- 642 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Kan Kırmızı Kaldı Geriye...7...
Korkunç çığlıklarla uyandı yatağından... Titriyordu... Belli belirsiz hareketlerle ellerini uzattı yana... Yatak boştu...
Korkunç bir kâbustu gördüğü... Sevdiği, ellerinin arasından dipsiz bir boşluğa düşüyordu... Korkunç bir kasırganın girdabında kurtaramamıştı o’nu... Yerden derin kıvrımlar halinde göğe yükselen, yükseldikçe kıvrımların genişliği artan, ışık huzmesini andıran bir fırtına alıp ellerinin arasında götürmüştü o’nu... Çok dayanmıştı bırakmamak için... Ama elleri yenik düşmüştü işte...
Saralı hastaların nöbetlerini andıran kasılmalar yaşıyordu bedeni... Ayakları, elleri istemsiz hareketlerle sallanıyor, bağırmak istiyor; ya da bağırıyordu da sesini kendisinden başkası duymuyordu...
Birden yüreği daraldı... Kalbi göğüs kafesinin içinde ezilmiş, örselenmişti sanki... Nefes almakta güçlük çekti bir an... Ayak parmaklarının uçlarına doğru yayılan ve gittikçe şiddetlenen bir ağrı sarmalının içine sürükleniyor, canı yanıyor ve tüm hücrelerinde hissediyordu acıyı...
Doğrulup kalkmak istedi yerinden; başaramadı... Gözleri bağlı bir insanın yönünü bulmasındaki telaşına, aceleciliğine ve ürkekliğine benzeyen hareketlerle, bir süre gezdirdi ellerini yatağın üzerinde...
Oyuncağını kaybeden ya da bulamayan bir çocuğun içsel hüzünlerini, düşsel kırıklıklarını yaşadı bir an... Kendisini; karanlık, korkutucu ve ürkütücü bir boşlukta yapayalnız kalmış, terkedilmiş öksüz bir çocuk gibi hissetti...
Korkulu rüyalar gördüğünde, usulca eşinin yanına sokulur, başını göğsüne yaslar, güvende hissederdi kendini... Fırtınalı bir havada, alabora olmakta olan bir geminin hallerine benzer sarsıntılar yaşadı içinde... Pusulasını kaybetmiş gibiydi...
Boğulmak üzereydi... Yaklaşacak fırtınanın ilk habercileriydi yaşadıkları... Ağlamak istedi... Ağlasa, bıraksa kendini duygularının fırtınasına rahatlayacaktı... Ellerini gözlerine götürdüğünde, ıslaklıklar çarptı ellerine... Rüyasında ağlamıştı ve yaşlar; rüyanın ardından dökülen yaşlar olmalıydı... Yatak soğuktu...
Boştu yatak...’Aman Allah’ım Erol eve gelmemiş daha’...Hep en hüzünlü anlarında yanı başında olan, gördüğü her kâbustan sonra kaçıp sığındığı dalı yoktu yanında...Kolu kanadı kırılmıştı sanki... Kendisini zorlayarak doğruldu... Yatağın ortasında oturur halde kaldı öylece... Ne kadar beklediğini bilmeden, orada öylece karanlık boşluğu seyretti bir süre...
Oda zifiri karanlıktı... Gözlerinin önünde siyah resimler uçuşuyordu... Korkusu büsbütün artmıştı... Yoksa gördüğü rüya devam mı ediyordu... Elleri ile yüzlerini yokladı usulca... Saçlarına dokundu... Hafifi bir tokat attı kendine, canı yanmıştı... ‘Hayır, bir rüya değil bu, gerçek’ dedi...
Karanlıkta gölge oyununu sonlandırmak, gözlerinin önünde uçuşan görüntülere son vermek için başucundaki lambaya uzandı elleri... Yaktı ışığı... Yine, hemen soluna baktı... Evet, evet, boştu yatağı... İçine bir hüzün çöktü yine...
Canının yanmasına aldırmadan zorlayarak kalktı yatağından... Pencereye yöneldi... Yavaş hareketlerle araladı perdeyi... Dışarıda yağmur yağıyordu... Pencereleri döven yağmurun sesini dinledi bir süre... Yağmurun serinliğini hissetti yüzlerinde... Gözleri hemen sokağın başında bulunan, yolu aydınlatan lambaya kaydı... Hiçbir canlı gelip geçmiyordu bu saatte... Sokak, ıssızlığa bürünmüştü sanki...
Gök gürlemesi ile sarsıldı... Bir ışık demeti hemen yanı başına kadar ulaşmış, her taraf bir anda gündüz yerine dönmüştü... Yağmur da gittikçe arttırıyordu şiddetini...
Gün içinde yaptığı telefon görüşmesini hatırladı birden... Biraz rahatladı... Eve geç geleceğini söylemişti ama gelmeyeceğini söylememişti ki... Gözü duvardaki saate kaydı... Vakit de gece yarısı ‘3’ ü gösteriyordu... Gördüğü rüyanın şokunu atlatmaya çalıştı...
‘Hiç böyle geç kalmazdı... Bir şey mi oldu acaba’... Yirmi yıllık evlilikleri boyunca, saysan bir elin parmaklarını geçmeyecek azlıkta geç kalmıştı eve...
Geç kaldığı ender günlerde, karısını uyandırmadan sessizce yatağına uzanırdı... Kıyamazdı onu uyandırmalara... Sabah uyandıklarında da takılırdı bazen... ‘Ya, yanına yattım... Sana sarıldım, öptüm seni... Ama uyanmadın hiç... Ne biçim uykun var senin... Bir yabancı yatsa yanına hani... Sarılsa, öpse senin hiç haberin olmayacak’ diye takılır, kızdırırdı onu... Eşi de; ‘Allah korusun... Bu bedene senden başkası dokunacaksa öleyim ondan daha iyi’ derdi...
’Bu beden sadece seni bildi, senin kokunu çekti içine... Senin gözlerinde gördüm dünyayı ben... Sevgiyi, aşkı senle yaşadım... Öpüşmenin, sevişmenin ilk hazzını sende tattım... İlk seninle titredi yüreğim... Gökyüzüne seninle uçtu bu beden... Bir kuşun yürek çırpıntıları varsa içimde, sana borçluyum ben bunu... Senle büyüttüm ben içimdeki dostlukları... Paylaşmanın güzelliklerini senden öğrendim... Acı nasıl en aza iner, sevinçler nasıl çoğalır senle öğrendim... Çocukluğumda, gençliğimde, orta yaşlılığımda sen vardın... Anne oldum, kadının oldum ben senin... En uzun ayrılıklarda hasret nedir, özlemek nasıl bir duygudur, beklemek nedir seninle öğrendim ben... Bırakıp gidemezsin beni... Rüya bile olsa dayanamam sensizliğe...
Yavaş adımlarla mutfağa yöneldi... Sırtı gördüğü rüyanın etkisinden olmalı sırılsıklamdı... Terlemişti... Uzun saçları, mavi geceliğine yapışmıştı adeta... Sanki az önce pencerede değil dışarıda yağmurda gezinmiş bir insanın ıslaklığı vardı üzerinde... Duygularının ıslaklığı bedenine yapışmış gibiydi...
Yatak odasında çıktığında mutfakta yanan ışığı gördü... İçini bir sevinç kapladı... Erol, mutfakta olmalıydı... Geç vakitlere kadar bazen oturur, kitap okurdu... Mutfağı kullanırdı böyle anlarda... Çok siğara içerdi ve dumanın odalara yayılmasını istemezdi... Sık sık mutfağın kapısın açar havalandırırdı içerisini... Bu nedenle çalışma masasını geceleri mutfağa taşırdı...’Evet ya mutfakta işte...Kahretsin, ben de neler düşünüyorum böyle ya ‘...
Ya da geç gelmiş olduğundan bir şeyler yiyebileceğini geçirdi içinden... Uzun koridoru hızlıca yürüyüp bir umutla kapıyı araladı... Mutfak da boştu... Yatmadan ışığı söndürmemiş olmalıydı... Ya da küçük çocuğu gece bazen kalkar su içer, ışığı da söndürmezdi... Yatağına kadar karanlıkta yürümekten korktuğunu söylemişti bir keresinde... Bu nedenle ışık çoğu zaman açık kalırdı sabaha kadar... Yine aynısı olmaydı...
Birden mutfakta buzdolabının üzerinde durmakta olan telefonu gördü...’Neden telefon etmiyorum ki ben... Aptal gibi sağa sola girip çıkıyorum... Nasıl düşünemedim telefon etmeyi’...
Hemen elleri dolabın üzerindeki telefona yöneldi... Elleri yeniden titredi... Hızlıca cevapsız çağrılara baktı... Hiçbir çağrı görünmüyordu... Telefonu fırlatıp atmak istedi...Ama lazımdı şimdi işte...
Titreyen elleri ile numarayı çevirdi hızlıca... ‘Aradığınız kişiye şimdi ulaşılamıyor lütfen daha sonra’... Sekreterin son sözlerini bitirmesini beklemeden kapattı telefonu... İçine büsbütün korku düştü... Terlemesi yeniden başladı... Titriyor, ürperiyor, korkuyor, belli belirsiz adımlarla gecenin sessizliği içinde bir o yana bir bu yana gidip geliyordu... Gördüğü rüyanın etkisinde kurtulamamıştı daha...’Hayır beni bırakıp gidemezsin öyle... Ne olur hadi gel, kötü bir şaka yaptım de bana... Hadi, hadi ne olur...
Telefonu yeniden eline aldı... En sevdiği arkadaşı Suat ı aramalıydı... Gerçi onunla olacağını da söylememişti ama... Bir ses duymak istiyordu işte... Ara sıra onlara gider, kalırdı onlarda... Karısı da ortak arkadaşlarıydı... ‘Şimdi boşuna onu da telaşlandıracağım’... Ama dostluk saat kavramı tanımamalıydı işte... Numarayı çevirmeden dalmıştı...
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.