- 1040 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
Sibel'e Mektuplar
Çıldırdığım zamanların, ak kâğıda kan ve gözyaşıyla karışarak dökülmüş yansımaları olacak sana yazacaklarım. Sanal karşılaşmaların tuzaklarında değil, iki canlı beden olarak gerçek karşılaşmalarda konuşacağım seninle. Klavyenin tuşlarına dokunmadan, ellerini avuçlarımın içine alarak ve yazarak söyleyeceğim söylemek istediklerimi ya da söyl(ey) emediklerimi… Gözlerinin içine bakarken sesim titreyecek, yüreğim kabaracak ve yüzüm al al kızaracak olsa da duygu ve düşüncelerimi yaralı bir kuş gibi bırakacağım avuçlarına…
Biliyorum beni anlamayacaksın ve belki de öylece bakıp kalacaksın yazdıklarıma… Ya da okudukça iç geçirip üzüleceksin… Çünkü senin hayallerin bambaşka… Uzak bir nehirde unutulan suda gizlenmiş umutların. Benimle soğuk kış günlerinde üşüyemez ve sinsi gecelerde yürüyemezsin. Korkutur seni dipsiz karanlığım. Olsun, yine de yazacağım çünkü yazdıkça ve okudukça hafiflermiş insanda acılar… Korkular dağılır, içinde ki duygu karanlığı aydınlanırmış. Düşsel yorgunluklar ve sonu olmayan özlemler bir an da bitermiş. Kelimeler duygulardan süzülüp yürek denen kından keskin bir kılıç gibi çıktıkça, durulurmuş içsel fırtına denizlerinin azgın dalgalanmaları. Özlemin kellesi vurulurmuş.
Zamansız rastlaşmaların akortsuz ayarında dolaşıyorum. Müzik bilgim, fırtınalı yaşamlara uzaktan çalınmış bir ıslıktan ibaret. Yüreğimin mızrabı yok. Kaotik ve düzensiz parçaların bozuk notalarıyla sana geliyorum. Yaşam denen büyük orkestranın en önemli bestecisi sanarak seni. Kapında kırık bir yürek ile dikiliyorum. Kim bilir kaç kez yere çalıp paramparça ettim sana ulaştıramadığım bozuk sesimi.
Seni hiç tanımazdım. Zeytin karasına bulanmış gözlerinden içime yansıyan bakışları tanımadan önce. Yalnızlığıma dokunurdu karanlık; korkardım. Yorgunluğuna gizlenmiş düşlerimi arardım yüzündeki çizgilerde. Ellerimle yüreğini aralardım. Gözlerinin en kuytu yerine salıncaklar kurardım. Estikte rüzgâr sallanırdım “adı sen” olan uzun bir boşlukta. Kızıl saçlarına tutunarak atlamak isterdim “aşk” denen o büyülü dünyaya.
Seni tanımadan önce, adsız iki yabacıydık başkentin kalabalıklarında. Belki de zamansız karşılaştık. Kaldırımda çiğnenmiş bir karanfil ölüsüne eğilmeden buluştu gözlerimiz. Ya da bir güvercin cenazesinde değmedi ellerimiz birbirine. Sıcacık “merhaba”ların anlamını yitirdiği bir çağdaydık. Sen benden biraz genç ben senden biraz yaşlı, dünya denen yuvarlakta ayrı yönlere koşardık. İkimiz de, yere düşmüş dizleri kanayan bir çocuğu kaldırmak için hiç aynı anda koşmadık. Çok uzaklarda ayağını burkan gelinlik bir kız için üzülmeyi öğrenmeden kendi dertlerimize ağlamayı öğrendik.
Ve tanımak yine de güne düşen yıldırım sancısında bir sevgiye doğarken seni. Bulutlar özleminde gökyüzüne yükselmek ve yağmur berraklığında tane tane yağmak toprağa… Ve esmek deli dolu bir rüzgâr gibi yürekten yüreğe… Yeşeren umutlarda var etmek geleceği… Ne güzeldir seninle bir sevdaya büyümek sevgili… Zamansız karşılaşmaların tezliğinde ve düzensiz parçaların bozukluğunda olsa da sevmek seni… Esaretin kokuşmuşluğunda değil özgürlüğün doyumsuz tadında, bir çiçeğe eğilir gibi eğilmek varlığına … Korkusuzca, bütün kaybetmelerden uzak… Sesimi katabilmek sesine… Seni hayal etmek ve sevmek… sevgi dolu bir dünya özleminde… çoğalmak… Ve büyümek elden ele, şairin “yer çekimli karanfil”i gibi…
Mehmet Ali Yazıcı