- 2805 Okunma
- 12 Yorum
- 0 Beğeni
ESMA
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
O yıl Siyasal Bilgiler Fakültesini kazandı. Okumayı çok istiyordu. Ancak kaydını yaptıramadı. İzmir’de bir Fakülte kazanırsa okuyabileceğini söyledi babası. Esma hariciyeci olmak istediğini söylese de Fakültenin Ankara’da olması sebebi ile bu okula gitmesi engellenmişti ailesi tarafından. Evin tek çocuğu olmasının sıkıntısını yaşıyordu Esma. Anne ve babası üzerine titriyorlardı, hep tedirgin, hep yürekleri avuçlarındaydı. Esma’yı gözlerinin önünden ayırmak istemiyorlardı.
Esma’nın babası Nihat Bey, sanki Avrupa ülkelerinde yaşamış da sonradan İzmir’e yerleşmiş bir aristokrat gibi havalıydı. İzmir’in çok eski ve ünlü tütün firmasında uzman olarak çalışmıştı, şimdi ise emekliliğinin tadını çıkarıyordu.
Yıllar sonra onu gözümün önüne getirdiğimde, Hitlervari memur bıyığını, zayıf bedenini, göbeksiz uzunca boyunu, yelekli lacivert takım elbisesini ve yeleğin düğmelerinden birine bağlanmış köstekli saatini görür gibi oluyorum. Nedense onu İsmet İnönü’ye benzetirdim. Kulakları ağır işitirdi, işine geleni duyar, gelmeyeni de “Ne dediniz anlayamadım.” diye geçiştirirdi.
Hem annesi hem de babası ısrarla Esma’ya İzmir’in Güzelyalı semtinde bir kafe açmayı, Ankara’da okuma fikrinden vazgeçmesini önerdiler. Esma okumak isteğinde ısrarlıydı. Kafe işletmeyi şiddetle reddetti.
İzmir’in Hatay ile Güzelyalı semti arasına sıkışmış Osmanlı döneminin görkemli konakları ve Rum ustaların ellerinden çıkmış irili ufaklı çok özel evlerle donatılmış bir sokağında oturuyordu Esma. Dışarıdan alıcı gözle bakınca evlerin öncelikle simetrik olarak yerleştirilmiş pencereleri göze çarpıyordu. İşlemeli takviye demirleri ile donanmış ahşap çıkma cumbalar sokağa ayrı bir özellik katıyordu.
Tahta işlemeli sokak kapısı açılınca beyaza boyanmış pencere demirlerinden aşağıya sarkan pembe, mor begonviller insanın içine mutluluk veriyordu. Genişçe bir bahçesi, etrafta renk renk çiçekler ve muhteşem nergis kokuları aklımı başımdan almıştı. Büyülenmiştim sanki.
Tahta merdivenlerden çıkıp balkona geldiğimizde tavanları el oyma işçilikle yapılmış perdelerinde ilmek ilmek sevda işlenmiş, bir köşesinde eskilerden kalma pirinç mangaldı gözüme ilk çarpanlar. Tanışma ve hal hatır faslından sonra, Esma’nın annesi Ayten Hanım; “Şu gördüğün cumbalı evlerin hepsinde mutlaka mangal bulunur kızım ve mangal önce bina dışında yakılır, kötü gazları alınır. Kömür kor haline gelince içeriye alınıp ısınılır. Korlaşmış ateşten alınan birkaç kor parçası semaverin altında bulunan özel bölmeye konarak çay demlenir. Keyifle çaylar içilirken şimdiye göre, mahallenin masumane sayılacak dedikoduları işte bu seremoni eşliğinde gördüğün balkonlarda yapılır. Biz de yemekten sonra bu mangalın çevresinde biraz dedikodu yaparız ne dersiniz?” diyerek mangalın öyküsünü anlatmıştı şirin mi şirin, sıcak ve samimi cümleleriyle.
Ayten Hanım’ın Girit mutfağından yaptığı, birbirinden güzel yemeklerini yedikten sonra mangalın etrafında kahvelerimizi yudumlarken, söz dönüp dolaşıp Esma’nın okuluna geldi. Nihat Bey buradaki kararlığını yineledi ve konu bir daha açılmamak üzere ne yazık ki kapandı. Esma çok hırslandı bu duruma. Öfkesi gözlerinden okunuyordu.
“Siz beni istediğim okula göndermediniz, ben de kesinlikle sizin istediğinizi yapmayacağım. Evlenmeyeceğim.” diyerek yemin etti. Annesi Ayten Hanım kızının bu sözlerine çok üzüldü, ağladı ama nafile. Nihat Bey inatçı biriydi ve asla bu konunun bir daha gündeme gelmesine izin vermedi.
Esma, kaderine boyun eğdi. İki yıl boyunca evden dışarı çıkmadı, içindeki rüzgâr dinmedikçe hiçbir iş yapmak istemiyordu. Arkadaşlığı bile eğreti bir hal almıştı. Esma, yaşadığı bu süreçte, aniden annesini kaybetti. Artık onun narin vücudunun her hücresi acılarıyla yüzleşiyordu. Mavi gözleri kan çanağına dönmüş, beyaz teni adeta kararmıştı. İçinde yaşadığı rüzgâr ne zaman dineceği belli olmayan fırtınaya dönüşmüştü.
Esma’nın “Belki bu şehirden gidersem, istediğim okulu okursam acılarımı unuturum baba. Ne olur izin ver yeniden sınava gireyim.” demesine rağmen, babasının inadını ne Ayten Hanım’ın bu dünyadan göçmesi, ne de yaşadıkları acı kıramıyordu.
Esma, okuyamayacağını iyiden iyiye anlayınca, biz arkadaşlarının da baskısı ile kafe açma fikrini kabullendi. Kendi evlerinin sokağında, caddeye yakın bir Rum evini alarak restore ettirdi. İzmir’de o zamanın en güzel kafesini açtı.
Kafe, İzmir’in diğer kafelerine hiç benzemiyordu. Sakız gibi kirecin beyazlığı ile boyanmış, sokak boyunca birbirine hasretle yaslanmış olarak inşa edilmiş Rum evlerinden biriydi. Evin kenarlarından çatıya kadar uzanmış olan begonvillerin güzelliğini, sadece Ege’ye ait maviliği ile körfezdeki huzurun dayanılmaz birlikteliğinde görürsünüz.
Birinci kat, müşterilere çay, kahve, meşrubat gibi içecekler ve kendi elleriyle yaptığı keklerin, kurabiyelerin ikram edildiği yerdi. İkinci katta köşede küçük bir kütüphane vardı. Okumak isteyen oradan istediği kitabı alır okurdu. Kafe’ye gelenlerin duygularını yazdığı küçük, sarı kaplı üzerinde kurdeleleri olan papatya desenleri ile bezenmiş anı defteri ile duvara raptedilmiş büyük bir pano vardı. Panoya, müşteriler amatörce yazdıkları şiirleri asarlardı. En üst katta ise müzik yapılırdı. Gitarıyla en güzel şarkılarını söyleyen Hande’yi de orada tanımıştım. Evin arka tarafında yine çiçeklerle donanmış şahane bir bahçe vardı.
Kafe’ye uğradığım günlerin birinde on- on beş kişilik bir turist grubu müşteri olarak gelmişti kafe’ye. Yaşları yetmiş civarında olan pembe yanaklı ihtiyarlar, sanırım bizim komşularımızdı. Yunanistan’dan geliyorlardı. Aralarında heyecanlı heyecanlı bir şeyler anlatıyorlardı. Lisanlarını bilmiyor olmamıza rağmen onların buralarda yaşamış olduklarını mimiklerinden ve el kol hareketlerinden, etrafa bakışlarından duvarları okşamalarından anlayabiliyorduk.
Birbirlerine bir şeyler anlatırken bu ihtiyarların gözlerinden yaşlar damlıyordu. İşte ben o zaman anlamıştım hatıraları korumanın ne kadar önemli bir şey olduğunu.
Esma, aradan geçen onca uzun yıllara rağmen evlenmedi. Nihat Bey, Ayten Hanım’ın ölümünden sonra hiç gülmedi. Sanki yüzündeki tebessüm eşini kaybettiği günde kalmıştı. İyice kabuğuna çekildi, artık ne Esma ile ne de benimle tek kelime konuşmuyordu.
Gençliğimin lacivert takım elbiseli, yakışıklı Nihat Bey’i ne hale gelmişti. Yaşlılığın getirdiği doğal değişiklik değildi bu. Her insan yaşlanır ve hiçbir zaman gençliğindeki veya orta yaşlılığındaki gibi olmazdı. Fakat durum, Nihat Bey’de pek öyle olmamıştı. Şeker hastalığına yakalanmıştı. Kendisine uygulanan perhizlere de pek uymamış olacak ki hastalığı oldukça ilerlemişti. Hem yürüme, hem de konuşma zorluğu çekiyordu. Bir hayli de zayıflamış görmüştüm onu. Kendisi de bu durumunu biliyor ve adı konmamış bir hüzünle yüzümüze bakıyordu.
Daha dün gibi gözlerimin önünde, etrafına neşe saçan Nihat Bey gülmeyi unutmuştu.
Hey gidi hayat, “Ne oldum değil ne olacağız.” diyen babaannem geldi gözümün önüne. İnsan ancak gerçeklerle yüz yüze gelince anlıyor, ihtiyarların filozofça konuşmalarını. Sözlerim boğazımda düğümleniyor, “Nihat Bey nasılsınız.” diyebiliyorum sadece. Zorlukla da olsa o eski insanların içinde taşıdığı gururuyla “Çok iyiyim şükürler olsun.” diye mırıldanıyor anlaşılmaz bir şekilde.
Kafe aynı yerinde ve yıllara meydan okurcasına inatla müşterilerini ağırlıyor. Babası gözünün önünde olsun diye, Kafe’nin penceresinin önüne sallanan sandalyelerden koydu Esma. Nihat Bey o sandalyede gününü geçiriyor ve etrafı seyrediyor. Kendisine ikram edilen çayı tek eliyle tutarak, büyük bir zorlukla içmeye çalışıyordu.
Geçen pazar günü yine Kafe’ye gitmiştim. Nihat Bey ile az da olsa konuşmaya çalışırken, dışarıdan içeriye bakan kırmızı yanaklı bir kız dikkatimi çekti. Camı hafifçe aralayan Nihat Bey’e el işaretleri ile hal hatır sordu, baş işareti ile cevabını aldı. Küçük kız elindeki kırmızı jelatin kaplı gofreti pencerenin arasından Nihat Bey’e uzattı. Onunla arkadaş olmuşlar, her gün gofret getiren küçük kız sayesinde Nihat Bey’in yüzü gülmeye başlamıştı. Küçük kız oradan ayrılınca, Nihat Bey’in pencereden körfeze, Karşıyaka’ya öyle bir bakışı vardı ki; Kafe’nin denize bakan penceresinin yanı başındaki koltukta oturan o yalnız adamın yüzündeki ifadesini hiçbir zaman unutmayacağım. Bugüne değil, yarına değil, sanki yıllara, yüzyıllara bakıyor gibiydi. Boncuk mavisi gözleri ufacık kalmış, göz bebeklerinin etrafındaki sisli hareler iyice morarmıştı. Ona bakınca insanın içini nasıl bir hüzün kaplıyordu bilemezsiniz?
Benim içimde oluşan hüzün hissi, acıma hissi olamazdı. Çünkü o zaman çok ucuz bir şey olurdu. Tabii benim hissettiklerim Esma ile hayatımızın en önemli zamanlarını paylaştığımız, örnek olup yaşamımızın içindeki davranışlarımızı bizlere öğreten büyüklerimize olan saygımızdan başka ne olabilirdi. Onu bu durumda görünce anlaşılıyordu ki, Nihat Bey yavaş yavaş gözlerimizin önünde bu dünyadan gelip geçiyordu.
Çok değil bir hafta sonra yine bir pazar gününde, Nihat Bey kimseye fazla yük olmadan sessizce aramızdan ayrılıp sonsuzluğa gitti. Artık ayrılık vakti gelip çattı der gibi, ayrıldı aramızdan…
Hani filler koskoca halleriyle aniden kaybolurlar ya, nereye giderler nasıl giderler ve nasıl yok olurlar. Kimseler bilemez, kimseler bulamaz. Nihat Bey’in gidişi işte onun gibi bir şeydi…
Hülya TÜRK
21/08/2006
YORUMLAR
Kimse bu dünyanın işlerini bitirememiş deyin,
Hayatın içinde kaçınılmaz olarak var olan o yaşama savaşını bir gün için tatil edin,
Bugüne kadar edinmiş olduğunuz tüm teknolojik araçları da kapatın,
Sizi hiçbir şekilde bulamasınlar yani….
Hiç kimselere haber vermeden , bir cumartesi günü çok sevdiğiniz, yapmak istediğiniz , ancak hiç fırsat bulupta yapamadığınız bir şeyi yapın, ya da bir yerden içeri girin, orada yeniden hayata döneceksiniz.
Bizde tam böyle yaptıkkk! Edebiyat defteri olarak kendimize bir gün izin verip Ankara da toplandık. Siz de gelmişmiydiniz.
Güzel bir yaıydı kutlarım...sevgilerimle...
HÜLYA TÜRK
Yorumunuz için teşekkürler.
HÜLYA TÜRK
Teşekkür ederim. Saygı ve selam.
İZMİR YAŞANTISINA en güzel örneklerden birini okudum yine..izmir hayatını seyredenlerin ve dışardan görenlerin anlayamacağı duyguların serpiştirildiği harika bir hayat sahnesi kurulmuş yazıda.!
hüznün ve mahzunluğun izmircesi bu işte..!
sevgilerimle
HÜLYA TÜRK
Teşekkür ederim İzmir dostu.
hayat kayıp gitmeden avuçlarımızdan gözden geçirmeli ... güzel anacak güzel anılacak biçimden yeniden biçimlendirilmeli...
içten paylaşıma teşekkürler...
sevgim saygım tebriklerim günün yazısına çok değerli yazarına...
HÜLYA TÜRK
hayatı akışında yaşamak belki en güzeli ama, biçimlendirerek istediğin gibi yaşamak en güzeli...
Hayatınız istediğiniz gibi olsun.
Sevgi ve dostlukla.
Sizde başlayan anılar bizde son buldu..Herkes kendince biryerlere gitti sayanizde...Anlatımınız samimi sade huzur vericiydi...Okuyanı içine çekiyor...
Cafede oturup, karşıyakayı; seyre dalma zevkine olanak tanıyor, yazınız; biz okuyanlara...
HÜLYA TÜRK
Cafenin sahibi arkadaşımı 1.5 yıl önce kaybettim. O bu dünyadan göçünce
sanki cafe'nin duyguları da öldü. Şimdi durumu nedir bende bilmiyorum.
Sevgi ve dostlukla kalın.
Güne gelmeyi hak eden bir yazı, anlatımınız akıcı. Okurken insanın içine işleyen bir hüzün var.Gerçek öyküler beni her zaman daha çok etkiler.Ellerinize sağlık, tebrikler.
handan akbaş tarafından 4/26/2010 9:05:24 AM zamanında düzenlenmiştir.
HÜLYA TÜRK
Öykülerimi mutlaka gerçek yaşanmış öykülerden hazırlıyorum. Hayatımızın içinde, günlük yaşantımızda karşılaştığımız o kadar çok öykü var ki.
Mutluluklar sizin olsun.
Son derece güzel bir anı yazısıydı.
Günün seçkisine ve değerli yazarına tebrikler.
HÜLYA TÜRK
Gününüz güneşli ve hep aydınlık olsun.
Saygı selam ve dostlukla.
HÜLYA TÜRK
Bu öykü gerçek yaşanmış bir öyküydü. Böylesine seçkin bir topluluk ve bu topluluğun bir üyesi olan sizinle paylaştığım için bende çok mutlu oldum.
Sevgiyle kalın.