Ben Bir Ölüyüm...
En son gördüğüm üzerime üzerime gelen kocaman bir çelik kütüğüydü. Yukardan kepçe tarafından taşınan bu kocaman çelik kütüğünün altında kalarak öldüm dostlar.
Ben bir ölüyüm dostlar! Bu satırları uzun ısrarlarıma dayanamayan çok saygıdeğer iki melek nezaretinde yazıyorum. Oysa bu iki saygıdeğer melek mezarda, başımda bekçi olarak bulunmaktaydılar. Sanki mezardan kaçma ihtimalim varmış gibi. ( Bu arada bu iki saygıdeğer melek kulağıma fısıldıyorlar gaybi konulara girmemem gerektiğini.)
Üzülerek söyleyeyim ben bir ölüyüm dostlar! Neden o alana girdim ki? Halbuki kütüklerin taşındığı alanın çevresi zincirle çevriliydi ve uyarı levhaları konulmuştu. Mesala “İş güvenliği hayat kurtarır” , “Bir dalgınlıkla bir ömür sona erer.” gibi. Bilinçli olarak o alana girdiğim kabul edileceğinden dolayı ailem de tazminat alamayacak. Dirim bir halta yaramıyordu bari ölüm bir işe yarasaydı. Ama nerde, benim gibi sefil birinin ölüsü bile beş para etmiyor. Biliyorum kafanızda neler geçtiğini, soruyursunuz şimdi neden o alana girdiğimi? Görevlerinin bilincinde olan bir ölü yazar olarak cevap veriyorum. Tamamen dalgınlıktan. Neden mi dalgındım? Çünkü akşam iş çıkışı bir arkadaşla ortak olarak kullandığımız garsoniyer eve sevgilimi çağıracaktım. Sonra mı? Boşverin sonrası bana kalsın…
Siz siz olun sakın ölmeyin dostlar! Ölmek oldukça sıkıcı. Hele bir de benim gibi yeni mühendis olmuşsanız ve yeni yeni eliniz para tutuyorsa hiç ölmeyin. Oysa ne hayallerim vardı. Hepsi kursağımda kaldı. Ah ah! Ne zorluklarla mühendis olmuştum. Yatılı okullarda sürün,çok zor şartlar altında üniversite bitir, zorunlu ve gereksiz vatani görevini yap, iki tane yabancı dil öğren, bir sürü sertifikalı kursa katıl, ve en önemlisi bunca şeye rağmen beş ay boyunca iş kovala, bu beş aylık süre zarfında da diplomalı bir garson ol. Sonra da tam iş buldun elin para tutacak derken işe başladığının üçüncü ayında çalıştığın fabrikada on tonluk bir çelik kütüğün altında ezil.
Varın siz benim intizarımı duyun ey ahali! Sanırım bu bahtsızlığımın farkına varan bekçi meleklerim bana izin verdiler de bu satırları karalıyorum. ( Bu arada gaybi konulara girmişim yeniden,ikinci uyarı da geldi. Üçüncüsünde beni alıp mezarıma götürecekler.)
Beni üzen asıl şey yaşamayı çok isteyip de yaşayamadığım günler. Anlayacağınız gözüm açık kaldı. Kazadan sonra benim yanıma gelen ilk kişinin yaptığı da açık gözlerimi kapamaktı zaten. Ey yaşayamadığım günler ne çok özlüyorum sizleri. Sözüm ona iki sene boyunca çalışarak biriktirdiğim para ile hep kafayı çekecektim, hep gezecektim, hep eğlenecektim ve şimdi aklımdan geçirip de sizin de tahmin ettiğiniz işi yapmaktı. Olmadı işte. Çok klasik bir söylem ama olsun maksat yazıda akıcılık olsun; kader ağlarını örmüştü.
Birden benim aklıma işe alındığımın haberini ilk aldığım gün aklıma geldi. Askerliğimi bitirmiş,üniversite diplomasını almış her umutsuz genç gibi aparitif bir meslek olan garsonluk yapıyordum günde on iki saat asgari ücretle çalışarak. O gece işyerimden döndüğümde saat gecenin on biriydi. Babam uyumamıştı. Oysa babam akşam bültenlerini üç farklı kanalda takip eder en son bültende televizyonun karşısında uyuyakalırdı.
“Hayrola baba ters bir şey mi var,bu saate kadar yatmadın. Yoksa akşam haberlerinin saatimi değişti?”
“Bir şey oldu ama ters değil.” Demişti babam ve devam etmişti. “İş başvurun kabul edildi.”
Zaten kızgındım.”Ya baba benle maytap geçme gecenin bu saatinde.”
“Ciddiyim işe alındın.”
“Nerden biliyorsun?” diye sordum.
“İnternetten baktım.”diye cevap vermişti.
“Sen interneti nerden biliyorsun baba?” diye şaşkınlıkla soruvermiştim canım babama.
“Sen o kadar çok iş sitelerine çivini yolladın ki benim yanımda, ben de o sıralarda öğreniverdim” (Doğru okuduğunuz sevgili okuyucularım,babam çivi diyordu. Türkçesi özgeçmiş olan iş başvurma belgesi CV ‘ye)
Tabii hemen neti açıp baktım. Babam haklıydı. Hiç ihtimal vermediğim bir şirket başvurumu kabul etmişti. Ertesi gün ver elini şirketin kapısına… İşte böyle sevgili dostlar iş arama-bulma serüvenim.
Biraz da ölüm merasimimden bahsedeyim. Öldüğümde beni yıkadılar,kefenlediler,arkamdan ağladılar. Sonra da beni gömdüler. Özellikle annem çok ağladı. Canım anacığım ya senin o halini görünce inan ki ben de dayanamadım,ağladım. Halbuki ağlamak gibi bir huyum yoktur. Bu ülkenin tipik bir cengaver genci gibi ben de şu sözü kendime düstur kabul etmiştim. “Erkekler ağlamaz.” Ya da “Erkekliğin onda dokuzu kaçmaktır.”
Az önce yazdığım paragraf yüzünden saygıdeğer iki bekçi meleğim benim gaybi konulara girdiğime hükmettiler. Mezarıma dönmek zorundayım şimdi. Eh burası sizin oralar gibi değil. Torpil falan işlemez burada. Erkeksen karşı çık onlara. Sizin oradaki polis coplarına benzeyen kızgın bir alet var ellerinde ikide bir muhtelif yerlerine sokup çıkartıyorlar. Her iki alemde de coptan kurtulmak yok anlayacağınız.
Neyse ben gitmek zorundayım sevgili dostlar. Mezarım(yatağım) beni bekliyor. Tekrar edeyim yine de, şimdi yazının sonuna geldiğim için unutmuşsunuzdur. Ölüm çok sıkıcı. Ben öldüğümle kaldım peki ya siz yaşayanlar?
Ben ölsem dahi tekrar tekrar geleceğim sevgili okuyucularım. Bir ölü olsam da ben buradayım ey okuyucum, sen neredesin acaba?