- 3657 Okunma
- 7 Yorum
- 0 Beğeni
Herşeyime, hiç kimsesinden hiçbir şey ifade etmeyecek, bir kaç şey -IV-
"maddenin manevi cevherini keşfetmiş soylu gezginlerdir onlar, bu yüzden sevdikleri kadının ruhunu tanrı’yla ve bedenini toprakla paylaşmazlar...
siz hiç "aşk" ın sualınlı sevgilisi oldunuz mu? "
ben olamadım....
Bu bir terk ediş mektubudur anla…
Sen bu mektubu okuduğunda ben senden gitmiş olacağım.
Sense boynunu cellâdının elindeki bilenmiş bıçağa uzatan ürkek aşkların gözlerinde çağıldayan yarı telaşlı, çokça naçar bir arta kalmışlıkla, ölümün dudaklarına eğilip şehvetle öpüştüğün an, yokluğumun tadını ilk kez tatmış olacaksın…
Çünkü onursuzdu bu aşk…
Benliğini sudan uzak, mile yakın bilen iki tenin, tüm dibe vuruşlara arsızca özlemi ve birbirlerinin yüreğinden çaldıkları tüm mavilerin, inadına yosma bir karanlığın dehlizine karılmasıydı. “Ben ki cenneti, cehennemi, cihanı dahası tüm evreni sırf onun için yarattım” diyen rabbin kelamının tam bağrından vurulmasıydı. Tamuya hükümlü ruhumuzun, hüviyetini kaybettiği kutsal kitaplardan sıyrılıp, izbe sokak köşelerinde fahişelerin düşlerini çalan ve tüm kirli sarıların şerefine kadeh kaldıran iblisin peydahladığı ateşten sorulmasıydı. Onursuzdu bu aşk… Dudakların kasıklarımdaki zehri koşulsuz bir şehvet ve öldüresiye bir hiddetle emerken, kalbime değiveren dilinin yolunu şaşırmış soysuz bir gezgin edasında zamansız ve amansız durulmasıydı… Gözlerine ayarlı kalbimin, bakışlarının lahza uzağında münferit imhasına kurulmasıydı… Munzur rengini sarmaladığı kaftanı ve dersim tabası bir umarsızlıkla siluetine bürünmüş aynanın, aksimi seyretmeye cesaret ettiğim o kahrolası an, tüm gaddarlığını kuşanıp, dudaklarına yerleştirdiği o iflahsız kahkahayla düşlerimin sarnıcında tuzla buza imrenerek bir anda kırılmasıydı… Züleyha’sına küsmüş Yusuf’un yârin teninde ısınamadığı tüm bahar ılgınlığını soğuk taş duvarlar addedip, kuyusunun gözlerindeki rutubete daha büyük bir tutku ve hezeyanla sarılmasıydı…
Bu bir kabulleniş mektubudur anla..
İşte bu yüzden sen bu mektubu okuduğun an, ben tüm aşkları usul usul yürümüş ve gecikmiş bir fırtınanın anaforunda belki illegal, belki sorgusuz belki ağır hasarlı ama nihayetinde onurlu bir iç çekişle yitmiş olacağım…
Sense benden arta kalan ne varsa, ömrüne biriktirdiğim her gürgenden inşa ettiğim o saf, o sıcak ve o ülkem gibi aydınlık kasabaya katarak; biraz naif, biraz baş kaldırırcasına ve çokça erinçsiz bir umarsızlıkla son kez bakarak, ellerinde devleşen o minicik kibrit çöpünü atmış olacaksın…
Çünkü gurursuzdu bu aşk…
Tenimin bin imanla biat ettiği bedeninin mahremiyetine başka tenlerin terinin namahrem kokusunu kattığın an azletmeliydim ruhumdan seni… Bir aşka karşılık utanmaz yalanların yağmuruyla ıslanan bin şehvetin toplamının bir yürek etmediğini fark etmeliydim. Aynı yatağı paylaşırken aynı rüyaya uyumaktan aciz iki günahkâr tenin gördüğünün, dibi bucağı olmayan bir kâbustan öte olmadığını, aşk söylenen lisan dışında başka her dile mülteci kalan kalbime zerk etmeliydim. Düşlerimin sunağında yıkamadığın her bir duygu zerresini, kurbanının sıcak bedenine kenetlenmiş ve ruhunu somururcasına kendine çeken acımasız azrailin siluetinde bedenimden sökerken, dişimden tırnağımdan arakladığım son dirim huzmesini, dişlerinin keskin kıyımından sakınmaya sarf etmeliydim… Çünkü onursuzdu bu aşk… Ellerimi, romantikliğine aldandığım sası bir çamura, imgelerimi parnasist bir ukalalığın attığı çentikle kendini dem ılığı bir kızıllığa iterken izbe bir buhura, adımı irin, adımı istifra, adımı balçıkla yıkarken sen ve dahi gözlerinde tutuşturmuşken ihanet meşalesini ve tenimi rezil, tenimi rüsva, tenimi dökük addedip, o kirli ağızların, küf kokulu nefeslerine peşkeş çekerken terk etmeliydim seni…
Bu bir iç çekiş mektubudur anla…
Beni bağışla, sen bu mektubu okurken, ben, bir ufuk çizgisinden sallandırdığım gökkuşağının boynunda bıraktığı ilmeğe aldırmaksızın, mermer teninin tüm kirlenmişliğinin altına yerleştirdiğim o istiridye kabuklarından derlediğim iskemleyi itmiş olacağım.
Sense rüzgâr soluyup, ay vakti yağmur istifra edeceksin bir ömür… Tanrısızlığının hakkaniyetine sığınarak ve gruba yolladığın her günaha etik kılıflar uydurarak, gözlerinden düşürerek hiç ettiğin ve kaldırım köşelerinde unutarak piç ettiğin yüreğimi, “zina mahsulü sevdalar” lügatine madde başı olmak suretiyle katmış olacaksın…
Çünkü şuursuzdu bu aşk…
Yalınayak girmenin farz olduğu kutsal bir mabetti senden sakınırken, hiç farkındasız ilmek ilmek kehribar gözlerini nakşettiğim ütopyam… Çamurlu postallarını an be an acımı acıtarak mahremime sürüdün… Bilincini yitirmiş bir seyyahtım çöller kâşifi, gözlerimi yumduğum her realitene inat, sensizliğin seninde ıssız seraplar büyüdüm. Cesettim, ölü ülkeler gezgini; aşkın memnuluğunu tatmamış her bakirenin bacaklarının arasında, vaveylasız öykünmeler yürüdüm. Bir bir kopardım annemin tenime iliştirdiği papatyaları; hazandan arta kalan kurumuş yapraklar bürüdüm.
Şuursuzdu bu aşk…
Ki ben sefillerden müteşekkil bir ordunun Serdarına en menfaatsiz düşlerimle yeniçeri bir yanılgı büyüttüm. Kır sözcüklerimi şimdi belinden sevgili… Utanıyorum edebi acılara sarmalanmış serzenişlerimin fasihliğinden… Riyakârım affet, firari gecelerde adına dizemediğim mahlassız beyitler çürüdüm…
Bu bir vazgeçiş mektubudur anla…
Sen bu mektubu okurken, ben, hani o defalarca başladığın oysa noktalamaya bir an vakıf olamadığın “yabanda yolculuk” da, dekoratif bir figür olmanın dayanılmaz ezikliğinde bitmiş olacağım.
Sense ıssızlaşacaksın. Varlığına iman etmediğin tanrı ve değerine pul biçmeyi bile günah saydığın aşk helak edecek düşlerini. Kavimlerin yanacak, yakılacak, yalıma vurgun kalacaksın. Sin şehrinin sokak lambaları bir an sönmeyecek senin için; bense kahrolacağım… Ve sualsiz; bir gün adım çağıldayacak kulakların, açıp fahişeler antolojisini, adımın anlamını orospu bir sevdanın ıslak yapışkanlığına bin şehvete karşılık satmış olacaksın…
Çünkü uğursuzdu bu aşk…
Bu bir terk ediş mektubudur anla…
Sen bu mektubu okuduğunda ben senden gitmiş olacağım.
Çünkü sen bu mektubu hiç okumayacaksın…
"min dikaji bi dijminati, min çal bike bi dostayi..."
-beni düşmanca öldürdün, dostça göm-
© aysegulguncan
nisanikibinon- a n k a r a
YORUMLAR
“her şeyime hiç kimsesinden” şeklindeki yarı teslimiyet, yarı kompleks kokan bir başlıkla üç bölüm halinde görücüye çıkan yazı dizisinin olası ve beklenen dördüncü bölümünde teslimiyetin yerini başkaldırı, kompleksin yerini özgüven ve meydan okuma almış gibi gözüküyor. Her şeye rağmen emin olamadığım için “gibi” kelimesini araya sıkıştırıyorum. Zira emin değilim, çünkü takıldığım iki nokta var.
Birincisi; yazıdaki üçüncü tekil şâhısa atfedilen “her şeyime” payesi hale ve ısrarla “hiçbir şeyime” dönüşmemişse ortada basit bir dil sürçmesinden daha vahim bir durum var demektir ki Allah korusun böyle bir duruma müdahil olmanın vebalini ömrü billâh kaldıramam. Günümüzde polislerin uymakta azami özen gösterdiği, talimatnamelerde yazılı olmayan bir kural şöyle der; “karı-koca arasına girilmez”
İkincisi; “beni düşmanca öldürdün, dostça göm” Ne demek şimdi ”dostça göm”.
“Dostça gömer misiniz? Dostça göm ulan!”
İşte böyle emir mi yoksa rica mı olduğu muallâkta kalmış “dostça göm” şeklindeki bir ifade de, bir yerlerden hala medet uman topal bir “gurur”un çizgi dışı ayak izleri görülmektedir. Hadi “şuursuz” ve “uğursuz” addedilen bir aşkın ardından böyle bir ifade mazur görülebilir. Lakin “onursuz” ve “gurursuz” olduğu iddia ve itiraf edilen bir aşka "ölü gömücü" görevi vermektense, lazım değil sinekler çöreklensin, güneşlerde çürüsün, aşk mağduru bedenin.
Ne gömmesi yahu! Elini bile sürdürme. "Hadi koçum ufak, ufak uza, arkana bile bakma, hatta ve hatta öldüğümü bile bilme”. Birazcık olsun, onur ve gurur adına.
Benim bildiğim böyle Arabesk tınılı haykırışlar bir Emrah’ın filmlerinde birde Gılgamış Destanında kaldı, senin anlayacağın modası geçti.
Çok mu acımasız oldum kız yoksa. Kızma bana sakın ha. Yok, yok kız istersen.
[Dünya dönüyor sen ne dersen de, kim demiş hep böyle döner haydi canım sende”. Söz-müzik: Şanar YURDATAPAN, Solist: Melike DEMİRAĞ] bu gibi durumlarda şiddetle dinlenilmesi tavsiye edilir.
Selamlar :)