- 1384 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
ŞİİR: GÜCÜNÜ KUTSALDAN ALAN BİR SÖZ SANATI
YA DA
SANA ŞİİRDEN SORUYORLAR. DE Kİ…
“Şiir gücünü nereden alır?” sorusunu sormadan önce “şiir gerçekten güçlü müdür?” bunun da ötesinde “eğer güçlüyse ona bu gücü kim vermiştir?” soruları üzerinde durmak daha anlamlıdır diye düşünüyorum.
İşlevsel açıdan bakılacak olursa şiirin gücü, her yerde her zaman kendisini açıkça hissettirir. O, çeşitli toplantılarda ve mitinglerde coşkunluğun sembolü haline gelir. Gerek aşk ve hasret, gerekse gurbet ve asker mektuplarında özlemleri ve umudu, hatta bazen umutsuzluğu dile getirir. Günlük konuşmalar arasında uzun sözü hülasa eder. Başkaca bir şeyler demeye hacet bırakmaz. Hiç bir şey söylemeyen bol ve boş laflara izin vermez, kestirip atar. Bazen şiirlerle ahlakî öğütler verilir. Çoğu kere soyo-kültürel değerler onunla öğretip nesilden nesle aktarılır. Buna şiirin sosyalleştirme fonksiyonu da denebilir. Kimi zaman kelimelere sığmaz ve anlatılamaz olan dinî duygu ve düşünceler onunla ifşâ edilirken, kimi zaman da milli duygular yine onunla şaha kalkar. Tüm bunlarla birlikte o, kah ideolojik ve siyasal tavırlara eşlik eder, kah ölüm ve yalnızlığa kafa tutar. Liste istediğimiz kadar uzatılabilir. Bunun pek de önemi yoktur. Sözün özü şiir; “farklı ortam ve bağlamlarda” duyguları ürpertici ve düşünleri çatlatıcı bir güç olarak baş köşede hazır ve nazırdır. Sadece öyle kalsa iyi, kendisiyle iştigal edenleri keyifle izlemektedir, bazen öfkeyle bazen de memnuniyetle…
“Şiirin gücü” kavramı farklı çağrışımlara gebe bir ifadedir. Zira onun güçü işlevinden mi kaynaklanır, yoksa özünden mi beslenir, meselesi hâlâ çözüm bekleyen bir konudur. Eğer sadece işlevinden kaynaklanıyorsa, o zaman “şiirin birey ve toplum üzerinde nasıl bir etkisi vardır?” ya da “şiirin açık ve örtük etkileri nelerdir?” hatta “hangi şiir ya da ne tür şiir kimleri nasıl etkiler?” vb. sorulara cevap bulmak daha önemlidir. Ama ben şiirin gücünü kitlelerde uyandırdığı tesirden ziyade, yani işlevinden önce, özünde aranması gerektiğini düşünüyorum. Kuşkusuz gücünü özünden alan şiir işlevleriyle de güçlü olacaktır.
“Şiirin özü nedir?”
İki hafta önce birisi İslam Felsefesi, diğeri Türk-İslam Edebiyatı branşlarında akademik çalışmalar yapan iki arkadaşla farklı zamanlarda “İLHAM” konusunu tartıştık. “İlham” ile “vahiy” arasındaki benzerlik ve farklılıklar üzerinde epey konuştuk. Bu konuşma ve tartışmalar, gerek ilham gerekse vahyin birbirinden belli açılardan farklı olmasına rağmen metafizik bir karaktere sahip olduğu, bunun da “RUH” kavramıyla ilişkili olarak açıklanması gerektiği düşüncesini beraberinde getiriyordu. Tam o sırada “Sana ruhtan soruyorlar? De ki ruh…” İsra, 85 ayeti canlandı zihnimde ve hemen bir analoji kurarak “Sana şiirden soruyorlar? De ki…” şeklinde bir başlık şekillendi. Evet bu bence iyi bir başlıktı. Çünkü ruhun bilinemezliği ve tanımlanamazlığı gibi bir durum aynen şiir için de söz konusuydu. Nasıl ruh hakkında herkes bir şeyler söylese de ilim erbabı çok az insan çok az bir bilgiye sahipse, şiir hakkında da herkes bir şeyler söyler ama onun ne olduğu hakkında çok az kişi çok az bir bilgiye sahiptir. Şiirin nasıllığı konusu bu anlamda, göreceli olarak daha kolay bir konudur. Ama onun “ne”liğini tanımlamadan “nasıl”lığını nasıl ortaya koyabiliriz ki! “Sonra şiiri tanımlama iktidarı kimin/kimlerin elinde?” “Ona/onlara bu tanımlama iktidarını kim verdi?” “Tanımlama iktidarına sahip olduğunu söyleyenler gerçekten de tanımlamaya muktedir kişiler midir?” “Sadece şiiri değil acaba şairi tanımlamak mümkün müdür?” “Şiirle az ya da çok uğraşan her insan şair midir? “Sonra yazılan her şey şiir midir?” Bu sorulara verilecek cevaplar şu da bu şekliyle şiiri ve şairi tanımlamaya yöneliktir. Ancak dil felsefesi açısından bakılacak olursa, her tanımlama, her kavramlaştırma aynı zamanda alanı daraltma ve sınırlandırma eylemidir. Bundan dolayı şiir, hakkında yapılacak hiç bir tanımı tam olarak kabul etmez. Ancak her tanıma, hakikate ışık tuttuğu müddetçe kapısını aralık tutar.
“Acaba şiir neden tanımlanamaz?” “Bunun da ötesinde acaba şiir nedir diye sormaya ihtiyaç var mıdır? “Şair kimdir? sorusunun cevabını nerden ve nasıl bilebiliriz”. Bana göre şairi tanımlamak en azından sufiyi tanımlamak kadar zordur? Fazla abartılı bir iddia olabilir ama şiiri tanımlamak da kutsalı tanımlamak kadar problemlidir?
Ebu Hafs’a sorarlar: Sufi kime denir?
O şöyle cevap verir: Sufi, sufi kime denir, diye sormaz.
Bu cevabın açılımı yapacak olursak Ebu Hafs şöyle demek istiyor: Sufi; sufi kime denir diye sormaz. Çünkü sufi olan sufi olanı bilir. Sufi olmayan sufi olanı bilmez. Sufi olan sufi olmayana sufi olduğunu bildiremez.
Şair kime denir? Buna göre, şair olan şair kime denir diye sormaz. Yani şair olan şair olanı bilir. Şair olmayan şair olanı bilmez. Şair olan şair olmayana şair olduğunu bildiremez.
Bununla birlikte diyelim ki sorduk: “Şair kime denir?” Bu sorunun cevabı genellikle şu şekildedir. “Şair; şiir yazan kişidir”. Bu tanım oldukça yetersizdir. Çünkü tanımda geçen “şiir” kavramı öyle kolayca ele avuca sığan bir kavram değildir. Bu sebeple gerek şair unvanı verilen pek çok kişi, gerekse düşünsel ve bilimsel anlamda şiirle meşgul olanlar, yani onun teorisini, nasıllığını, geçirdiği aşamaları, biçimlerini, anlamlarını, ekollerini ve işlevlerini inceleyenler kendi perspektiflerinden tanımlar yapmışlardır. Her tanım gerçekliğin bir tarafını açıklar, onu aydınlatır. Ancak gerçeklik kavramlara mahpus olmayı istemediği için yapılan her tanımı çatlatır ve dışarı sızar. Belki de bu sebeple onu “efradını camii ağyarını mani” bir şekilde tanımlayamıyoruz. Ancak şiirin tanımlanamaması onu anlamaya ve tanımaya ve onun hakkında konuşmaya engel teşkil etmez. Çünkü hakkında konuşmak için zihnimizde şiir deyince canlanan bir takım stereotipik temsillerin olması gerekir. Bu tür stereotipik temsiller hepimizde vardır. Bu anlamda keşke Moskovici’nin sosyal temsiller kuramına dayanılarak bir çalışma yapılsa ve halkın günlük hayatın akışı içerisinde “şiir” deyince akıllarına ne geldiği tespit edilse, buradan hareketle sağduyusal bir bilgi olarak şiire yüklenen anlamlar belirlenebilse…ahh keşke… ne iyi olurdu.
Derslerde zaman zaman sosyal inşâcı yaklaşımı kabul ederek, bazı kavramlar hakkında öğrencilerin birbiriyle uzlaştığı ve farklılaştığı özellikleri tespit ederek, ilgili kavramın o an zihinlerde neler çağrıştırdığını anlamaya çalışırım. “Tanrı, kutsal, dua, kader, küreselleşme, kimlik vs. nedir?” şeklinde zaman zaman sorular sorar onların bu kavramlara bakışını, bunları algılayış biçimlerini anlamaya çalışırım.
Bir keresinde de “Sizce şiir nedir?” diye sordum. Küçük birer kağıt dağıttım ve cevaplarını en az üç kısa cümleyle yazmalarını istedim. 48 kişilik bir sınıftan 45 kişiden cevap geldi.
Cevaplar oldukça çeşitliydi. Ancak en çok dikkati çekenler şunlardı:
“Şiir; bir söz sanatıdır” (30 kişi).
“Şiir; şairin yazdığı ya da ürettiğidir” (7 kişi).
“Şiir sanattır” (4 kişi).
“Şiir; dizeleri alt alta getirme sanatıdır” (3 Kişi).
“Şiir; aşkın dillendirilmesidir” (2 kişi).
“Şiir; sevgiliye gönderilen mektupları süsleyen ifadelerdir” (2 kişi).
“Şiir; yerine göre aşk yerine göre öfkenin söze dökülmesidir” (2 kişi).
“Şiir; şuur altının kelimelerle dışa vurumudur. Çünkü şairler ruhsal kargaşa yaşayan insanlardır” (1 kişi).
“Şiir; düz anlatım varken kulağı tersten göstermektir” (1 kişi).
“Şiir; düzyazı olmayan şey neyse odur” (1 kişi).
“Şiir dil ile müziğin birleşmesidir” (1 kişi).
Buna benzer ifadeler vardı cevaplarda. Ancak bu cevaplarda asıl dikkati çeken husus şiir deyince “söz” ve “sanat” kelimelerinin akla gelmesidir.
Üniversiteli gençlerin “Şiir bir söz sanatıdır” şeklindeki cevaplarına bakılacak olursa, bunun şiirin hâlâ vazgeçemediğimiz bir tanımı olduğunu görürüz. Çünkü gerek sosyal çevrede gerekse okul hayatlarında kendilerine açık ya da örtük bir biçimde öğretildiği üzere şiiri hep bu şekilde tanımlamayı öğrenmişlerdir. Öğrenciler tarafından bu tanımın anlamı ne kadar düşünülmüştür, onu bilmiyorum, ancak bana göre şiir için hâlâ en uygun tanım budur. Çünkü bu tanım şiire iki açıdan kutsallık katmaktadır. Bunlardan birisi “söz” diğeri ise “sanat”tır.
Yuhanna İncili’nin ilk üç ayeti şu şekildedir:
“Başlangıçta önce Söz vardı. Söz Tanrı’yla birlikteydi ve Söz Tanrı’ydı. Her şey Söz aracılığıyla var oldu.”
Bu durum “kelam” ile “lisan” arasındaki farklılığı meydana getirmektedir. Lisan sonradan oluşan/oluşturulan bir şeydir, halbuki kelam, yani söz önceden vardır. Batı dillerinde mesela Fransızca’da var olan “parole” ile “language” arasındaki farklılık aynen bizdeki “söz” ile “dil” ya da Arapça ve Osmanlı Türkçesi’ndeki “kelam” ile “lisan” arasındaki farklılığa benzer. İslam inancında Kur’anın ezeli kabul edilmesi de “lisan”dan, yani Arapça’dan dolayı değil, “söz”den dolayıdır. Bu sebeple Kuran-ı Kerim Lisanullah olarak değil, Kelamullah olarak tanımlanır.
Tevrat’ın “Tekvin” kitabında da Tanrı “ışık olsun der ışık olur, karanlık olsun der karanlık olur” Tekvin, 3-5. Bu süreçte Tanrı’nın adını koyduğu her şey, yani Tanrı’nın isim verdiği, sözle var kılmayı dilediği her şey hemen var olur. İslam inancında da bu olguyu görmek mümkündür. Zira yaratılan her şey sözle var olur. Başka bir deyişle Allah “kün” yani “ol” der, o şeyde hemen oluverir “feyekûn”.
Buna göre tanımlama iktidarı sözü elinde bulunduranlarındır. İşte tam da bu noktada şiirin öncelikle bir söz, sonra da sanatsal bir ürün olması durumu ile karşılaşmaktayız. Esasen o gücünü de bu iki husustan almaktadır, ya da şiir, bu iki kaynaktan beslendiği için güçlü ve etkilidir.
İnsanı diğer canlılardan farklılaştıran hususlar sıralanırken öncelikle “o konuşan bir canlıdır”, “düşünen bir canlıdır”, “bilinçli bir canlıdır” vb. ifadeler sıklıkla kullanılır. Aslında bu özellikler “homa sapiens”e aittir. Halbuki “insan homo sapiens sapienstir.” Yani insan bilincinin bilincinde olan bir varlıktır. Bu onun düşündüğünün farkında olması demektir. Bunun da ötesinde düşünmeyi düşünen bir varlıktır. Bu durum en iyi ifadesini Descartes’ın “cogito ergo sum” önermesinde, yani “düşünüyorum o halde varım” cümlesinde bulur. Ancak insanın bir başka özelliği daha vardır. Bunu Cassier “insan sembol üreten / yaratan / oluşturan bir varlıktır” diye açıklar. Fromm ise sembol dilini insanlığın ortak dili olarak kabul eder. Bu dil, edebiyatta özellikle şiirde, destanda ve masalda, dini-kutsal metinlerde, mitlerde, rüyalarda, heykel ve resim başta olmak üzere çok çeşitli sanat eserlerinde ortaya çıkar. Dikkat edilecek olursa tüm bunları üreten insandır. Konumuz açısından edebiyatta sembol üretimi, bilincinin bilincinde olan insanın çoğu kere bilinçsiz bir şekilde, ancak ustalıkla yaptığı bir iştir. “Bilinçsiz, ama ustalıkla” ifadesi görünürde bir paradoks oluşturmaktadır. Buradaki bilinçsiz bilgisiz anlamında değildir. Yoğun bir düşünce aşamasından geçtikten sonra kendiliğinden oluşması ve şuur dışında mayalananın oradan şuur alanına neşet etmesidir. Sembol şuur dışını ne kadar çok yansıtırsa ve üzerinde daha sonra ne kadar çok ustalıkla çalışıp biçimlendirilirse o kadar etkili olur. Zira edebiyatta sembol basit bir anlatı değildir. Bilakis o kelamın, yani sözün aksi sedasıdır. Başka bir deyişle sembol; lisanın dilin dar kalıplarına indirgenen kelamın sözün özgürlük arayışıdır, özgürlüğe kanat açmasıdır. İşte bu noktada şiirin Yaratıcı Söz, yani Tanrı ile ilişkisi ortaya çıkar. Anlamı dile sığmayan söz sembollerle dile gelir/ getirilir. Şiirin gücü de buradan neşet eder, yani kullanılan sembolik dilden.
Yukarıda en kısa ve özlü tanımıyla “Şiir; bir söz sanatıdır.” demiştik. Söz üzerinde dururken, özellikle kutsal kitaplara atıf yaparken tek tanrılı monoteist dinlerde yaratmanın sözle olduğundan bahsedilmiştik.
Yaratma ve yaratıcılık İslam’da Allahın subutî sıfatları içerisinde yer alır. Yani temelde Allah’ın bir vasfıdır, ancak O bu vasfından insanlara da bahşetmiştir, tıpkı hayat, ilim, irade ve kelam sıfatlarından kısmen insanlara verdiği gibi. Şiir de söz ile yaratıcılığa katılma eylemidir. Bu sebeple o, basit bir üretme değildir, çünkü her basit üretim sanat olarak değer bulmaz. Başka bir deyişle şiir sözün sembollere dönüştüğü sanatlı bir üretimdir. Öyleyse şiirin etki ve etkileme gücünün birinci aşaması “SÖZ” ise ikinci aşaması “YARATMA”dır.
Söze sahip olanlar yaratma ve tanımlama iktidarını ellerinde bulunduranlardır. Bu anlamda şairler hem dilin gelişimi hem de sembol üretimi açısından nesirle uğraşanlardan bir adım daha öndedirler. Şairler temelde tanımlayıcıdır. Romancı ve hikayeciler ise daha ziyade tasvircidir. Tanımlamak gücü elde tutmayı gerektirir. Michel Faucault iktidar-bilgi ilişkisi açısından der ki; “İktidarda olan bilgiyi oluşturur.” Şair şiirinde tanımlama yapar ve bilgiyi oluşturulur. Ancak bu kuru, kupkuru bir bilgi de değildir. Bu bilginin içine insanın en karmaşık düşünceleri ve duyguları da karışmıştır. Şu halde şiirin gücü aynı anda hem duygu hem de düşünceyi birlikte sunmasından kaynaklanmaktadır, diyebiliriz.
Şiirde duygu ve düşüncenin çok önemli olması, bizi bir başka noktaya taşımaktadır. Psikologların hâlâ üzerinde bir türlü uzlaşamadıkları, tanımlaması en azından şiir kadar zor olan duygular şiirle dile gelmekte/getirilmektedir. Duygularını aktarırken düz yazıda kıvır kıvır kıvranan insan şiirde başka bir rahatlık yaşar. Çünkü elindeki malzeme itibariyle, gündelik dile, yani duyguları anlatmada yetersiz olan konuşma diline sahip olsa da, şair ucu açık ve çağrışımı zengin semboller üreterek bu yetersizliği ve kısıtlamayı aşmaya çalışır. Ciltlere sığmayan açıklamalar bazen bir mısraya, bir beyte ya da bir kıtaya sığabilir. Çünkü şair az sözle çok şey anlatır. Bu anlamda şiir tanımlanmayan duyguların tercümanıdır. Başka bir deyişle kendisi ele avuca sığmayan, gereği gibi tanımlanamayan şiir tanımlanamaz denilen şeyleri tanımlama gücünü elinde bulunduran bir söz sanatıdır. Kısaca şiir tanımlama iktidarına giden yoldur. Şair de tanımlama iktidarını elinde bulunduran kişidir. Şiir; bireysel, sosyal, edebî ve estetik gücünü işte buradan almaktadır.
Soren Kierkegaard “Korku ve Titreme” adlı eserinde bir çocuktan kendisinden bahseder. Hz. İbrahimin öyküsünü büyük bir hayranlıkla dinleyen. Ancak çocuk büyüdükçe öyküyü daha fazla anlamaz hale gelir. Hatta Kierkegaard “Hegel’i anlamak zordur, derler. Ben Hegel’i anladığımı düşünüyorum, ancak İbrahimi anlayamıyorum” der. Bu durum şiirin çilesini çeken şairler içinde geçerlidir. Eskiden şiiri daha fazla anladığını, şiiri bildiğini sanan pek çok kişi şiirin içine girmeye çalıştıkça onu daha az anladığını fark etmeye başlar. Şiir bir serap gibidir çölde. “Tamam, buldum”, deyip üstüne atladıkça yapıştığınız şeylerin sadece kumlar olduğunu ve ötelere kaçan suyun size kışkırtıcı bir şekilde göz kırptığını görürsünüz. Bu sebeple şiirle tam bir vuslat olmaz. Sadece şimşek gibi gelip geçen, öznel, kısa süreli bir tecrübe yaşarsınız onunla. Tıpkı kutsalla ilişkide yaşadığınız gibi. Şiirin bu gizemli hali onu daha fazla çekici kılmaktadır.
Şiirin gücünü kutsaldan alması meselesinde Mevlana’nın müzik konusunda yaptığı açıklamayı desteğimize alarak yürüyebiliriz. “İnsanlar müziği neden sever? “Müzik neden çekici ve hayranlık uyandırıcıdır? sorularına Mevlana şöyle cevap verir. “Ruhlar aleminde elest bezminde Allah ruhlara doğrudan kendi sesiyle hitap etmiştir. O ses o kadar güzel, o kadar latif, o kadar çekicidir ki, ruhlar orada o sese hayran olmuştur. İşte insan yeryüzünde hep o sese benzer, o sesin verdiği lezzeti anımsatan sesleri arama peşindedir.” Eliade’ın kavramlarıyla söyleyecek olursak bu durum; ilk yaratılışa, ilk yaratılış anında yaşananlara duyulan özlemin kılık değiştirerek bazen dinî bazen de seküler bir şekilde yansımasıdır. Şiir içinde aynı şeyleri söylemek mümkündür. Buna göre müzik ve şiir kelimelerin anlatmada kifayetsiz kaldığı kutsal gücün ve kutsal güzelliğin insanî düzlemdeki yansımalarıdır. Din ve sanat ilişkisi perspektifinden bakılacak olursa, şair her yazdığı şiirde, okuyucu her okuduğu şiirde hep o sesi, yani elest bezmindeki o muhteşem sesin ahengini ve çekiciliğini arama peşindedir.Bu sebeple diliyle ve sesiyle iyi niteliği verilen her şiir, belki de müzikten daha fazla kişiyi etkileyicidir. Bu anlamda şiirin gücü elest bezminin gizemini, yani kutsalı ifşâ etme yeteneğinde yatmaktadır.
Şiir gücünü doğrudan doğruya kutsaldan ya da kutsalla ilişkili hususlardan alır, diyoruz. Ancak bu güç her insanda farklı şekilde tezahür eder. “Her okuma özneldir ve her okuma başka bir okumadır” varsayımı ile söyleyecek olursak, her insan içinde bulunduğu ortama ve bağlama göre okuduğu metinden ve şiirden farklı şekillerde etkilenir. İdeolojik tercihler, dünya görüşü, şiir anlayışı, entelektüel düzey, sosyo-ekonomik statü, karakter, kişilik, kimlik, hatta cinsiyet farklılıkları vs. şiirin bireyler üzerindeki gücünün nasıllığını ve derecesini etkileyen hususlardır. Bunun da ötesinde sadece farklı tipteki insanlar değil, aynı insan farklı zamanlarda ya da dönemlerde aynı şiiri farklı okuyup farklı anlamlandırabilir. Ergenlik ya da yetişkinlik dönemlerinde, mutluyken ya da mutsuzken, karnı açken ya da tokken, sevgiliyle birlikteyken ya da hasretle kucaklaşmışken, sağlıklıyken ya da hastayken, evinde ya da gurbetteyken, ilkbaharda ya da sonbaharda kısaca kişinin içinde bulunduğu biyo-psiko-sosyal bağlam değiştikçe şiiri anlama ve anlamlandırma düzeyi de değişir. Bu da belli bir şiiri algılama ya da anlamlandırmanın bağlama bağlı olarak değiştiği anlamına gelmektedir. Şiirin evrensel bir gücü vardır, fakat bu güç farklı bağlam ve şartlarda farklı şekillerde tezahür edebilir. Mesela; aşk şiirleri bazıları üzerinde daha etkili olurken, bazıları dini-mistik şiirleri, bazıları ise dünyaya isyan ve öfke içeren şiirleri daha çok sevebilir. Kişinin eğitimi, aile yapısı, kültürü, yönelimleri, referansları, hayatı anlamlandırma biçimleri şiir ve şair tercihlerini belirlemede önemlidir. Bu anlamda ergenlik dönemindeki birisine aşk ya da ayrılık şiirlerinin tesiri ile, bir sufiye Yunus Emre’nin tesiri ya da hapisteki birisine Ahmet Arif’in tesiri farklı olacaktır. İşte şiir gücünü tam da buradan almaktadır, yani o her an herkese farklı biçimlerde etki edebilmektedir.
Şairler tanımlama iktidarını ellerinde bulundurdukları için, şiirin gücünü kullanarak ideolojilerini kitlelere daha rahat ulaştırabilirler. Şairler bir yandan şiirleriyle sosyal hareketleri beslerken, bir yandan da sosyal değişim ve dönüşüm arayışlarını yansıtırlar şiirlerinde. Mehmet Akif, Ziya Gökalp, Arif Nihat Asya, Nazım Hikmet, Ahmet Arif, Necip Fazıl, İsmet Özel vs. şiir sesi, şiir dili, ideolojileri, dünya görüşleri birbirlerinden oldukça farklı olan kişiler şiirle ideolojilerini yaymaya çalışırlar. Bu anlamda bunların hepsi, hedef farklı olsa da amaç itibariyle toplumsal sorunlarla ilgilenmişlerdir. Ancak İslamî duyarlılıkları fazla olanlar, Mehmet Akif, Necip Fazıl, Arif Nihat Asya ya da İsmet Özel’i, milliyetçili duyarlılığı ön plana çıkaranlar Ziya Gökalp’i, Türk İslam sentezciliğini savunanlar Necip Fazıl ve Arif Nihat Asya’yı, sosyalist gerçekçiliği savunanlar ise Nazım Hikmet ve Ahmet Arif’i daha fazla okur ve daha fazla etkilenir. Yani şiirin gücü ifadesi işlevsel açıdan hangi şiirin gücü ya da hangi şiirin kim üzerindeki gücü şeklinde sınırlandırılırsa daha yerinde olur.
Özetle şiir söz üzerine kurulu olduğu için sözün tesiri şiirin tesirini ortaya çıkartmaktadır. Öz ile işlev bu noktada birleşmektedir. Yunus’un dediği gibi;
Söz ola kese savaşı
Söz ola kestire başı
Söz ola agulu aşı
Bal ile yağ ede bir söz
Asım YAPICI