SESSİZLİĞİN GÖLGESİNDEKİ KADIN
Kocasını toprağa verdikten sonra eve kapandı, kapıyı sıkıca sürgüledi. Hiç kimseyi görmek istemediği gibi acısını tek başına yaşayacak, anılarının boş sözlerle kirletilmesine izin vermeyecekti. Nasıl toparlanacağı endişesi içindeyken, ne yapacağını bilmez halde, duygularıyla baş başa kalmanın daha doğru olacağı kararına vardı. Kırılan düşlerini, yıkılan dünyasını, karanlık güçlerin elinden kurtarmalıydı. Üzgün bir şekilde aynanın karşısına geçti. Aynada gördüğü hayali bir cesetle yüz yüze geldiğinde; ruhsuz, taş kesilmiş gözlerini sabit bir noktada çakılı tutup saatlerdir bomboş bakan bir kadın gördü karşısında. Çevresinde garip şeyler dönüyordu. Ağlama isteğiyle çırpınıp durdu. Gözleri kurumuş bir pınarın kopuşlarındaydı adeta. Bir damla yaş inmiyordu yanaklarından. Dışarıda deli gibi yağan kar, saçakları buz tutturmuştu, yitirdiği geçmişine bir balyoz indirir gibi... Bütün bu uçuşan beyazlıklar, yüreğinin karasını silmeye yetmeyecek kadar azdı. Kendi dünyasına daldığı, görünmez bağlarla başka bir dünyaya bağlandığı sırada, büyük bir bunalımın eşiğinde olduğunu anlayamamıştı. Odanın içi çok soğuktu. Kaloriferi yakmayı akıl edemeyecek kadar yorgun olduğunu ve üşüdüğünü, dişleri birbirine vurduğunda anladı. Bastığı yeri görmüyordu. Yaşadığı olayı atlatmanın kolay olmayacağının bilincindeydi. Henüz çok tazeydi acısı. Üstesinden gelecek miydi, onu da bilmiyordu.
Koca evde yapayalnız, suyunu yitirmiş deniz gibiydi. Dikkatsizliği yüzünden kaza geçirip hayata veda eden kocası ile cenazenin hemen ardından Amerika’ya dönen ve tek çocuğu olan kızı Carolin’e için için kızıyor, sitem ediyordu. Çevresini kuşatan acılarla başa çıkamayacak kadar zayıftı. Odanın içinde bir süre sessizce dolaştı. Yanı başında otururken bile özlediği, toz konduramadığı sevdiği yoktu artık. Bütün bir hayatın kaleleri yıkılmış; renkler, yüzler, görüntüler işin içinden çıkılmaz bir hal almıştı. Israrla ziyaretine gelenlere istemeyerek de olsa kapıyı açmak zorunda kaldı. Hemen her gün, yakınlarının akınına uğrar, onlar gittikten sonra hareketsiz otururdu. Kocasının gülen yüzü gözlerinin önünden gitmiyordu. Birlikte paylaştıkları güzel anıları hatırlamaya çalıştıkça, morgdaki parçalanmış ve morarmış yüz, alay edercesine karşısına çıkıyor, her karşılaşma sonrası ayak parmaklarından başlayıp, saçlarına kadar uzanan alevlerle yanıyordu. Koridorun duvarında asılı olan Laykonik tablosunu seyretti uzun süre. Onu alabilmek için, Marek’le birlikte bütün gün Krakow’da nasıl dolaştıkları geçti gözlerinin önünden. Satıcı İngilizce konuşuyordu. Eliza, Lehçe’nin dışında çok az İngilizce bilirdi. Adamın söylediklerini tam olarak anlayamamış ancak mimiklerinden ve yakaladığı birkaç sözcükten ne demek istediğini bulmaya çalışırken, kocasının satıcıyla konuşmasını hayranlıkla izlemişti. Tabloyu zar zor çıkarmışlardı üst kata. Bir ara, neredeyse düşüreceklerdi. Merdivenin ortasına gelince, ikisi de gülme krizine tutulmuş, basamaklara oturduktan sonra dakikalarca gülmüşlerdi. Onu unutamazdı, unutmayacaktı. Her saniye aklındaydı çünkü. Her kapı çalınışında, karşısına çıkacağı ümidi ve heyecanıyla kapıya koşuyor, sonra yeniden yalnızlığına gömülüyordu. Hep aynı hayal kırıklığı… Hep aynı bekleyişlerle…
Caroline, gittiğinden bu yana hiç aramamıştı. Babasının ölümünden kendisini mi sorumlu tutuyor düşüncesi onu kahrediyor, içi içini kemiriyordu. Duygularıyla savaş halindeydi. Kaza günü, markete birlikte gideceklerdi aslında. Son anda bu fikrinden vazgeçtiği için pişmandı. Yanında olmalıydı. Kim bilir belki orada olsaydı, kazayı önleyebilirdi de. Kızının; bu olayı kendisi gibi yorumlayıp yorumlamadığı şüphesi, korkularını daha da artırıyordu. Ağzının içi çamur gibi olmuştu. Üç gündür hiçbir şey yemediği için acıkmış olabileceğini düşünerek mutfağa geçti. Bir fincan kahve ve birkaç kurabiye ile açlığını gidermeye çalışırken kapı çalındı. Arkadaşı Maria’ydı gelen. Onun varlığından asla rahatsız olmazdı. Sevdiği, değer verdiği bir dostuydu Maria. Getirdiği tepsiyi masanın üzerine bıraktı. “Biraz kurabiye getirdim, birlikte yeriz.” Dedi. Eliza, donuk bakışlarla ona baktı. Gülümseyen gözlerini, şekil verilmiş kızıl saçlarını kıskandığını hissetti. Neden gülümsüyordu, neden mutlu görünüyordu, gülecek zaman mıydı şimdi? Karşılıklı oturdular. Arkadaşı hep konuşuyor, teselli sözcükleriyle onu avutmaya çalışıyordu. Eliza, söylenenlerin hiç birini duymuyor; arkası gelmez bir savaşın eşiğinde kendi iç savaşını verirken, başkalarının ona acıması içindeki hüzün duvarlarını büsbütün azdırıyor, o duvarların altında ezildiğini hissediyordu. Arkadaşı beklediği ilgiyi göremeyince kalkmak üzere harekete geçti. Kapıya yaklaştığında; “Eliza, üç ay sonrası için Türkiye’ye bir tur düzenlenmiş, fiyatı çok uygun, istersen… Çok sıkıldın, senin de gitmeni isterim. Belki yaralarını kapatmaz ama bir değişiklik olur, ne dersin, gelir misin?” Eliza cevap vermedi. Kapıyı araladı. Kapının aralığından sızan ışık gözlerini rahatsız etmişti. Arkadaşı gittikten sonra uzun uzun düşündü. Türkiye’yi hiç görmemişti. Gidenlerden, o ülke adına olumlu sözler duymuş, eşiyle planlar yapmıştı. Günlerdir perdeleri açıp Vistül ırmağının bile yüzüne bakmadığı halde, bu yabancı ülkeye gitme fikri, üstelik eşi olmadan nasıl gidecekti? Aklı karıştı, kararsızlık içindeydi.
Kız kardeşi Hanna’yı da görmedi uzun süredir. Onun, Laykonik( Ayaklı At) töreninde tanıştığı bir İngiliz ile kaçışını hatırladı üzüntüyle. Babası onu hiç affetmemişti. Babalarının ağır hastalığı ve ardından ölümü, onları yeniden bir araya getirmiş, geçen on yılın acısını çıkarırcasına Krakow’da üç ay kalarak hasret gidermişlerdi. Londra’ya döndükten bir hafta sonra kız kardeşi, ailesiyle birlikte yerleşmek üzere geri döndü. Eliza, kardeşinin küçük kızı Alicja’yı çok severdi. Ona bu ismi kendisi vermişti. Büyük yeğeni Ewa, geldiklerinin ikinci yılında, kar yüzünden çöken çatının altından kurtarılamamıştı. Birden, Marek’in kazasından sonra, teşhis için gittiği morgdaki yüzünü hatırladı. Gözleri kan içindeydi. Yüzü morarmış, saçları birbirine yapışmıştı. Kocası tanınmaz haldeydi. Ellerini yüzüne kapadı Eliza, bu korkunç manzarayı zihninden silmek istiyordu. “Ah Marek! Nasıl bıraktın beni!” Diyerek iç geçirdi. Aynı anda, uzaktan gelen siren sesleriyle çılgına döndü. Sesler beyninde uğulduyor, etrafında şimşekler çakıyordu. Yüreğinin yangını dinmek bilmiyordu. Her geçen gün, acısının bir kat daha artışını engellemeye çalışırken, o dehşet anını unutmak üzere bütün gücüyle çırpındığı halde, gösterdiği tüm çabalar boşa gidiyordu.
Havalar ısınmaya başlamış, bahar yüzünü göstermişti. Kararını verdi. Arkadaşı ile turlara katılacaktı. Ne kızına ne de kız kardeşine fikrini açmadan, arkadaşı ile yolculuğa çıktı. Yeşilköy hava limanında bir ara başı döndü, bulduğu koltuğa çöktü. Beş dakika kadar oturduktan sonra gruba katıldı. İstanbul çok kalabalık bir şehirdi. Şaşkınlığını gizlemeye çalışırken, uğultular beyninin içini kazıyor gibiydi. Kapalı Çarşı gezisi sırasında; oranın havasından mıdır, baharatların, adını bilmediği yiyeceklerin kokusundan mı anlamadan, midesinin bulandığını hissetti. Maria’ya daha fazla dolaşamayacağını söyledi. Gruptan biri onu otele bırakıp, kaldıkları yerden gezmeye devam ettiler. Eliza, odaya girer girmez tıpkı bir külçe gibi yatağına uzandı, gözlerini tavana dikti. Korkuyordu. Tavanda gördüğü hayali yaratıklar, kollarını ona doğru uzatıp boğazını sıkmak ister gibi saldırıyorlardı. Çığlık atmak istedi, başaramadı. Boğazında bir şeylerin düğümlendiğini, yosunlar arasından ani bir sıçrayışla ortaya çıkabilecek yengeçlerin kendisine saldıracağı inancıyla, ellerini başının üzerinde kavuşturdu. Koridorlardan gelen seslerin yankıları giderek büyüyor, onları anlamıyor, sesler birbirine eklenerek beynini esir ediyordu. İç sezgileriyle boğuştuğu dehşet dakikaları, kapının çalınmasıyla dağılıp uzaklaştı. Kapıyı açıp açmamakta kararsızdı. Dışarıdaki ses, anlamadığı dilden bir şeyler söylüyordu. Gelen kişi, oda hizmetlisiydi aslında. Duyduğu tok ve gür erkek sesi, içindeki korkuyu büsbütün azdırdı. Bu adamın kendisini öldüreceğini düşündü. Titremeye başladı. Olabildiğince uzaklaştı kapıdan. Herkes ona karşıydı, her an ölümle yüz yüzeydi. O sırada Maria’nın tiz sesini duyar gibi oldu. “Kapıyı aç Eliza, benim,” diyordu. İçeriden kilitli olduğu için kapıyı açamamışlar, yumruklayarak kendilerini duyurmaya çalışıyorlardı. Kulaklarını tıkadı, kapıyı açmamakta kararlıydı. Birkaç dakika sonra, yedek anahtarla kapı açıldı. Eliza’yı pencerenin köşesinde büzülmüş, elleriyle kulaklarını tıkamış halde oturur buldular. Maria şaşkınlık içindeydi. “Neyin var senin, hasta mısın?” Diye sordu. Yanıt alamadı. Gruptaki herkes, bu rastlantı yüzünden tedirgindi.
Ertesi sabah Ankara’ya gitmek üzere yeniden yola çıktılar. Maria’nın sorduğu hiçbir soruya cevap vermediği gibi otobüstekilere tuhaf bakışı, gözlerinin irileşmesi, garip davranışları diğerlerini huzursuzluğun eşiğine sürüklüyordu. Konuşacak gücü kalmamıştı Eliza’nın, suskunluğun arkasına saklanarak kendini güvenceye aldığını sanıyordu. Yüz kasları geriliyor, havada uçuşan hayali yaratıkları el kol hareketleriyle kovalıyordu. Ankara’ya indiklerinde endişeler ve korkular zirvedeydi. Gördüğü her şeyden korkuyordu. Bütün o kalabalığın arasında yapayalnızdı. Herkes ona zarar vermek için sıraya girmişti. Doğup büyüdüğü yerlerden uzak, her an öldürülme riski taşıdığı düşüncesiyle, o gece sesi kısılıncaya kadar çılgınlar gibi bağırdı. Sabahın ilk ışıklarıyla onu hastaneye götürdüler. Tetkikler sırasında direnişler gösteriyor, görevlilere saldırıyordu. Kendisine dokunmalarını istemiyordu. Uzun bir araştırmanın sonucunda şizofreni paranoid teşhisi ile hastaneye yatırıldı. Konuşulan sözleri anlamıyor, öldürülme korkusu içindeyken, görevlilerin işlerini engelliyordu. İlk günün sabahı; içinde zehir olabileceğini zihninde kurduğundan, verilen kahvaltıyı, hatta öğle ve akşam yemeklerini bile yemedi. Gece boyu duvardaki yaratıklarla uğraştı. Korkularını bir türlü bastıramıyor, onları gerçekmiş gibi yaşıyordu. Dillerini anlamadığı bu yabancılar arasında boğulacak gibiydi.
Aradan geçen bir yıl içinde ziyaretine gelen kızı Carolin’i tanıyamadı. Saçı başı darmadağınıktı. Her geçen gün kötüye gidiyordu. Kızının sorduğu sorulara cevap vermedi. Tek güvencesi susmaktı. İnsanlarla iletişim kurmaktansa, iç dünyasında tek başına yaşamayı tercih ederdi. Bu yüzden herkesten kaçıyordu. Evinin bahçesindeki çiçekleri özlüyor, özlemini gidermek için terliklerine taktığı kurumuş çiçeklerin ruhu ile içsel konuşmalar yapıyordu. Her an kontrol altında olduğunu, izlendiğini düşünüyor, çevresindeki her olaya şüpheyle bakıyordu. Bir bardağın düşerken kırıldığı sesten, radyodan, televizyondan etkileniyor, korkuyla yatağının köşesine büzülüyordu. Giderek kendi iç dünyasına doğru çekilirken, tamamen kabuğuna sıkışmış, toplumdan uzaklaşmıştı. Birkaç kez kaçmaya çalıştı. Başaramadı. Aradan geçen otuz yıl boyunca sadece yemek yerken ağzını açmış, dudaklarından bir tek hece dökülmemişti. Yaşamaktan ümidini kesmiş, ne zaman öldürüleceği kuşkusuyla yılları sırtında taşımıştı. Kendisiyle konuşmak isteyenlerden kaçıyor, anlamadığı sözcükler beyninde halkalarla dolaşıyordu. Susmak kurtuluştu, son çareydi susmak onun için.
O günlerde hastaneye getirilen küçük bir kızı Alicja’ya benzetti. Onu anlamak; siyah ve uzun saçlarını okşamak, içindeki korku filmlerinden onu korumak isteğiyle, ailesinin ortalıklarda görünmediği zamanlar küçük kızın odasının önünden geçiyor, onunla konuşma girişiminde bulunuyordu. Kaç kere denediyse sesi çıkmamış, boğazında düğümlenen sözcüklere isyanla, kendisini elleriyle boğmaya kalkmıştı. Yoktu, sesi yoktu. Ağzını açmasıyla kapatması bir oluyordu. Küçük kız, bir ay içinde iyileşip taburcu oldu. Onun gideceğini toplanmasından anlamıştı. Terliklerine baktı. Renkleri solmuş, yırtılmış oldukları halde kurumuş çiçekler hala üzerinde duruyordu. Onları Vistül’de yüzdürecek, hayalinde çizdiği gizli odasında tutuşan ışıkları söndürecekti. Sakin adımlarla kızın arkasından dışarı çıktı. Onlar arabalarına binip uzaklaştıklarında, Eliza caddenin ortasında kalakalmıştı. Yanından geçenlerin şaşkın bakışları, anlamadığı sözler, sırıtışlar arasından hızla koşarak uzaklaştı. O günden sonra nereye gittiği anlaşılamadan bilinmezliklerin içinde kayıplara karıştı.
Bir daha ne gören oldu onu, ne de soran…