- 768 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
Mahallenin derin adamı Ebu Zer dayı
Ebu Zer dayı… Siz tanımazsınız onu.
Öyle seçkin biri falan da değil.
Mahallede kimsenin yapamayacağı işleri yapar. “Hamal”diyorlar ona .Yükünü taşıyor şehrin.
Gözle görülebilen, hacim olarak ağır, kimselerin tenezzül etmeyeceği ne varsa yüreğine sığan, taşır onu…
Yok! Öyle herkesin işine falan da gitmez.
Para her şey değildir onda, seçicidir. Ölçülerine uymalı öncelikle. Bir nevi standartları var yani.
Çalıştığı kişi, adam olacak kendince!, sevecek işini yaptığı kimseyi.
Onu ilk 17’li yaşlarımda, zahire dükkânı önünde, ağırlığımı bir ayağıma verip de kollarımı karnıma dolayarak seyrettiğim; iki misli ağırlığındaki yem çuvallarını taşıdığı dönemlerden bilirim.
Çalışırken değişik bir coşku hali olurdu yıpranmış yüzünde, kurduğu Kürtçe cümlecikleriyle dışa vururdu sevincini.
Eli ekmek tutuyordu ya, işinde çalıştığı kişi ondan memnundu ya demeyin keyfine. Kimselere eyvallahı olmazdı artık.
“Bir ihtiyacın var mı Ebu Zer dayı?” sorusuna “her şeyim var oglum”diye cevap verirdi. Evet, her şeyi vardı; kuvvetli bir bileği, alın teri ve kocaman yüreği…
“Mehmet oğlum” diye söze girdiği zamanlar da, yaşımızın da verdiği yeni yetmelikle dikkate almazdım da, acayip bozulurdu, hayatın özüne dair nasihatlerini.
Zeytinden kurutma, otuz üçlük tespihiyle, iki elini belinde birleştirerek yürürdü,”aney aney” deyini işitirdik, sigara buğusuna bulanmış sesinden.
Bazen yüzü birden ciddileşip ağır bir ses tonuyla “sakın ha” diye başlayan cümlecikler kurardı. İçerisinde kendi faydasına olmayan, sadece “biz nasıl iyi oluruz”u anlatan cümlelerdi bunlar. Samanyolu dizilerinden kalma, vardır bir hikmeti ürpertisiyle dinlerdim çoğu zaman.
Ünlemi bol, vurgulu ve heyecanla başlayıp, sonrasında dilinde yorulan kelimelerle bitirirdi cümlelerini.
Kendine has tikleri vardı, sade ve koyu renkli elbisesinin altında gizlediği…
Sonra, onun gözlerinin içine şimdiye dek hiç dikkatlice bakmadığımı fark ettim. Kahverengiydi gözleri, koyu kahverengi. Gülünce daha da belirsizleşiyordu gözlerinin rengi, şakaklarına doğru yayılan kalın çizgiler sarıyordu yıpranmış yüzünü…
Düşler kurardım ona dair; onu hiç dondurma yalarken görmediğimi ve şimdiye dek takım elbise giymediğini düşünürdüm… İçimden ona takım elbiseler giydirdim en lajivertinden, içinede hâkim yaka beyaz bir gömlek.
Dünyamızı garipseyen hali, hayallerime de yansıyordu sanki ne yapsam da olduğu halinden daha güzele sokamıyordum kurduğum kendinden habersiz düşlerim de. O Ebu Zer’di. Sadece Ebu Zer. Hiç bir şablona da uymuyordu zaten. Kendi halinde, kendince…
Annesinin küçükken onu kucaklayışı, “canım oğlum” deyişini hayal etmeye çalışırken bayağı zorlanmıştım. “Mesela” dedim; hani uzun yaz günlerin de, akşamüzerleri kapı önlerin de yapılan sohbetler de, mahallede ki yaşıtları, ona da soruyorlar mı ki? “şu konudaki görüşün ne” diye. Onun da fikrini alıyorlar mı ki!.
Hem onun, şehrin dar kaldırım kenarlarında kol kola girip de, mesai dışı! Dolaştığı hiçbir arkadaşının olmadığını fark edişim, beni hüzün haline sokan durumlarından biriydi. Gerçekten de o yalnız gezer yalnız çalışır ve yalnız başına yaşardı, sevinci ve hüznünü.
Adaşı olan Gıfarlı Ebu Zer’in altın ve gümüş biriktirenlere ver yansını gibi olurdu,çalıştığı işten dolayı kendisine fazla ücret verilmesine kızgınlığı!.Evet evet az değil, “fazla veriyorsun kardeşim” diye inletirdi caddeleri,gürültüyü duyup ta acaba hakkını mı vermemişler diye düşünen komşu esnafların tuhaf bakışları altında.
oturduğu mahalledeki bir zamanların en uç noktasına yapıp ta, şimdilerde kenarlarda sayılan evinin dış duvarlarını gördüğümde daha da zorlanıyordum haleti ruhiye sini anlamakta; siyah leçe taşlarından örme, uzunca bir duvar… Sadece bir kenarı örülüpte diğer yanları açık bırakılan virane bir sanat eseri!
Anladım ki Onu sevmek için, uzaktan bakmak gerekir,
Onu anlatmak için, kelimeleri çoğaltmanın bir anlam ifade etmeyeceğini biliyorum aslında. Tek bir cümle yeter: Ebu Zer Ebu Zer’dir…
mehmet deveci