- 919 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
SEVDA DOLAMBACINDA
Bu Pazar ince bir baş ağrısı ile uyandım yine kuşluk vakti. Akşamın ağırlığını atamamıştım, yine gündüze taşımıştım. Yorgunlukları yeni yorgunluklarla aşmaya çalışmanın neticesiydi. Son günlerde baş ağrılarım artmıştı. Şehir uykuda, sessiz ve dingin, biraz sonra uyanacak ve son demine kadar yorulacak gecenin sonunda bitap düşmüş olarak bir gün sonranın hazırlıklarını yapacak, bıkkınlık göstermeden yeniden. Amaçsız bir şekilde attım kendimi sokağa. Ayaklarım nereye çekerse gidecektim. Şehrin uyku halini soluyacaktım uyku mahmurluğunda.
Yıkılmaya yüz tutmuş, bir zamanlar mahallenin en şatafatlı evinin önünden geçerken gayriihtiyarî ayaklarım durdu. Mahallenin diğer evlerine göre her haliyle farklılığını gösteren bir konaktı zamanında bizim mahallemizde. Şimdiki hali… Mahallede güzelliği herkes tarafından kabul edilen bir kız yaşardı bu evde. Aramızda epeyce yaş farkı vardı on yaş kadar. Sabah en erken kalkanlardandı. O zamanlarda anlamakta zorluk çekerdim erkenden kalkmasının nedenini. Çocukluk ya, kendi güzelliğini sabahın güzelliği ile karıştırdığını düşünürdüm mahalledeki güzelliğin artması adına. Genellikle kimseyi fark etmez hali vardı tavırlarında. Geçtiğimi fark edipte baktığı günlerde –belki de benim yanılgım- içim bir garip olurdu için için mutlu olurdum sebepsizce gün boyu. Mahallenin kültürü gereği yaşça büyük kızlarına, erkeklerine büyüklüklerini ifade eden hitap şekilleriyle hitap edilirdi ve öyle de öğretilirdi. Aksi hitap biçimleri yadırganırdı. Nedense O na abla demek geçmezdi içimden, abla ötesi bir şeydi de neydi? . Daha doğrusu konuşamazdım karşısında sesim çıkmazdı. Sadece bakardım, gözümü kaçırarak ve kızararak. Yakınımda görmeye alıştığım akraba kızlarından çok farklıydı. Gerçekten o, çok farklıydı.
Anneler bir araya gelip konuşmaya başladıkları zamanlarda diğer çocuklar gibi huysuzluk yapmazdım. Sessizce bir köşede dinlerdim. Onlar aklı sıra çocukların anlayamayacağı şekilde imalı olarak konuşurlardı. Ara sıra birbirlerini de uyarmadan edemezlerdi ‘çocuklar var’ diye. Anlatılanlardan bihaber olduğum kanısını uyandıracak şekilde keyifle dinlerdim konuşmalarını, kendi anlamlarımı yükleyerek. Her oturmada mutlaka komşu kızından bahis açılırdı. Küçümsenerek güzelliğinden dem vurulurdu. Gülüşmeler, yer yer kahkahalar atılırdı adı geçince. Bozulurdum hem de iyiden bozulurdum. Kendilerinin o kadar güzel olmadıkları için böyle konuştuklarını düşünerek teselli bulurdum. İçlerinden birisi ‘kara sevda olmuş anam, karasevda’ diye başladı söze ağızbirliği etmişçesine kahkahalar… o yaştaki söz dağarcığımda ne ‘kara’ ne de ‘sevda’ diye bir kavram vardı. Daha doğrusu kara ile sevdayı bir araya getirecek veya birlikte düşünecek durumda değildim.
Sokağın bu köşesinden geçerken yıllardır, değişmeksizin aynı duyguları yaşarım. Şehir uykusundan uyanıyor adını bilmediğim birkaç kuş sesi biraz sonra kuşlar korosuna dönüşecek. Uykulu gözler sokakta görülmeye başlayacak. Ayaklarım götürüyor sormadan, sormasını istiyor muyum sanki? Ama nereye götürdüklerini kestirebiliyorum, seninle hiç gitmediğimiz söğütlü çay bahçesine.
Mütevazı gösterişten uzak doğallığı ön planda bir yer burası. Salkım söğütler altına tahta masalar, masaların etrafına plastik sandalyeler yerine, doğal bütünlüğü sağlayacak tabureler yerleştirilmiş. Yapaylığın reklamlarını yapan, yapay güneşliklerden kaçınılmış. Bu görev salkım söğütlere verilmiş kuş sesleri ve yaprak hışırtılarının vermiş olduğu serinlikle ve çağlar ötesinden gelen klasik müzik tadında. Burada çocukluğumun doğallığını buluyorum galiba; dolayısıyla kendimi. Sormadan getirilirdi demli çayım masama. Birkaç dakika sonra demli çayım masamdaydı. Afiyet olsun beyim diye çekilen tombul garsona bir dakika dememle irkildiğini gördüm. Bana birde orta şekerli kahve dedim. Çayı alayım mı sorusunu sordu. Almamasını söyledim. Tombul garson nereden bilsin senin orta şekerli kahve sevdiğini. Evet senin orta şekerli Türk kahvesini sevdiğini öğrenmiştim. Orda yoktun fiziki olarak ancak tüm benliğimi sarıp sarmalamıştın. Orada olduğunu hissediyordum. Çayım soğudu. Orta şekerli türk kahvesini senin gibi içecektim. Önce bir yudum su içmeliydim. Hani sormuştum kahveden önce neden su içilir diye. Kahvenin gerçek tadının alınması için demiştin. Bende öyle yaptım. Yaptığın gibi önce taze kahve buharını içime çektim. Kahve buharı görünümünde aslında seni içime çektiğimi ılık bir ürpertiyle anladım, heyecanlandım. Heyecanımı tombul garson görmedi. Salkım söğüt üzerinde adını bilmediğim kuşun ötüşü farklılaştı. Aynı heyecanı duyduğunu hissettim. Ama o kuştu… Başparmağım ve işaret parmağımı kullanarak kahve fincanının kulpunu senin gibi tutmaya çalıştım. Fincanın dudağıma temas eden bölümünün tarifsiz, tatlı yakıcılığını hissettim. Çayım soğudu. Fincanın dudak değen kısmında işaret parmağımla bilmem kaç tane daireler çizerek seni resmettim, daireler içine. Telvesini senin kadar bıraktım. Fincanı ters çevirmedim senin gibi. Fincan içinde çıkacak resimleri zaten çizmiştim.
Çayım soğudu ve kalktım. Amaçsız değildi kalkışım. Cananımın gösterdiği istikamette yürüdüm.
Şimdi söz dağarcığımda ‘ kara’ ve ‘sevda’ nın anlamı vardı.