- 1230 Okunma
- 4 Yorum
- 0 Beğeni
GÜLÜŞÜN VE UNUTUŞUN ÖYKÜSÜ
O sımsıcak gülüşler olmasaydı
bu öykü asla yazılamazdı..
İlkyazın ilk çiçeğe durduğu bir akşamdı .
Yorgun kanatlarını çırpa çırpa, hayatın gürül gürül aktığı bir vakkitte, kanat çırpmayı bırakıp yere konmuştu yaşlı ve yorgun kırlangıç. Günlerdir, alışık olduğu hayatın temposundan uzaktı, şehir ürkütüyordu belki de onu.Bilinmezlikleri değildi korkuttuğu; çok tanıdık, çok bildik bir hayatın uzaklığı ona alışkın olduğu güzelliği yabancı kılıyordu sadece. İşte böylesi bir ürkeklikle ayaklarını yere koymustu. Nereye gidiceğinin karasızlığını yaşarken, birden onları görmüştü. Bir duvarın hemen üzerine tünemiş dört sevimli kuştu onlar.. Onlardan birisi, ona çok tanıdık gelen, çok iyi bildiği, bir dönem aynı yemlikten yem yediği, öyküsünün dayanıklı acısını yüreğinde duyumsadığı bir kuştu. Yanına yaklaştı, bir süre ötüştüler, karşılıklı, geçmişten dem vurdular... Sonra daha önce hiç görmediği, diğer kuşlara selam verdi, diğer kuşların arasında bir başka kuşun varlığını bile farketmeden, birden onun güzel güzel ötüşünü farketti. Doğal, içten, sade sesine kulak verdi uzun uzun.. Bir şey çekmişti onu kendine, neydi bilmiyordu, gülüşü olabilir miydi..Gülüşü?.. Gülünce güller açan gülüşü müydü onu kendine çeken, bilmiyordu.. Bu soru aklına çok sonradan gelecekti ve aklına çok sonradan geldiğinde sorunun yanıtını bulmuş olacaktı. Ama şimdi bunu düşünemiyordu bile...
Diğer kuşların yolun karşısına kanat çırpmasıyla birlikte şimdi yanyanaydılar duvarın üzerinde.. Bir şarkıyı birlikte söylüyorlarmış gibi geldi birlikte ötüşmeleri... Şarkıların dili, bu olmalıydı, kuş dili böyle bir şey miydi, aşk dili kuş dili miydi? Bunları hiç düşünmedi, hiç sorgulamadı, hiç irdelemedi bile.. Onlar sadece bir tatlı huzur almaya gelmişlerdi belki de o duvarın üzerine... Zamanın akıp gittiğinin farkına varamadılar. Sonra farketti ki, onunla saat arasındaki fark buydu... Saat zamanı hatırlatıyordu.. O ise.... unutturmuştu zamanı, akıp giden zamanı...
Bazı anlarda beklenmedik yakınlıkların doğduğunu ve o an’ların yaşanası, sadece yaşanası olduğunu biliyordu. Bu anın yerini başka hiç bir zamanın, başka hiçbir güzelliğin dolduramayacağını biliyordu. Yaşam deneyimi onun çok zor da olsa, an’ı yaşamanın güzelliğini farketmesini sağlamıştı.. “Şimdinin Gücü”nü biliyordu. Dün yaşanıp gitmişti, yarının ise ne getireceği, hatta yaşanıp yaşanmayacağı bile belli değildi. Biliyordu ki güzellik şimdi’deydi.
Birlikte yavaş yavaş kendiliğinden başlayan ötüşmeleri, zamanla aynı arya’ya eşlik eden bir soprano ile bir baritonun eşsiz uyumuna dönüşecekmiş gibi hissetmişti. Bu belki de bir yanılsamaydı, ama içine böylesi bir sıcaklık doğmuştu. Daha ilk başta farkettiği gülüşünün sırrı ne olabilirdi? Bu gülüş daha önce hiç tanımadığı, hiç görmediği, hiç bilmediği farklı bir gülüştü. Da Vinci hırsız olabilir mi acaba diye düşündü... Mona Lisa gülüşünü bu gülüşten esinlenerek mi yapmıştı... Evet evet öyle olmalıydı.. Bu gülüşün bir benzerini Mona Lisa´da görmüştü yalnızca; bir de Julai Roberts´ın zaman zaman bu gülüşü andırdığını hatırladı. Ama o kadardı, başka yoktu,. Hiç görmemişti, hiç tanık olmamıştı bu kuşun gülüşünün sıcaklığına, duruluğuna, berraklığına...Gülünce dudakları kocaman açılıyordu, kulaklarına değecek gibi... Güldüğünde bir an sanki bembeyaz bir papatya tarlası göründü gözüne. Etrafı kıpkırmızı karanfillerle sarılı bir papatya idi dişleri...
Yoktu, evet başka da yoktu bir güzelliği.. ya da vardı da o görmemişti belki de.. kimbilir.. Bir gülüş, ahh Tanrım bir gülüş bu kadar etkileyici olabilir miydi? O gülüşler sahici miydi yoksa, Cazibe Hanımın gündüz düşlerinin bir başka varoluş biçimi miydi? Tüm bunları o an hiç düşünmedi bile.. Orada, o duvarın üstünde akıp giden zamanın doyumsuz güzelliğini yaşarken bunları düşünebilecek bir zamanda ya da durumda değildi. O bunların çok ötesinde, çok dışındaydı...
Karanlık daha da koyulaşıp, gitme vakti gelinceye kadar ötüştüler, ötüştüler... Birlikte kanat çırpmak nasıl olurdu acaba, bilinmezliklere, bilinmez diyarların bilinmez köşelerine? Bunu anlamaya kalkışmak bile çok tehlikeli olabilirdi.. Bu çok tehlikeli oyunun başrol oyuncuları olmak isterler miydi? Bunu isteyebilecek kadar cesur olabilirler miydi? Tüm bu sorular oluşmamıştı o anda aklında.. Peki ama şimdi neden bu cümleler beyninde savaş ediyordu? Neden beyni, yüreğine binlerce kurşunun isabet ettiği bir savaş alanı olmuştu? Bunu anlamıyordu...Belki de gerçekten kuş beyinlinin biriydi o ...
Duvarın üzerinde ötüşürlerken, onunla yanyana beklerken ilk kez gördüğü diğer kuşlar tekrar yanlarına gelip, bilinmezliklere doğru birlikte kanat çırpıp uçup gittiklerinde, içinde sadece yaşanmış kısa bir an’ın, küçük ama güzel bir paylaşımın buruk bir tadının kaldığını duyumsadı. Sonra birlikte aynı yemlikten yem yediği diğer kuşun yanına gitti. Onun sokaklarda yem arayışı için verdiği mücadelenin bir bölümüne tanıklık etti, bir süre onun için birkaç parça yemi, ben de bulabilir miyimin uğraşısına daldılar...
Gece bitmişti... Kendisini bekleyen kafesine dönmek zorundaydı... Yorgun kanatlarını yıllardır tutsaklık yaşadığı altın kafesine doğru çırptı... Gökyüzünde süzülürken bile yaşayamadığı bir güzelliği, az önce kana kana yaşamış olmanın sarhoşluğuyla başı dönüyordu adeta..
Şimdi kendi çöplüğünde baştacı ettiği bir tabloyu gözünün önüne getirdi. Okyanusun tam orta yerinde tahtaravelli gibi duran, ama tam bir denge halinde bulunan bir uzun çubuğun iki ucundaki kafesleri hatırladı. Bu kafeslerde, birisi içinde, diğeri üzerinde olmak üzere iki kuş duruyordu. Ve tam bir denge hakimdi. En ufak bir kımıldama, en ufak bir denge bozumu diğerinin ölümü demekti.. Kafesin içinde duran zaten tutsaktı, uçmasına olanak yoktu, diğeri istese uçabilirdi, istese kanat çırpabilirdi bilinmez uzak diyarlara doğru... Özgürlüğe kanat çırpmanın çoşkusu onun elindeydi ama biliyordu ki bunu hiçbir zaman yapamazdı. Kanatlarını azıcık çırpacak olsa, denge bozulacak ve diğeri soğuk sulara gömülecekti.. Hiçbir zaman diğerinin boğulup gitmesine izin veremeyeceğini biliyordu...Birisinin yaşam hakkı diğerinin de zorunlu esaretini gerektiriyordu.. Peki bunun adı neydi? Bu sevgi miydi, acıma mıydı, fedakarlık mıydı, yoksa yanlış zamanların, yanlış seçimlerinin bir cezası mıydı? Bilmiyordu.. Bunu sorgulamayı bırakalı epey zaman olmuştu. Ama o güne kadar aklına bile gelmeyen bu denge neden yeniden aklına gelip, onun beynini paralarcasına meşgul ediyordu, bunu bilebilmeyi gerçekten çok isterdi. Belki bilebilirdi ama bilmeye cesareti yoktu. Belki de “bilme”nin acısına yenik düşmeyi istemiyordu.
.................................
Dilin susma zamanı mıydı şimdi...?
Sözün düşüşü mü yaşanıyordu yine...?
Aradan üç ya da beş vakit geçti...
İlkyaz ikinci çiçeğe duralı çok olmamıştı henüz..
Tomurcuklar çoktan açmış, kelebekler kendilerine belki de binlerce yıl gibi gelen bir günlük ömürlerini doyasıya yaşıyorlardı.. Hayat akıp gidiyordu gürül gürül... Kuş beyinli mi olduğunu yoksa gerçekten bir kuş mu olduğunu bilmeyen kırlangıç, hayata kanat çırpmaya başlamıştı yeniden... Telgrafın tellerine konmak, onun duvarın üzerinde gördüğü ve kendisini alt üst eden diğer kuşa giden tek yoluydu. Şimdi modern zamanların kuşları telgrafı teller üzerine konarak değilde, parmakları tuşlar üzerinde konarak söylüyordu nağmelerini... Bu bir akıştı, bu bir varıştı, bu bir gidişti, bu bir yolculuktu... Nereye gideceği belli olmayan ama eninde sonunda Kasangdre Geçidi´nden yuvarlanmaya giden bir yolculuktu. Yolculuğun güzelliği trene kaçak binmesinde miydi acaba?
Ya da bu bir deniz yolculuğuydu.. Ne zaman buz dağına çarpacağı belli olmayan ama bir batışa mahkum bir deniz yolculuguydu. Fakat kesinlikle bir uçak yolculuğu değildi... Zaman zaman uçak hızında yol alsa da, Titanik ya da Doğu Ekspresinin romantizmini yaşatan farklı bir yolculuktu.. Büyüleyici manzaralar, inanılmaz güzellikler, görkemli dağlar, gizemli ovalar, ya da günlerce süren bir yolculuk sonrası “kara göründü” diye bağıran bir mutluluğu vadetmiyordu. Ama yine de biliyordu ki, ne olursa olsun bu gizemin büyüleyiciliğiyle, her şeye karşın son parasını Titanike yatırmaktan vazgeçemezdi.. Gemi buzdağına çarpıp, batmaya yüz tutmuşken bile, “İyi ki yatırmışım son paramı Titanik’e” diyebiliyor olmasının nedenini kendisi bile anlamıyordu....Şimdi geminin batıyor ya da ya da çoktan batmış olması, onun bu güzelliği yaşamasına asla engel olamazdı...
Ya kanat çırpmayı bilmiyordu, ya da acemice uçuyordu. Kanatları yorulmuştu, gücü kalmamıştı ama yaşama dört elle sarılması gerektiğini biliyordu. Hep kayboluyordu, kaybolup kaybolup yolunu bulmak onu olgunlaştırmıştı belki de... Belki de inişli çıkışlı yaşamının itici gücü buydu; Kaybolurken kendini bulmak... Buna yoğunlaştı birden... acaba hiç kaybetmemek için bulmamayı mı tercih etmeliydi? Yitip gidenler yeniden bulunsa da, aynı coşkuyu verecek miydi, bunu gerçekten bilmiyordu. Yaşamın formülü bu muydu? Kaybetmek, kaybolmak, sonra bulmak, ya da artık hiç bulamamak... Yaşam bir kaybetme, bulma oyunundan ibaret olamazdı... O halde neydi yaşam? Bir sahnede rolü gelenlerin çıkıp rolünü oynayıp, sonra kulise çekilmesi ve daha sonra tekrar sahneye çıkması mıydı? Sonra oyunun tamanen bitip, bir daha hiç çıkmamak üzere sahneden inilmesi miydi yaşam? Yaşam üzerine felsefe yapıyor olması, onu yolun sonuna kadar götürecek bir biletin karşılığını veremeyecekti...Vermedi de...
Aradan üç beş vakit daha geçti...
İlkyaz son çiçeklerini doğurmaya koyulmuştu
Yorgun kırlangıç ona ışık olan, bir güneş gibi doğan, duvarın üzerinde bulduğu kuşu tamamen kaybetmiş olduğunu anlamıştı artık. Evet, onu kaybetmişti, eksi sonsuzluktan, artı sonsuzluğa giden bir paralel yolda iki ayrı yöne gittiklerini, bir süre öyle olmadığı yanılsamasına kapılmış olmasına karşın, artık bu gerçeği çok net bir şekilde anlamıştı... Çünkü çok iyi biliyordu ki, iki paralel doğru sonsuza kadar öyle giderdi, hiçbir zaman kesişemezdi. Tren raylarına benziyordu yanyana duruşları, ama tren rayı bile değillerdi. Öyle olmasını çok isterdi fakat tren raylarının makaslardaki bir anlık geçici kesişmeleri bile onlara çok uzak duruyordu. Onların buluşma olasılığı iyice tükenmişti, matematiksel olarak bu olasılık sıfır değildi ama istatistiksel olarak anlamlı olacak bir değeri bile yoktu. Bir hayat ellerinin arasından kayıp gitmişti.. Yitik aşkların çöplüğüne atılmıştı yaşanası bir hayalin başdöndürücü güzelliği.. Şimdi kaybedişin ya da bulamamanın hüzünlü şarkıları yükseliyor, şimdi eksildikçe çoğalıyordu...İçinde bu kaybedişin, bu yenilginin, bu yokoluşun acı bir burukluğu vardı.. Hem öylesine yerleşmişti ki, bu burukluk, çok geçmeden içinin derinliklerini iyiden iyiye sızlatır olmuştu. Dupduru suda bir çakıl taşı olmayı hayallerken, bulanık suların görülmezliğine gömülüvermiişti..İçinde yanan bir volkan vardı sanki... patlamaya hazır bir dev yanardağ.
Absis ile ordinatın kesiştiği, yolların birleştiği, sıfır noktasında, orjinde karşılaşabilirler miydi peki? Bu kesişme olanaklı dahi olsa, absis kendi yoluna ordinatta kendi yoluna devam etmek zorunda değiller miydi? Belki de bu buluşma sadece bir orjinlik karşılaşmadan öteye gidemeyecek bir çözümsüzlüktü.
“Peki, bu nedir?” diye sordu kendi kendine... “Bunu neden yaşıyorum böyle” diye, tekrar tekrar sordu... Sorular içinde binlerce kez anlam kazanan sözcüklere, sözcükler ise, anlamın binlere kez yitiren sorulara dönüşüyordu.. Bir yanıt arıyordu sürekli; anlamlı bir yanıt.. Yanıt veren yoktu... Yanıt veren olamayacaktı zaten. Çünkü, biliyordu ki, verilebilecek bir “yanıt” yoktu... Sorular da, sözcükler de, yanıtlar da havada asılı kaldı... Sessizlik boyna atılan bir düğüm gibi, boğazına yapıştı..Ne son söz soruldu.. ne de son söz söylendi..Gözlerden süzülen damlaların, dudaklara sızan tuzlu, buruk, acı tadı kaldı..Sonra, kurumuş damlaların gözlerden dudaklara akarken gittiği yolda bıraktığı iz kaldı birde.. Bir de söylenmemiş sözler.. söylenememiş son sözler...
Aradan üç beş vakit daha geçti.
İlkyaz tüm çiçeklerini doğurmuştu...
Uykusuz geçen dört gecenin ardından biraz soluklanıp, hayatın içine yeniden kanat çırptı... Gecelerce sabahlarken, onu hep içinde duyumsadı... içine yerleşmişti bir kere o. Çıkarıp atamıyordu.... Gecelere ortak olup, sabahlara kadar tuşlarla dans ettiği zamanlarda, arasıra balkona çıkıp onu gökyüzündeki yıldızlarda görebilir miyim diye, gökyüzünü seyre daldığı oldu.. Ama ne yazık ki, en parlak yıldızların bile, onun olmadığını gördü sadece...En parlak yıldızlar bile ona benzemiyordu.. Bir gece en çok parlayan yıldıza uzun uzun baktı, baktı, baktı. Ama göremedi onu.. Ne onun dogal, sade, mağrur hali vardı, ne de dupduru gülüşü... Gecenin sessiz serinliğinde, tan yeri ağarmaya yakın bir vakitte, bir ara bir fısıltı duyumsadığını farketti.
- Al götür beni!
- Nereye?
- Çocukluğumuza, beni salıngaçlarda salladığın günlere götür..
- Olmazzzz..
- Neden?
- Çünkü.... çünkü onlar artık bir hayal.
- Olsunnnn, hayallerde yaşamak istiyorum seni.. Anılarda senin olmayı ve hep senin kalmayı istiyorum..
- Çok üzgünüm, bu mümkün değil..
- Hiç mi? Hiç mi mümkün değil.
- Ne yazık ki öyle..
- Bir yolu yok mu? Bir yol olmalı mutlaka..
- ...................
- Kapa gözlerini, sana geliyorum.
- Delisin sen...
- Ama hala açık gözlerin.. usulca kapa lütfennn..
- Hayır.. Hayır gelme, yorma kendini..
- Kapasana gözlerini, yüreğinin kapısını aç yalnızca, sonuna kadar açık olsun..
- Boşuna yoruyorsun kendini, anlamıyor musun bu bir oyun.
- Eğer bu bir oyunsa, hiç bitmesin bu oyun.
- Hayal dünyasında yaşıyorsun sen..
- Hayallerde birleşmek istiyorum seninle..
- Hayaller birleşemez ki, hayaller birleşemezzzzzzzzzzzz....
Hayaller birleşemezdi... Hayaller yaşanabilirdi ama birleşemezdi... Hayalinin peşinden tekrar gitmek için gecenin karanlığında kendini dışarı atmak istedi kaç kez.. Ama öylesine bir kovulmuşluk duygusu yaşıyordu ki, kapısını çalabilme cesaretini asla bulamadı... Dört gün üst üste geçen uykusuz gecelerde hep bu korkusuna yenik düştü.. Bu korkusu olmasaydı kimbilir kaç kez çalardı kapısını... “Ben bu kapıları çalarım çalmasına ama, ben bu kapıları kırarım” dizelerini anımsadı. Kırmak istemiyordu... Kırınca kendisi de kırılıyordu... ve sadece şunu mırıldandı gecenin sessizliğine; “Eğer gelebilseydim, gelebilmeye hakkım olsaydı, gelmemi engelleyen duvarlarım olmasaydı, gelirdim. Ve asla gitmezdim. Kovsanda, defol git, desen de, asla gitmezdim. Ama ne yazık ki, ben kafesteki bir kuşum, elim kolum bağlı, istesen de gelemem” diye inledi. Gözlerinden yanaklarına süzülen damlayı silmedi bile, kendi gözyaşının tuzlu tadını dudaklarında hissetti sadece. Ve korkularına yenik düşmenin hüznünü yaşadı geceler boyu...
Geceler boyu tuşlarla verdiği mücadelenin son dokunuşunu yapıp, son ürününü bilinmez sahiplerine doğru yola çıkarttıktan sonra bir boşluğa düştü...Bu boşluk çok uzun sürmeyecekti, bunu biliyordu. Ve zaten o stresi seviyordu; yaşamı, sanatı, kuşları sevdiği gibi.. Hatta stressiz kaldığı zamanlarda strese girdiğini çok iyi biliyordu. Onun için çok uzun sürmeyecekti bu boşluğu, bunu biliyordu ama .. Şimdiki öncekilerden çok farklı, çok daha derin, çok daha acıtıcı yaşanıyordu. İçinde acı bir zehir gibi dağılıyordu yaşadığı bu boşluğun verdiği sızı... Sağ yanı hastaydı ama sol yanı daha çok sızlıyordu..Ölüm neresinden yakalayacaktı onu bilmiyordu.. Ölüm ne güzeldi, ne kadar huzurluydu, dinginlikti..acıların bitmesiydi ölüm, acıların tükendiği bir sonsuzluktu..ölümü özledi..ölüm özgürlüğe kanat çırpmaktı belki de.. onu uçuracak kanadı da yoktu, kırılmıştı çoktan...kanatsız nasıl uçacaktı ölüme, bir kanat bulabilseydi ölüme seve seve uçabilirdi.. Ama şimdi herşeye rağmen yaşamak ağır basıyordu.. “İnadına yaşamak, inadına yaşamak...inadına kanat çırpmak mavi gökyüzündeki beyaz bulutlara doğru” diyordu...
Aradan birkaç gün daha geçti...
İlkyazın doğuracağı çiçek kalmamıştı...
Gökyüzünün gözyaşlarını cömertçe akıttığı bir cumartesi günü, çoktandır hayal edip de, bir türlü gerçekleştiremediği iki tekerlekli özgürlük olarak gördüğü velesbit´ine atlayıp, yollara koyuldu.. Bu kez kanatları sanki biraz daha gücünü toplamış gibiydi... Kendini birden orada buldu... Tam da durgunluğuna henüz yeni alışmaya başladığı bir zamanda, o günden sonra, yani onu orada, o duvarın üzerinde gördüğü zamandan sonra birkez dahi yolunun düşmediği o duvarın önünde buldu kendini... Akıp giden kalabalığın coşkusunu, kuşların cıvıl cıvıl ötüşünü bile farketmedi... Gitti ve velesbitini bırakıp oturdu o duvarın üzerine... Farkına varmadan alıp yaktığı sıgaranın buğulu dumanı, hafif çiselemeye yüz tutmuş yağmurun serinliğine karışırken, acılı gözleriyle hep onu aradı... Hep onu göreceğini ümit etti.. Ama gelmeyeceğini, gelemeyeceğini çok iyi biliyordu... O duvar, ona o günden sonra hep farklı, hep daha güzel gelmişti. Ama şimdi anlamıştı ki, duvarın hiçbir özelliği, hiçbir güzelliği yoktu. O duvar da yüzlerce kuşun üzerine tünediği, heryerde bulunabilecek çok sıradan bir duvardı... Oysa, onu güzel kılan, anlamlı kılan; o gülüştü, o sımsıcak gülüşlerin sahibiydi. Şimdi olmayan, ve bir daha asla olmayacak olan o gülüşlerin sıcaklığını görebilmeyi istedi... Üşümüştü yağmurda ıslanan bedeni, ama kalkmadı, kalkamadı bir süre... İkinci sıgarayı yakışı, sadece onun üşüyen ellerini ısıtacağını umduğu ama asla bulamayacağını bildiği o sıcacık gülüşü görebilme umuduna zaman kazanmak için bilinçsizce yaptığı bir manevradan başka bir şey değildi aslında. İçindeki sönmeye yüz tutmuş umudun son közleriydi yaptığı şey.
Umutlar iyice solmaya yüz tutunca ağır ağır kalktı, sokaktaki diğer kuşların sıcaklığı ve canlılığına bir göz attı. Sonra atladı velesbit´ine ve yola koyuldu.... Umudun tükenişine doğru kanat çırparken, o gülüşün sahibine yem veren bir kurumun radyo binalarının yanından hızla pedal çevirip yol alırken; birden durdu ve velesbitinin üzerinde tam orada sol tarafta gözüne çarpan ince, uzun parkı izledi bir süre. O parktaki soluklanmalarını, parkta onun yanındayken duyduğu bir özürlünün ağza alınmayacak argolarıyla yüzünün kızardığını anımsadı... O ilk ve son kez oturdukları tahta bir bankın ıslak zeminini göremese de, o yolun kendilerini bir sona götüren, her tarafı mayınlar döşenmiş tehlikeli bir yol olduğunu, o zaman farkedemeyişine hayıflandı. Kaybettiği kuşun kendince haklı olan, ama belki de tatlı bir yanılsama içinde olduğunu anlatabilecek, kendine ait günyüzü görmemiş binlerce cümleleri olduğunu biliyor olmakla birlikte, artık bunları konuşmanın anlamsız olduğunu geçirdi içinden.
Yağmur coştu, bardaktan boşanıyorcasına yağdı...yağdı sürekli.. velesbit´in frenleri tehlikeli olabilecek hale gelmişti ki, yol bitti... yol bitti... bitti...
Aradan bir an bile geçmedi...
İlk yazın tüm çiçekleri soldu...
Şimdi solgun bir gül oldu koyu gri bulutların arkasında saklı kalmış duygular...
Şimdi olmaktan en çok korkulan yerde, sende oluş var..
Şimdi çiçeksiz bir zamanda sessizce yokoluş var.
Şimdi gülüşün ve unutuşun öyküsü var.
Şimdi kocaman bir hiçlik var.
Şimdi elde hüzün var ...
Şimdi bitiş var?
Şimdi...?
Şimd....
Şim..
Şşş!
Şş....
Ş...
ş
. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .
YORUMLAR
bu yazı bu şiirin hikayesi olmalı:))
GÖNLÜMÜN HİKAYESİ
Bir kuş çırpınıp durdu gönlümün kafesinde
İnleyen namesinde gönlüm huzur bulurdu
Mevsimlerden bahardı gökte çiçek vardı
Başımda kavak yeli eserken deli deli
Bu mevsim btmez sandım aldandım
Gün geldi minik kuşum gönlümün kafesinden,yüreğimin sesinden uçup gitmek istedi
“Bu kafesten kaçmalı enginlerde uçmalı benim gibi bir kuşun engin olmalı yurdu” diyordu. Kalbimi gagalarken.
Çıkarıp onu yüreğimden bir sabah erken
Sonsuz göklere azat ettim AĞLADIM…
DERKEN geride boş bir kafes ne feryad nede ses
Dökülmüş birkaç tüyün garip yumuşaklığı
Terkedilmiş yuvasının son sıcaklığı
Yaralarım kanarken ılık ılık
Hayatımda tattığım ilk acı,AYRILIK...
İlk ve son arasında zincirleme acılar
Gönlümün arasında kamp kurdu yabancılar
Minik kuşumu aldım,talan ederken baykuşlar gönül bağımı
Bir gülü öpmek istedim,kana buladı dudağımı dikeni KATLANDIM…
Olağanüstü güzellikte bir eserdi okuduğum. Mükemmel yazmışsınız keşke daha önce okusaymışım. Tebrik ederim. Yüreğinize sağlık..
CEntilmenCE
çok tşk ederim. beğeniniz beni çok mutlu etti..
eksik olmayın.. teşekkürlerimle..
:):):):):
CEntilmenCE
çok naziksiniz..
güne düşecek kadar beğenilesi mi bilmiyorum. demek ki daha çok çalışmalıyım..