- 960 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
BELKIS BİBİ'NİN DUASI (anı)
20.12.2010 tarihinde BİRHARF 2. NESİR YARIŞMASI 2010- ikinciliğe layık görülen hikayem:
BELKIS BİBİ’NİN DUASI
Şiddetli kışın karına buzuna meydan okuyarak, güneşin yakıcılığına aldırmadan yeri öpmeye yakın eğilmiş beliyle, bastonuna tutunarak her gün gezintiye çıkardı Belkıs Bibi.
Anadolu dilinde ‘Hala’ anlamına gelen, ‘Bibi’ diye hitap ederdi ona herkes. Hiç evlenmediği ve kimi kimsesi olmadığı için mahalle ve şehir halkı ona hürmet gösterip sever, sayar ve yardım etmeye çalışırdı. Bibi, her gün birinin evine, kendi eviymişçesine sahiplenerek giderdi. Akordu bozulmuş titrek ve tiz sesiyle ev halkına ahkâm keserek sohbet ederdi.
Hafızamda en fazla kaydı kalan tarafı sert üslûbu ile emr-i vâkî istekleri ve bastonu. Elindeki bastonunu, yanına yaklaşmak isteyen çocuklara karşı savunma amaçlı da kullanır, sinek kovalıyor gibi sağa sola sallardı. Yapılan ikramlarla karnını doyurduktan sonra sanki kendisini bekleyen varmışçasına, geleneksel kuralı bozmadan, akşam olunca evine dönerdi karınca adımlarıyla.
Yüz yaşında olduğu söylenirdi. Zayıflıktan kemiğine yapışmış buruşuk derisinin altından nerdeyse kılcal damarları bile sayılacaktı. Eski püskü fistanının üzerinde ya solmuş bir yelek veya eski bir hırka bulunurdu. Konu komşunun verdiği yırtık, bozarmış siyah renkli lastik pabucun içinde yırtılmaya yüz tutmuş mest giyerdi ayaklarına. Dizlerinden çoğunlukla aşağı sarkmış iç pijamasının üzerine rast gele geçirdiği kirinden rengi anlaşılamayan çorabı, “düştüm düşeceğim” diye bağırırdı adeta.
O soğuklara nasıl dayanırdı bilinmez ama yüzünün güldüğü de pek görülmezdi. Genellikle sinirli ve kızgın olurdu. Başında yaz-kış sürekli taktığı, kirinden beyaz mı gri mi bilinmez olmuş tülbendi, sabah giderken düzgün olsa da akşam eve döndüğünde bembeyaz saçlarının püskürüşünden harpten çıkmış görünümünü alırdı.
Henüz ilkokula gidiyordum bu mahalleye taşındığımızda. Oyuna çok düşkün bir çocuk olduğum halde karda kayarken kızağımı, çelik, çomak, ip, top, seksek, ne oynuyor olursam olayım, oyunumu terk edip ona koşardım. Evimize çok yakın bir mesafede oturduğu için bizim oyun alanımızın içinden geçerken görürdüm onu. Önce tülbentini düzenleyip, baston tutmayan elinden tutarak itinayla, ayağınca yürüyerek ona yardım etmeye çalışırdım. Buz kesmiş elini cebime sokarak evine götürürdüm.
Yıkılacak kadar eski, tek odalı kerpiç bir evde yaşıyordu tek başına. Evinin beş-altı basamaklı tahta merdiveni, kırılacağı günlerin geri sayımındaydı adeta. Dış kapısı hakeza; çocuk yaşımda bile iki kere zorlasam kırılacak kadar eski idi. Her gün o eskiliğinden yıkılmaya hazırlanan kapısını, paslı siyah upuzun bir kilitle kilitlerdi titreyerek. Anahtarını entarisinin sağ cebine sigara ve çakmağının yanına koyardı. Zorlanarak çıktığımız merdivenden sonra, çukur toprak zemini olan, duvarlarının sıvası dökülmüş, küçük bir antreye girilirdi. Burada komşuların ve belediyenin yardım amaçlı gönderdiği odunlar gelişi güzel atılmış dururdu. En son kaç yıl önce badana yapılmışsa kireç ve çamur renkleri alacalı ve çatlaklar içindeydi. Oldukça yüksek olan tavanında kim bilir kaç böcek yuva kurup âlem yapıyordu.
Antrenin sağından yattığı odaya girildiğinde duvarların dökülen sıvaları ve daracık pencerelerin kasveti iç bunaltırdı. Tavanındaki mertekler, çürümekten aşağı geliyorum diye el ediyordu adeta.
Odanın girişinde sağ alt köşesinde yerden bir metre kadar yükseklikte, incecik suyu zor akıtan, paslı musluğun bir metrekarelik çevresi dört parmak yüksekliğinde kara betonla çevrilmişti. “Çağ” dedikleri bu küçücük alan, evin hem banyo hem mutfak görevi yapıyordu. Musluğun hemen yanında çivileri çıkmış tahta bir raf ve kızıla çalan renklerde bakır kaplar bulunurdu. Küçücük bir gaz ocağı ve eski bir çakmak evinin yegâne lüks eşyası idi. Komşuların gönderdiği yemekleri titreyen elleriyle ısıtmaya çalıştığı etrafa saçılan yemek döküntülerinden belli oluyordu.
Odanın tam ortasında borularında delikler olan, çürümekten içinin ateşleri gözüken ve etrafında küllerden tepeler oluşmuş bir soba kuruluydu. Yaz kış bu soba dururdu yerinde. Sobanın hemen yanında kırk yamalı bir yer yatağı vardı. Gözünüz kapalı önünden geçseniz umumi tuvalet önünde olduğunuzu sanırdınız kokudan. Odaya girince rutubet, küf, sigara ve idrar kokusu karışımı ağır bir hava karşılıyordu ilk olarak. Cebinde daima taşıdığı Bafra sigarası ve gazlı çakmağı olurdu. Elleri üşümekten his kaybına uğradığı için sigarasını yakarken ellerinin sağa sola titreşim hareketleri sebebiyle sık sık kaşını, kirpiğini yakardı. Veya kızgın bir ses tonuyla yanındakilerden yardım isterdi.
Yaz tatillerinde bize gelen Annemin Babaannesiyle akran oldukları için çok iyi anlaşırlardı. İkisinin de zayıf gören gözleri, ağır işiten kulakları ve yarısı hatırlanan anıları sayesinde oldukça hoş anlar yaşanırdı. Bir defasında, Bibi bizim divana yanını dönerek oturmuş. Onun geldiğini duyan Annemin babaannesi, Bibi’nin sırtının dönük oturduğunu fark etmediği için yanına oturarak “Hoş gelmişsin Belkıs Hatun! ” diye arkasından sarıldığında, Bibi’nin dengesini kaybederek ayakları havaya kalkarken, her ikisi de düşme tehlikesi geçirmeleri anında çıkarttıkları ilginç çığlık sesleri dilimize pelesenk olmuştu.
Gülmek isteyenler için çok iyi malzemeydiler.
Havanın güzel olduğu zamanlarda bizim balkona oturup, sırtını güneşe vererek sigarasını tüttürürdü. Babam onun cebine sık sık sigara paketleri koyduğu için sigarası bittiğinde ilk olarak bize gelirdi. Babama uzaktan akraba olduğu için hak iddia ederek yarı muzip bir tavırla anneme “Emmimin oğlunun gününü biraz da ben göreyim. Hep sen mi göreceksin” gibi laflar ederek başköşeye otururdu.
Sobamızın yanına oturtup hikâyelerini dinlemek iç huzurumuz için iyi bir gıdaydı.
Onun kışın ayazında, buzunda bastonuna dayanarak evine dönüş çabaları, merhamet duygularımın azaba dönüşmesine yol açıyordu o çocuk yaşımda. Elimden gelen bir şey vardı; elinden tutup evine götürmek ve sobasını yakmak. Odunların dizilişi ve tutuşturuluşu hakkında gözlemlerime dayanarak, kırık sobasına odunları annemin dizişi gibi dizerek tutuşturmaya çalışırdım. Her an üzerimize devrilme tehlikesi vardı sobanın. Hangi hayırsever(!) kuruyorsa bu sobayı, boruların iç içe geçirilişi tamamen baştan savmaydı.
Annemin evimizin odunlarını tutuşturmak için, çam odunlarını küçük küçük eşit şekilde bölüp bir kutunun içinde sakladığı çıralardan bir avuç gizlice cebime koyarak Bibi’nin sobasını tutuşturmaya giderdim. Elimden geldiğince ısınmasına, bulaşık kaplarının yıkanmasına, evinin temizlenmesine de arada bir yardım ederdim.
Akşamları, annem yemek yaparken babam anneme sıkça hatırlatırdı ona yemek göndermesi için. Çünkü annem çocuklarının telaşından unuturdu çoğunlukla. Ben de annemin vereceği bir tabak yemeği götürüp Bibi’nin önüne koymak için sabırsızlanırdım. Aklım ya oyunda ya da yarına yetiştirmem gereken ev ödevimde olduğu için acele ederdim ve annemden oldukça azar işitirdim bu yüzden.
Ona yardım ettiğim zaman, asılmış suratını yumuşatarak dua ederdi bana. O dua ettikçe hayata güvenle bakan çocuk ruhumla gayretim artardı. Dışarıdaki oyunu çoktan unuturdum dua alıyorum diye.
Ama bir duası vardı ki; onu beğenmezdim, sık sık sözünü keserdim. Bana inat ederek, üzerine basa basa tekrar ederdi çocuk muzipliğinde bir tavırla kıs kıs gülerek.
Her sözünün başında: “Cennet hatunu olasın, dert görmeyesin, Allah ne muradın varsa versin…” gibi sözleri sıraladıktan sonra da: “Hâkim Hanımı olasın, sultanlar olasın! ” Diye mutlaka eklerdi titrek ses tonuyla. Benimse çocukken adâlete düşkünlüğüm yüzünden hâkim olma hevesim vardı. Hele o yaşlarda evlenmek mi Allah korusun! “Ben evlenmeyeceğim Bibi… Hâkim hanımı olmayı istemiyorum. Bana hâkim olasın diye dua et e mi! ” derdim. Tüm ısrarlarıma rağmen söz dinlemez bir çocuk edasıyla omzunu silkeleyerek “Demem! ” diye kıs kıs gülerdi.
Bir gün yine elimde kalacak kadar eski olan süpürgesiyle evini süpürüyordum. O da sigarasını tüttürerek aynı duaları tekrarlıyordu bana. Aniden süpürgeyi elimden bırakarak: “Hâkim olasın demezsen süpürmem! ” demiş karşısına dikilmiştim. Tehdit edecektim kendi aklımca.
Yine gülerek omzunu silkti, boncuk gibi mavi gözlerini üzerime dikerek:
“Demem çatlak, demem! ” dedi.
“Niye demiyorsun Bibi? ” diye yüksek ses tonuyla sorduğumda kaşlarını çatıp ellerini sallayarak, kızgın bir halde:
“Hâkim olup nedicin çatlak? Elin herifi kazansın sen de sultanlar gibi ye! Demeeem! Demem” diye bağırmasın mı? Korkumdan bir daha tekrar edememiştim. Asla istediğim duayı söyletememiştim ona.
Şehir dışında okumaya gittiğim senenin yaz tatiline geldiğimde öğrendim ki birbirine güvenen komşuların ihmâlkârlığı sonucunda, bir kış gecesi sobasını yakmaya çalışırken Bibi tülbentini tutuşturmuş ve hastanede can vermiş zavallı. Olayın detaylarını annemden dinlerken ağlamıştım.
İhmal edilen Bibi miydi? Yoksa insanlık mıydı? Düşünmek gerekiyor.
Ne zaman onu düşünsem düğümleniyor boğazım. Hemen aklıma, bana ısrarla yaptığı duası geliyor nedense?
O kadar başarılı bir üniversite öğrencisi olmama rağmen, önüme çıkan bir yığın engeller yüzünden iş hayatının tadına bakamayan bir ev hanımı olarak yaşadım bunca yıl. İçimde ukde olarak kalan çalışma hayatım, acaba onun yaptığı dualar yüzünden mi engellerle karşılaşmıştı diye düşünüyorum bazen...
Dua gibi bir beddua mı desem acaba?
Nur içinde yatsın.
ASUMAN SOYDAN ATASAYAR
19.08.2009 asuman soydan