- 1364 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
Bakmak ve Görmek
Birbirine sıkı sıkıya bağımlı gibi görünse de bakmak ve görmek aslında bağımsız iki ayrı kavramdır. Daha açık anlatacak olursak; bakmak görmek değildir. Sadece nesneli görmeyi kolay kılacak bir yönelimdir.
İşte bu noktada sorgulanması gereken şey görme azmi ve niyetidir.
Her gün gerek basında gerek sokak aralarında karşılaştığımız insanlardan gündeme dair değerlendirmelere şahit oluyoruz. Bunlar, çoğunlukla aynı konu üzerine farklı algılamalarla yorum getiren taban tabana zıt görüşler oluyor.
Şu anda yazımı okumakta olduğunuz platformda da benzer çelişkili algılara şahit olmaktasınız.
Oysa etkilerini hep birlikte yaşadığımız fakat tamamen farklı tepkilerle dillendirdiğimiz olayların aslında bir tek doğru açıklaması olması gerekmez mi?
Her farklı görüş kendi bakış açısı ve algısına göre doğruyu gösterebilmeyi amaçlaması gerekirken, içten içe kendi doğrularının kabul görmesini arzulamasının ötesinde neredeyse dikte etmeye yönelik eğilimi ne şekilde yorumlamalı?
Kabullenilmiş ayrışım mı yoksa ne pahasına olursa olsun baskın gelme, üste çıkma beklentisi ve galibiyet tutkusu mu?
Neye ve kime karşı galibiyet?
Bu hastalıklı yaklaşımlar toplumu nereye götürür!?
Yeri geldiğinde hepimizin telaffuz ettiği birlik beraberliğe mi yoksa kutuplaşmanın kalın çizgilerle sabitlendiği çatışmacı bir yapıya mı?
Görmek denilince sadece nesnel olanın görülmesini düşünmek de yanlıştır. Özellikle siyasal kaosun hat safhada olduğu günümüzde, kirli emelleri çoğunlukla soyut kavramların arkasına saklamaya çalışıldığı (!) göz ardı edilmemelidir.
Toplum üzerinde kötü emelleri olanlar, başarıya ulaşabilmek için o toplumun en hassas yanını tespit edip o yanını kalkan olarak kullanmak zorundadır! Aksi halde destek bulamayacağından başarıya ulaşabilmesi mümkün değildir.
Ülkemizde oynanan oyunları perdelemeye, gizlemeye en uygun araç olarak da kullanılan bu hassasiyetlerin başında hiç kuşkusuz inanç konusu gelmektedir. Tamamen soyut olan bu kavram istismara en açık kavramdır ve bir takım siyasetçilerimiz tarafından istismarı en acımasız şekilde yürütülmektedir.
Yaratanla yaratılan arasında bireysel olması gereken inanç konusu, çirkinliklerin üstünü örtme malzemesi olarak toplumsallaştırılmak istenmektedir.
Bütün bunların toplum üzerinde açıkça uygulamaya sokulmuş olmasına rağmen aynı toplumun bireyleri tarafından desteklenmesinin izahı ise gerçekten güçtür!
Madem konuyu inancın siyasete malzeme olarak kullanılması ve istismarına bağladık, o halde hep birlikte şahit olduğumuz bazı siyasi kararları hafızamızı tazeleyerek örnekleyip irdeleyelim;
AKP’nin kapatılması istemiyle açılan davada,“laikliğe aykırı fiilerin odağı haline gelmesi” sebebiyle yargılama süreci yaşanmıştı.
Dava sonucu alınan karar ise her konuda olduğu gibi yine farklı yorumlara muhatap olmuş herkes kendi bakış açısıyla yorum getirmeye çalışmıştı.
İktidar, kapatılmayla sonuçlanmadığı için kararı kendileri açısından zafer olarak yorumlamış, muhalefet ise siyasi rakipleri hakkında hukukun vermiş olduğu karara belki itiraz etmemişti ama süreçten pek de memnun kalmamıştı.
Ama gerçek şu ki; AKP yargılama sonucu kapatılmamış olsa dahi mahkûmiyet almıştır! Ne ile; “laikliğe aykırı fiillerin odağı haline gelmesi” sebebiyle.
Peki dava gerekçesi kamu vicdanını tatmin edecek yeterlilikte miydi?
Elbette hayır.
Laikliğe aykırı fiillerin odağı haline gelme iddiasının yanı sıra kamuyu zarara uğratma, ülkeyi iç ve dış dinamikler karşısında acze uğratma (!) gibi iddiaların da eklenmiş olması gerekmez miydi?
Zira AKP’nin bu yönde almış olduğu gerek siyasi gerek ekonomik kararlar arasında devleti siyaseten savunmasız, ekonomik olarak da büyük çapta zarara uğratan birçok uygulamaya imza attığına hep birlikte şahit olmadık mı?
AKP yakın geçmişte muhalefetin güçlü direnişiyle karşılaşmamış ve amacına ulaşabilmiş olsaydı Türkiye Cumhuriyeti kendini geri dönülmez bir çıkmaza daha sokacak ve Filistin sürecine benzer bir sürecin ülkemizin Güneydoğusunda hayata geçmesi kaçınılmaz olacaktı. Bu süreç Güneydoğumuzda ikinci bir Gazze’nin ortaya çıkmasına yol açacaktı.
Neyse ki CHP başta olmak üzere muhalefet kararlılıkla karşı çıkmış ve alınan karar Danıştay tarafından durdurulmuştu.
Konuyu kısaca hatırlayalım;
Hükümet ısrarla; Hatay, Kilis, Gaziantep, Şanlıurfa, Mardin ve Şırnak illerinin, önemli bir kısmı Suriye, bir kısmı ise Irak ile olan sınır bölgesini kapsayan 877 km’ lik bir alanı mayından temizlenmek üzere İsrail’lilere vermek istiyordu.
Bu iş karşılığında söz konusu araziyi 49 Yıllığına İsraillilere verecek ve bunun adına kamu adına karar verme diyeceklerdi.
Yaş ortalamasının 65-70 olduğu ülkemizde yarım asırlık böyle bir anlaşmanın sonuçlarını buradan anlatmaya gerek var mı bilmem!
Düşününüz ki bahsedilen arazilerin toplamı Kıbrıs Adasının iki katı büyüklüğünde ve Suriye ile Irak sınırlarını kapsaması nedeniyle de İsrail için stratejik öneme sahip!
Hükümeti bir tarafa bırakacak olursak, Türk Milleti böylesi kararlar almak için herhangi bir siyasi oluşuma yetki verir mi?
Yani, Türk Telekom’u iki yıllık kârı bedeline özelleştirilmesine onay verir mi?
Özelleştirildikten sadece 4,5 ay sonra yüzde 90’lık kısmı 900 milyon dolara Amerikalılara satılan Tekeli 295 milyon dolara verin diye herhangi bir siyasi partiye vekâlet verir mi?
Peki bütün bu gariplikler yaşanırken AKP’nin attığı her adımı alkışlayan şaş şak orkestrası için vatanseverlik, onur, erdem, samimi iman, haysiyet gibi kavramlar hiç mi bir şey ifade etmiyor!
Yoksa yaşanan onca şeye sadece bakmakla mı yetinmekteler!
Ne demiştik?
Bakmak ayrı şey, görmek ayrı!.
Vatan denilince yüreği titremeyen nesillerin yetişmesi bu vatana yapılabilecek en büyük kötülüktür.
Oysa görmekteyiz ki birileri vatan sevgisini ikame edecek başka kavramları ön plana çıkarmaktalar.
Ne yazık ki kendilerine taraftar da bulabilmekteler.
Ama kimse karamsarlığa kapılmasın. Çanakkale’de yedi düvele karşı inançla, vatan sevgisiyle göğsünü siper eden o yüce ruh, ihtiyaç duyulunca yeniden ortaya çıkacak ve aynı azim ve inançla gerekeni yapacaktır.