- 579 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
Neyi aramak ve bulmak zorundayız?
İnsanlar çok farklı anlayış, kavrayış ve fikri açılımlarda olacaktır, olmalıdır.
Meselelere bakış açıları şayet bir sabit fikirliliğin patinaj hezeyanları değilse, lüzumu gereği tartışmak mümkündür.
Kar ile kargayı ayıracak kadar en az bir idrak sahibi olması elzemdir.
İdrak öyle muazzam bir haslettir ki açılımları sebebiyle muhteşemdir tıpkı arifle tarif arasında ki ilişki gibi.
Bu hasletin güzellikleri hale o denli akseder ki gülün kokusu misali, dilin tat alması denkliğinde.Daha sarih
Daha sarik bir ifadeyle sukutun idrakine müdrik bir tefekkür erbabının, lafazanlığı tercih etmemesi gibi…
Bilmek o kadar önemlidir ki, en az üzülmek için, hürriyeti terennüm için, kulluğun ifası için.
Lakin sadece bilmek ne kadar kifayet edecek ki?
Dolayısıyla idrak bu bakımdan, hale nüfus etmesi açısından, şevkin haz ile açılımı tarzından önemli.
Meselelere bakış açıları halden neşet etmiyorsa, bir mihenk bulunmuyorsa ne kadar önemlidir ki!
Değerli mütefekkir ve yazar Dücane Dündioğlu fevkalade latif tespitlerinden istifada eder isek;
Nasıl ki bir kimsenin ’ahlâkçı’ olması ile ’ahlâklı’ olması arasında çok büyük bir fark varsa, kişinin hikmet’e sahip olmasıyla hikmet’in bilgisine sahip olması arasında da aynı şekilde büyük bir fark vardır; tıpkı ’feylesof’ ile ’felsefeci’ veya “felsefe tarihçisi” arasındaki farklar gibi.
Hikmet taliplerinin hikmet’in tarihini de öğrenmeleri gerekir.
Bunda kuşku yok. Ancak yine de bir hikmet talibi gün gelir de hikmet’ten nasibine düşeni alabilirse, kendisini en az borçlu hissedeceği kaynakların başında “felsefe tarihleri” yer alacaktır.
Bu nedenle hikmet’ten nasibini almadıkça, kişinin gidip hikmet’in tarihiyle meşgul olması, vaktini boşu boşuna heba etmesi demektir.
Hâl böyleyse felsefe tarihi kitapları hangi ihtiyaca cevap verirler?
Felsefe sözlükleri hangi ihtiyaca cevap veriyorlarsa, felsefe tarihleri de benzer ihtiyaçlara cevap verirler.
Yani felsefe’yle meşgul olan, felsefe’nin/felsefe dünyasının içine girmiş olan hikmet talibi, anlamını kavramakta güçlük çektiği bazı kelime ve ıstılahların (terimlerin) ya da bazı mânâ ve mefhumların (kavramların) genel açıklamalarını görmek amacıyla sözlüklerden yararlanma ihtiyacı hissettiği gibi; filozofların hayatını, ustalarını ve talebelerini, hikmeti nasıl anladıklarını veya anlattıklarını vs. -bir kronoloji dahilinde- öğrenmek amacıyla pek tabii ki felsefe tarihi metinlerine de, tabakat kitaplarına da başvurma ihtiyacı hisseder; hissetmelidir de.
Lâkin ne zaman?
Hiç değilse, hikmet pınarının o saf suyundan içmeden (en azından ciddi olarak içmeyi denemeden) önce değil! Çünkü hikmet’le, hikmet’in kendisiyle tanışmadan evvel hikâyât ile meşgul olmak, sırf heveskârlık icabı lüzumsuz bir sürü filozof ve kitap ismini bellemek, hatta içi doldurulmamış kelime ve mefhum listeleriyle boğuşmak abesle iştigâlden ibarettir.
“Reçeli kavanozundan yalamak” biçiminde tabir ettikleri aymazlık budur işte!
Hikmet adlı o güzel sevgilinin kendisini ihmâl edip üzerindeki libası seyretmek; bir açıdan, yolu gösteren levhanın işaret ettiği istikamet üzere gitmek yerine levhanın kendisini incelemekle yetinmek gibidir.
Hikmet’i, yani “hakikatin bilgisi”ni, kendimiz için aramak, ne pahasına olursa olsun aramak ve şayet nasibimiz (nispetimiz) varsa onu bir an evvel bulmak zorundayız.
Evet, kendimiz için aramak ve bulmak zorundayız.
“Kendimiz için...”, yani kendimizi tanımak için... yani kemâle ermek için... yani nasıl olup bittiğini anlamadan kendimizi bütünüyle sarılı bulduğumuz şu dünya adlı çile yumağının içinden hakkıyla/lâyıkıyla sıyrılabilmek için...
En nihayet adam gibi yaşayabilmek ve adam gibi ölebilmek için...
Hâsılı, başka bir şey için değil, kendimiz için kendimizi aramak ve bulmak zorundayız.
Ey talib, ’hikmet’ çağrılarının hakikisi ile sahtelerini birbirlerinden nasıl ayırd edebileceğini soruyorsun.
Pazardaki satıcıları iyi gözle, ve bak bakalım, ellerinde tuttukları, tadını öve öve bitiremedikleri şu reçel kavanozunun kapağı hiç açılmış mı?!
Ayrıca öğrenmeye çalış, efsanevî tadın hikâyesini dillerine dolayanlar, bu tadı sadece işitmişler mi, yoksa bizzat tatmışlar mı? Kendileri hâl ehlinden midirler, yoksa kal ehlinden mi? Bilgileri husulî midir, hudurî mi? Satırdan mı konuşuyorlar, sadırdan mı?
Bu soruların cevabını bulmak, bir talip için hiç de kolay değil; üstelik o talip, sadece hikmet’in bilgisine (hakikatin bilgisinin bilgisine) talip ise.
Lâkin hikmet’in bilgisine değil de, kendisine talip ise, cevapları aramasına bile gerek yok; henüz öğrendiği elif’i yazsın hemen meydanın ortasına; pazar da, pazardakiler de, reçel kavanozları da hâk ile yeksan olsun!