye biner binmez:
—Muazzez Ebenin evini biliyor musun? diye soruyorum.
—Hiç bilmez miyim? Üç çocuğumun ikisini o doğurttu; çok iyi ebedir.
“Evet, çok iyi ebedir!” diye geçiriyorum içimden. “İki gün sonraki doğumu bile tahmin edemeyen çok iyi bir ebe!”
—Hızlı sür, diyorum sadece.
—Hayırdır, doğum mu var?
—Evet.
—İlk çocuğun mu?
—Evet.
—O hâlde gözün aydın, baba olacaksın.
Şaşırıyorum, arabayı sürerken gözlerini yoldan ayırmayan bu geveze şoföre hayretle ve kızgınlıkla bakıyorum. Bendeki merak, endişe ve korkunun binde biri bile yok yüzünde. Aynı Fatma teyze gibi… Eee, boşuna mı ateş düştüğü yeri yakar demişler? Biricik karım ıstırap çekiyormuş, sakat kalacakmış, ölecekmiş kimin umurunda?
“Yerin dibine batsın babalık!” diye geçiriyorum içimden.
Benim bütün derdim can yoldaşımın sağlığı… Ya kanaması varsa? Ya hastanelik olursa Nur’um, biricik Ay’ım?
Hızla yol alırken ebeyi evinde bulamama ihtimali geliyor aklıma; ürperiyorum. Doğum zamanını bilemedi diye nasıl ve hangi imalı sözlerle iğneleyeceğimi düşündüğüm Muazzez Ebe bir anda cankurtaran hâline geliyor gözlerimde. Ya evinde yoksa, ya doğum için başka bir eve gittiyse? Böyle bir durumda ben ne yaparım yarabbi? Orta Anadolu’nun bu on bin nüfuslu küçük ilçesinde sağlık hizmetleri sıfır… Ne bir hastane ne de bir ambulans var burada. Hükümet binasındaki ufacık bir odaya kısılmış, reçete yazmaktan ve ağır hastaları ildeki devlet hastanesine sevk etmekten başka bir şey yapamayan hükümet tabibinden başka hiçbir sağlık çalışanı yok. Çaresizlikten çıldırmak üzereyim.
Endişelerim boşunaymış; şükür ki Muazzez Ebe evindeymiş. Yaşı elliyi aşkın ama atik tetik bir kadın; birkaç dakikada çantasını hazırlayıp arabaya biniyor. Onun bu çevikliği ve işini ciddiye alması oldukça rahatlatıyor beni. Yolda bir an göz göze geliyoruz. Kadının günahını almışım; o kadar da şaşı değilmiş gözleri, hatta güzel bile diyebilirim.
Şoför son sürat sürüyor arabayı. Saate bakıyorum: 8.30…
“Yirmi beş dakikada ne çok şeyler yaptım!” diye düşünüyorum. “Benim görevim bu kadar; gerisi Allah’a kalmış!”
İçime huzur doluyor.
Beş dakika sonra apartmanın önüne geliyoruz. Muazzez Ebe:
—Siz burada bekleyin, diyor; ben önce hastayı muayene edeyim, sonra da ne yapacağımıza karar veririz.
Ben şaşkın vaziyette otomobilden inerken o, çevik ve kendinden emin adımlarla apartman kapısına doğru yürüyor. Az önce içimi saran rahatlama ve huzur tekrar endişe ve sıkıntıya dönüşüyor. Taksi şoförüne bakıyorum; çalışır vaziyetteki arabasında oturuyor.
—Arabayı stop etmemişsin, diyorum.
—Ne olur ne olmaz, diye cevap veriyor. Çocuk ters gelirse hastaneye gönderir ebe. Zaman kaybetmemek lazım; hayat memat meselesi…
“İçim cız ediyor” derler ya… Evet, gerçekten tam anlamıyla içim cız ediyor o an. Yirmi yaşındaki güzeller güzeli Nuray’ımı ‘hayat memat’ çizgisine getiren maalesef bendim. Bütün kabahat benim. Oysa müzmin bekâr Hayati amcam evlendiğim günlerde bana defalarca öğüt vermişti ve:
—Yeğenim, çocuk yapmak için acele etmeyin, demişti; Nuray on dokuz yaşında bir taze; daha çocuk sayılır. Çocuk yapmak için önünüzde nice yıllar var. Sen öğretmen adamsın, koskoca yaz tatiline sahipsin. Alırsın ikinci el bir araba, atarsın hanımı arkaya; ver elini Antalya, tut elimi İzmir; gezersin. Akıllı ol yeğenim, gençliğini yaşa! Bebeğiniz olursa köyden kasabaya gitmek bile önemli bir mesele hâline gelir.
Amcamın ne kadar ileri görüşlü olduğunu ve ne derece doğru öğütler verdiğini şimdi anlıyordum. Onun dediklerine uysaydım şu anda karım kahvaltımı hazırlayıp tepsi içinde yatağıma kadar getirmiş olacaktı. Sonra da sıcacık sobanın başında akşama kadar muhabbet edecektik. Oysa şimdi? Ben sokakta aciz bir zavallıyım; o ise hayat memat çizgisinde bir mahkûm… Adeta sırat köprüsünde…
Sessizce bekliyoruz.
8.40…
—Ertan Bey oğlum, müjdeee! diye bir ses duyuyorum.
Ah Fatma teyze ah, çıldırtacaksın beni! Bugün senin yüzünden kalp krizi geçirmezsem ömrümün sonuna kadar bu kalp bir daha teklemez. Öyle sözler söylüyorsun ki bana; hem mutluluğum, hem de mutsuzluğum tavan yapıyor. Birkaç saniye içinde önce arş-ı âlâya yükseltiyorsun beni, sonra da cehennem çukuruna savuruyorsun. Açıp da mutfak penceremi “müjde” diyerek eşimin sağ salim kurtulduğunu düşündürüyorsun önce bana; sonra da “Doğum normalmiş, hastaneye gerek yokmuş.” diyorsun.
Şaşkın ve ürkek bir hâlde pencereye yaklaşarak:
—Eee, ne olacak şimdi? diye soruyorum.
—Bir şey olacağı yok, bekleyeceğiz.
—İlaç falan lazım mı?
—Sıcak sudan başka hiçbir şeye ihtiyacımız yok. Sen zaten kuzineyi yakıp üstüne güğümü koymuşsun. Nuray’ı salona götürüp çekyata yatırdık; bekliyoruz.
—Ne kadar bekleyeceğiz?
Fatma teyze bu soruma beklemediğim bir tepki veriyor. Sert bir sesle:
—Oğlum sen ne kadar cahilsin! diyor. Yolcunun işini Allah bilir. Al şu anahtarları, çık bizim daireye. Ömer amcan kahvaltı yapıp kahveye gitmişti; ev bomboş. Sobanın üstünde demlik var; çay iç, kahve pişir; keyfine bak.
—Tamam, diyerek alıyorum anahtarları. Sonra da ücretini ödeyip taksiciyi gönderiyorum.
Şimdi kendimi bir boşlukta hissediyorum. Ne yapabilirim? Sigara geliyor aklıma. Mahalle bakkalına doğru yürüyorum. En iyisi günlük yaşantıma devam ederek kadere razı olmak… Öyle ya, ölüm de tıpkı doğum gibi hayatın doğal bir gerçeği…
Evdeyken planladığım gibi gazete, ekmek ve sigara alarak apartmana dönüyor ve Fatma teyzenin dairesine çıkıyorum. Komşularımız, yatak odamızın üstündeki bu küçük odayı odun ve kömürden tasarruf amacıyla oturma odası olarak kullanıyor. İçerisi sıcacık; harıl harıl yanan sobanın üstünde fokurdayıp duran bir çaydanlık ve üstünde de bir demlik var.
“Bir çay içsem mi?” diye düşünüyor ve anında vazgeçiyorum. Yanı başımda kokup duran sıcacık ekmeğe ilişiyor gözlerim; bir parça koparıp yemeyi düşünüyorum ve yine anında vazgeçiyorum. Hiçbirini hak etmemişim gibi geliyor bana. Ah, bu ekmeği eşimle paylaşabilmek için neler feda etmezdim! Acaba bundan bir lokma yiyebilmek nasip olacak mı biricik Nuray’ıma?
“Yarabbi, bu ekmeği eşimle birlikte yemeyi nasip et!” diye dua ediyorum içimden.
Saate bakıyorum: 8.50…
Bir sigara yakıyorum. Aç karnıma içtiğim bu lanet şeyin tüm ciğerlerimi yaktığını hissediyorum fakat aynı zamanda da beni rahatlattığını fark ediyorum. Baba ocağımdan, akrabalarımdan ve arkadaşlarımdan koparak ekmek parası için geldiğim bu ilçede beni teselli edecek tek şey sigaraymış gibi geliyor bana.
“Nuray sağ salim kurtulsun, bırakacağım bu zıkkımı!” diye söz veriyorum kendi kendime.
Garip bir ses geliyor bir yerlerden ama nereden? Birisi bir başkasına bağırıyor gibi…
“Üst kattaki ev sahibimiz yine karısını dövüyordur.” diye geçiriyorum içimden. Fakat bu tahminim merakımı sonlandıramıyor. Çünkü çok iyi biliyorum ki bu ayyaş ve mirasyedi adam gece yarılarına kadar içer, sonra da öğleye kadar horuldar yatağında.
Şimdi daha farklı fakat daha belirgin bir ses işitiyorum. Biri ağlıyor galiba; belki bir çocuk, belki de bir mart kedisi…
“Fakat mart ayında değiliz ki!” diye düşünüyorum. “Ayrıca bu apartmanda hiç çocuk yok.”
Sigarayı sigarayla yakıyorum.
Artık eminim; biri ağlıyor ve maalesef ses alt kattan geliyor. Korkak bir suçlu gibi ayak uçlarıma basarak salona geçiyor ve yere uzanıp sol kulağımı zemine dayıyorum.
Bir kadın çığlığı… İşkence gören ya da bıçaklanan bir kadının çığlığı… Nuray’ın sesi bu… Zavallı eşim çığlıklar atarak:
—Allah’ım, kurtar beni! diye bağırıyor.
Şimdi apartmanımızın tam karşısındaki arsanın en uç noktasındayım. Ben buraya ne aralık geldim, niçin geldim, nasıl geldim? Hiçbir şey hatırlamıyorum.
Sigarayı dudaklarımdan, gözlerimi de apartmandan ayıramıyorum.
“Güya doğum normalmiş!” diye geçiriyorum içimden. “İki aydır en az dört defa evime gelip muayeneye etti, hepsinde de aynı şeyi söyledi. ‘Doğum normal; hastaneye veya doktora gerek yok.’ Onun taktiğini şimdi çok iyi anlıyorum. Hamile kadınları para kazanabileceği zengin birer müşteri gibi görüyor adi ebe! Karımın başına bir felaket gelsin, göstereceğim gününü!”
Öylece dikiliyorum. İnsanların sıcacık yuvalarında çoluk çocuğuyla kahvaltı yaptığı bu erken saatte toprağa çakılmış bir korkuluk gibi kıpırtısız dikiliyorum. Zavallı Nur’um can çekişirken ben acizlik batağının en dibinde hiçbir şey yapmadan, yapamadan öylece dimdik dikiliyorum.
Göğe bakıyorum: Yine kurşun bulutlar… Her zaman gördüğüm o berrak ve masmavi gök nerede? Bana daima umut ve yaşama sevinci bahşeden güneş hani? Ezildiğimi, eridiğimi, çöktüğümü hissediyorum…
Kurtuluşu yere diz çökerek Fatiha okumakta buluyorum.
Aslında tek kabahatli ben değildim. Annemin ve babamın da büyük suçu vardı bu noktaya gelmemizde. Annem evliliğimizin ilk aylarında ikide bir: “Ben torun isterim; ilk torunumu görmeden ölürsem gözlerim kapalı gider.” diyordu. Ona göre Allah’ın insanlara bahşettiği en büyük nimet evlatmış. Hele bebeklerin öyle bir kokusu varmış ki tam anlamıyla cennet kokusuymuş. Bu kutsal nimetlere bir an önce kavuşmalıymışım. Yok daha neler! Babamın da annemden aşağı kalır tarafı yoktu. Bir “altın top” sözü tutturmuş, her gün aynı şeyi söylüyordu. Neymiş efendim, bebek bir evin altın topuymuş. Bebeksiz bir aileye aile denmezmiş.
Aslında ben kendimi babalığa hazır hissetmiyordum. Üstelik bebekleri de hiç sevmem. Hem yeni doğmuş veya birkaç aylık bir bebeğin nesi sevilir ki? Buruşuk kırışık bir cilt, ufacık yanaklar, belli belirsiz kaşlar ve sadece ağlamak için açılan salyalı bir ağız… Yeni doğmuş her bebek çirkindir. Bir yaşını geçip de yürümeye ve konuşmaya başlayan çocuklara diyeceğim yok…
9.05…
Zaman durdu mu ne? Ne zaman bitecek bu çile?
Şimdi yürüyorum. Yürürsem zaman daha çabuk geçecek gibi geliyor bana. Apartmanın arka bahçesine açılan derme çatma tahta kapıyı açarak hırsız gibi, hırsızlar gibi ses çıkarmadan, ağır ve ürkek adımlar atarak yürüyorum.
En büyük arzum hiçbir ses duymamak, zavallı karımın imdat çığlıklarını işitmemek…
Ses yok.
Salon penceresinin altına kadar gidiyorum.
Ses yok.
“Öldü mü yoksa?” diye geçiriyorum içimden. Ürperiyorum.
Ani bir çığlık mıhlıyor beni olduğum yere.
“Ikın, ıkın; ha gayret!” diyen bir ses duyuyorum ardından.
Sonra yine çığlıklar…
Yine hırsız gibiyim. Şimdi de ev sahibine yakalanmış hırsızlar gibi kaçıyorum oradan. Tekrar aynı yere, boş arsanın en uç köşesine sığınıyorum.
Ne yapmalıyım yarabbi? Çarşıya gidip taksi mi çağırsam? Çağırdım diyelim; Nuray’ı bu hâlde nasıl bindireceğiz arabaya? Bindirdik diyelim; şoför son süratle bile gitse il merkezindeki hastaneye ulaşmak en az iki saatimizi alır. Nuray’ı bu şekilde kurtarmak mümkün değil.
Ah ah, kaynanam ne kadar haklıymış! “Doğuma bir ay kala Nuray’ı bize gönder; bak burada hastaneler de var doğumevleri de…” demişti. Demişti ama ben dinlememiştim. Nuray’dan ayrı yaşayamamak su yüzüne çıkardığım tek bahanemdi. Ama aslında gururuma yedirememiştim. Ah şu içi boş pis gurur! Oysa kendi ailem köyde değil de şehirde yaşasaydı değil bir ay, iki ay öncesinden gönderirdim.
Ne kadar pişmanım! Allah’ım ne olur affet beni!
Başka ne yapabilirim? Allah’a sığınmaktan başka çarem mi var?
Ezbere bildiğim namaz surelerinin tümünü okuyorum.
Şimdi her şeye hazırım; Fatma teyzenin dışarı çıkarak: “Nuray öldü.” demesini bekliyorum? Bu kötü haberi aileme nasıl ulaştıracağımı düşünüyorum. Köyde tek telefon var; o da muhtarlıkta… Muhtar, odasında mıdır acaba? Cenazeyi köye mi defnetmeliyim? Kaynatama kötü haberi nasıl ve hangi yüzle vereceğim?
—Sakin ol Ertan! diye mırıldanıyorum kendi kendime. Bir sigara yakıyorum.
Kurşun bulutlar delindi; ince, çok çok ince bir yağmur iniyor. Milyonlarca su zerreciğinin kulaklarıma, yanaklarıma, sigarayı tutan parmaklarıma sıvandığını hissediyorum.
“Boğaza saplanan bir kılçık nasıl çıkarılır?” diye soruyorum kendime. “Elbette ki parçalayarak…”
Kararımı veriyorum: Eve gideceğim ve ebeye: “Kılçığı kes, parçala; yeter ki Nuray’ı kurtar!” diye yalvaracağım.
Saçlarımdan, alnımdan süzülen yağmur zerrecikleri gözyaşlarıma karışıyor; apartmana giriyorum.
Kulağımı evimin kapısına dayayıp bir ses duymaya çalışıyorum: Çıt yok. Kapıyı açıp içeri girmeye, gerçeklerle yüzleşmeye cesaretim de yok.
Geri dönüp üst kat merdivenlerine oturuyorum ve sigaradan derin nefesler çekiyorum.
9.20…
Ses yok.
Sigara üstüne kaç sigara yaktığımı bilmiyorum ve artık saate de bakmıyorum.
Açılan bir kapının gıcırtısı sessizliği bozuyor neden sonra. Evimin kapısıyla üst kat merdivenleri arasındaki koridora loş bir ışık yayılıyor; bakıyorum: Fatma teyze kapıda… Göz göze geldiğimiz o anda hızla atan yüreğimin göğüs kafesimi parçalayıp çıkacağı hissine kapılıyorum.
—Gel gel, diyor Fatme teyze.
Kapıya doğru koşarken:
—Bitti mi, kurtuldu mu Nuray? diye soruyorum.
—Hadi gözün aydın, nur topu gibi bir oğlun oldu, diye cevap veriyor.
—Nuray nasıl, senden ondan haber ver? diyorum içeri girerken.
—İyi iyi, salona geçip kendin gör.
Uçar gibi dalıyorum salona. İçeri girer girmez de gözlerime yaşlar doluyor. Ah, gül yüzlü Nuray’ım ne hâle gelmiş? Yorgun ve bitkin; adeta ölü… Yüzü kireç gibi, gözleri kapalı… Çekyata uzanmış yatıyor, üstünde de bir battaniye…
Muazzez Ebe görevini yapmış bir insanın rahatlığıyla kollarını birbirine dolamış oturuyor bir sandalyede:
—Gözün aydın muallim bey, diyor. Sağlıklı bir oğlun oldu. Yıkayıp pakladık, sonra da kundağa sardık. Göbek adını Mustafa koyduk; unutma sakın!
Cevap vermeden can yoldaşıma yaklaşıp baş hizasında yere diz çöküyorum; incitmekten çekinircesine alnına bir öpücük kondurarak:
—İyi misin? diye fısıldıyorum kulağına.
Mecalsiz bir şekilde kan çanağı gözlerini açıyor:
—İyiyim, diyor; oğlumuzu gördün mü?
—Hani, nerde?
—Gözlerin kör mü evladım? diyor Muazzez Ebe. Baksana, hanımının başucunda yatıp durur.
Çekyatın eşimle duvar arasındaki bölümünde, battaniyenin altında bir kabarıklık fark ediyorum. Büyükçe bir ayakkabıyı battaniyeyle örtmüşler gibi bir kabarıklık… Üst kısımda da sarı bir tülbent…
—Aç aç, tülbendi aç! diyor Muazzez Ebe.
Sağ elimi tülbende uzatırken bir ses duyuyorum. Garip bir ses… Kedi sesi gibi, daha doğrusu kedi yavrularının miyavlamasına benzeyen çok ince ve çok kısa süreli bir ses… Tülbendi açıyorum.
Aman Allah’ım, gözlerime inanamıyorum; burada bir bebek var! Vücudu beyaz kundakla, başı beyaz tülbentle sıkı sıkı sarılmış bir bebek... Bebeğin pembeyle mor arası bir renge sahip avuç içi kadar yüzü gözlerimi kamaştırıyor. O belli belirsiz kaşlardan, o küçücük ve mor yanaklardan, o incecik dudaklardan nur fışkırıyor, nurlar fışkırıyor; nurlar içinde kalıyorum.
Böylesine bir güzellik, böylesine bir masumiyet ve böylesine bir safiyet olabilir mi yarabbi? Kim demiş yeni doğan her bebek çirkin olur diye? Gelsinler, gelsinler de görsünler benim oğlumu!
Benim oğlum, evet bu benim oğlum! Ne kadar güzel, ne kadar küçük ve ne kadar aciz yarabbi! Bense onun yanında ne kadar kuvvetli bir insanım; evet, hissediyorum bu kuvveti. Bu yavruyu besleyip büyütmek için hamallık yapabilirim, ona kötülük yapmak isteyenlerle dövüşüp hapiste yatmaya hazırım; onun sağlığı için böbreğimi, kanımı, hatta canımı vermeye razıyım.
“Babalık bu olsa gerek…” diye geçiriyorum içimden.
Beş-on dakika öncesine kadar kendimi babalığa hazır hissetmiyordum ama şimdi bu sıfata çoktan hazırmışım da haberim yokmuş gibi geliyor bana. Belki de yanılıyorum; belki de şu küçücük yavrudur bende böyle duygular yaratan… Evet evet, en doğru açıklama bu: Şimdi çok iyi anlıyorum ki bir erkeğin baba olmasını sağlayan evlatmış.
O an bir şey oluyor. Hiç beklemediğim bir şey… Göz kapakları açılıyor oğlumun; küçücük, karacık gözleriyle bana bakıyor.
Göz gözeyiz.
O küçücük ve karacık iki gözden yüreğime, tam yüreğimin odak noktasına bir şeyler akıyor. Su gibi, elektrik gibi bir şeyler… Adeta çarpılıyorum.
Büyülenmişim. O an anlıyorum ki ben onun kölesiyim, o da evimin efendisi…
—Nasıl, beğendin mi? Güzel mi bebeğimiz? diye soran bir ses duyuyorum.
Oğlumun yanı başında yatan sesin sahibine bakıyorum. Onun çatlamış dudaklarına, solgun yüzüne, baygın gözlerine bakıyorum. Nur’um, Ay’ım, can yoldaşım dediğim; ondan ayrıyken sürekli olarak gül yanaklarını, tatlı sesini, sıcak tenini özlediğim kadın değil bu. Artık o, bu güzelliklerin çok çok ötesinde kutsal bir varlık… İlahi yaratıcılığın somut bir temsilcisi: Anne…
Cevap vermeden eğiliyorum ve yüzümü; aynı yastıkta yan yana duran, biri ilahî diğeri mucizevî bu iki başın arasından yastığa dayıyorum. Şimdi bir yanağım eşimin, diğer yanağım oğlumun yanağında… Yanak yanağayız; ateşler gibi yanıyor yanaklarım.
Gözyaşlarım akıyor yastığa.
Cennet kokuları alıyorum.
Şimdi şükür zamanı…
“Ey Allah’ım; beni babalığa layık gördün ya, böylesine bir aile mutluluğu tattırdın ya bana, şükür sana, şükürler sana!”
İstanbul / 2010
erturanelmas.megabb.com
YORUMLAR
Yazarın teknik bilgisinden, tecrübeesinden çok şey öğrenmemizin yanında, sanırım kendince de çok özel olan bu öyküden büyük de bir haz almak kaçınılmaz oluyor.
Sayın Erturan Elmas, bu sayfalara daha sıkça yazmalı ve biz onu daha çok okumalıyız. Ondan, teknik olarak öğrenecek çok şeyimiz var. Keşke zamanı olsa da, yazdıklarımızı eleştirip, hatalarımızda uyarsa bizleri. Kendimizi geliştirmemizde yardımcı olsa bizlere.
erturanelmas
Yazılarımı takip etiğini biliyorım. Yorumunuzdaki bazı hususlara temas etme ihtiyacı hissettim. Birincisi, iki yıl önce edebiyat sitelerinde genç şairlere ve yazarlara yardımcı olmak amacıyla sık sık yorumlar yapıyor ve onlara yol göstermeye çalışıyordum. İyi niyetimin değerini bilip kendini geliştirenler oldu fakat sayısı bir elin parmaklarını geçmiyor. Eleştirdiğim edebiyat severlerin çoğu hakarete varan cevaplarla beni küstürdüler. Oysa ben beğenmediğim bir yazıya hiçbir yorum yapmam. Yorum yaptığım bir eserde bir güüzellik bulmuşum kizahmet edip eleştirmişim; bunu anlayamadı birçoğu. Bu nedenle artık bu sitelerdeki hiçbir yazıya yorum yapmıyorum.
Ayrıca 6 aydır Kanes Yayınlarında editörlük yaptığım için sanal sitelere zaman da ayıramıyorum. Ancak bana değerlendirmem için şiir ve hikaye gönderen olursa kusurlarını özel mesajla iletiyor ve onlara yardımcı oluyorum.
İkincisi, ben fazla yazan biri değilim. Bir hikaye üzerinde aylarca çalışırım fakat her yazdığım hikayenin edebi bir değeri vardır. Bunu nereden mi anlıyorum? Bu sitedeki on hikayemin dokuzu Hisar, Dergah gibi büyük dergilerde yayınlandı. Üzerinde altı ay çalıştığım son hikayem Evimin Efendisi de önümüzdeki ay Dergah'ta yayınlanacak.
Üçüncüsü, hikayemdeki kahraman ben değilim. Hepsi bir kurgu. Bu sitede asılı olan Yitirlmiş Değerleri okursan o hikayenin yazarının bir kadın olduğunu zannedersin veya Paralel Kirlenmeleri okursan o hikayeyi yazan kişinin yaşlı ve pis bir çapkın olduğu zannına kapılırsın. Ben bu hikayeleri hep kend başımdan geçmiş gibi yazıyorum ama hiçbiri ben değilim. Hepsi kurgu.
Hikaye yazarları eserlerini genellikle 3. kişili anlatımla kaleme alır. Mesela bu anlatım tekniğiyle hikayemin birinci cümlesini tekrar yazayım.
Öğretmen Ertan Bey evinin arka bahçesini gören salon penceresinden göğe bakıyordu.
Bazı yazarlar 1. kişili anlatımı tercih eder. Aynı cümleyi bu teknikle yazayım
Evimin arka bahçeyi gören salon penceresinden dışarı baktım.
Ben ise şöhretli hiçbir yazarın kullanmadığı bir teknikle yazıyorum. Hep şimdiki zaman ekini kullanıyorum ve on, yirmi, kırk dakikada, en çok iki saatte geçen olayları yaşayıp yaşatarak anlatmaya çalışıyorum. Bu yazma tekniği beni çok sınırlıyor, adeta kalemime kelepçe vuruyor ama edebiyat dünyasında yer edinebilmek için özgün olmak şarttır.
Bir ay önce bir romana başladım aynı teknikle. Heniz 20 sayfa yazabildim. İyi bir kurgu olacak. Öyle sanıyorum ki bir yıl sonra biter. İnşallah o romanımla edebiyat dünyasında bir yer edineceğim
Değerli Fikret Tezal,
Sana yarım etmek, eserlerini eleştirmek isterim.Neler yazdığını, eserlerinin kalitesini bilmiyorum ama en beğendiğin şiirlerden beş adet, en beğendiğin düz yazılardan da iki adet bana gönderirsen müsait zamanda okur ve size yol göstermeye çalışırım.
Ayrıca erturanelmas.megabb.com siteme üye olup oraya da yazılarını asabilirsin.
[email protected]
Selamlar.