- 671 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
YAĞMUR
YAĞMUR
Yağmurun soluğu tükeniyordu yavaş yavaş. Kimseler bu cinayeti duymamalıydı. Yağmur,kan ter içinde kendini soğuk taşlara vururken bunun için vardı.
Sesine arabaların,ıslanmaktan delice korkanların ayak sesleri ya da hiçbir yerde olamayışlarının sesi karışacaktı Islanmaktan bile kaçıyorlardı hep,yağmuru bile bile-Oysa yağmurun rengini diliyle tanıyan yoktu henüz-Yarattıkları kuytuda son şansı yaşayanların sessizlikleri de karışacaktı yağmura.
Hep ve yine kimseler bir şey duymasın diye.... Çünkü asırlardır işlenen ve kimin yaptığı asla belli olmayan bir cinayet yineleniyordu adına şu an dediğimiz yokluğun takviminde...
Kimilerinin çok vakti vardır;yaşamak için değil ama ölmek için. Ölmek vakitsizdir deme! Ölüm vaktini iyi bilir.
...........................
Gün be gün görebiliyordu, derisindeki sarılığın,saydamlığın nasıl da arttığını. Damarları derisini zorluyordu artık. Miskin , sümüksü kanın hiç acelesi yoktu oysa.
Yüzüne göre çok geniş olan alnının yay şeklindeki kavisi, parlıyordu loşlukta. Ve tam alnından,sol kaşından saçlarına doğru kalın yeşil bir damar geçiyordu. Buna rağmen, bu kavis ölümcül bir ifade katıyordu yüzüne. Bütün bunları bir kenara bırakıp ona, sadece ve gerçekten ona bakmayı başarabilen kimse,şakağındaki gitgide artan seğirmenin korkudan olmadığını bilirdi,bir çukura gizlenmiş gözlerinde,derin bir boşluğu andıran kara gözlerinin kuytusunda o umutlu bekleyişin ışıltısını görebilirdi. Ne yaşama umuduydu bu ne de ölme umudu. Sadece bekliyordu, beklenen bambaşka bir şeydi. Oysa az öncesine kadar neyi niçin beklediğini bilmiyordu. Sezgisine bir ad koyamamak onu her geçen saniye eritiyordu sanki.
Tavan, yüksek... Duvarlar nemli, soğuk,karanlık... Duvarlar hep var. Burnunun kanıksadığı, duymadığı küf kokusu,sidik kokusu ve çok uzaklarda bir yerde yankıyan,sinir bozucu düzenliliğiyle suyun sesi...
Zaman yoktu. İhanet etmiş çekip gitmişti. Bu en büyük yalnızlıktı. Ama dışarıda zamanla amansız bir yarış vardı. Yalnızlığı yok etmiyordu bu. Her ne olursa, tepedeki parmaklıklı küçücük boşluktan ayrımına vardığı gündüz,geceyle birbirini kovalamaktan vazgeçmiyor,günler geçiyordu. Hava durgun ,boğucu. Ya hep aynı mevsim ya da mevsimsizlik yaşanıyor.
Kaç zamandır sadece kendi içine çevirdiği kulaklarına inanamıyor önce-inanmayı çoktan unutmuş-ama böylesi uzun süren bir sessizliği bozabilen tek şeyin o olabileceğini biliyor. Kendisine kadar ulaşabilen tek ses,yıllardır duymadığı yağmurun sesi… Boşluğun çıkıntısına çarpıp küf kokan hücreye düşen yağmur taneleri...
Ve adam…yaşını,çocuk olmayı, sesini, yüzünü,inanmayı unutan adam. İnce, kemikli, uzun tırnaklarıyla bir yırtıcının pençesini andıran elleriyle yağmura ulaşmaya çalışan adam...
Çatlak kuru dudaklarında firari bir gülümseme, sevinçten titriyor dudakları. Gözleri gizlendiği kuytulardan neşeyle taşacak sanki, ama gözyaşları taşıyor. Ağlamayı unutmuş adam, duvarlardan başka bir şeye dokunmayı unutmuş adam,hem gülüyor hem ağlıyor. Neşeyle, taş zeminde, bir çocuk gibi kollarını iki yana açıp dönerken incecik boynunu geriye atıyor,yüzünü yukarı çevirip,yağmurda gezindiğini hayal ederek...
Dışarıda yağmur, her yerde olmanın,zamansızlığın hafifliğiyle yağıyor,yağıyor. Adam…tükenen nefesi,yorgun bacaklarıyla yere çöküyor. Gözlerindeki sevinç parıltısının yerini delice bir kararlılık ifadesi alıyor.
Yağmur, içeriye ufak serpintilerini bırakarak dışarıda hala...
Adam , kendisini bile şaşırtan bir çeviklikle doğrulup taş duvara saldırıyor. İncecik parmaklarıyla her boşluğu yokluyor, ağırlığını vermek için,ama taşlar asırlık ve çok yeri çürümüş. Yukarıya doğru bir tırmanış başlıyor. Kaburga ve deriden ibaret göğsü inip kalkıyor hızla. Köpürmüş kısrak gibi soluyor, kanıyor da. Elleri ayakları duvarda kırmızı izler bırakıyor,asırlık,yorgun duvarlara bitimsiz şimdiden işaretler. Hava ciğerlerinden boğuk hırıltılarla çıkıyor, kulakları duymuyor bu hırıltıları,sadece o,yağmur...
Yol, adam için gerçeğinden çok daha uzun. İçinde gücünün son kalıntıları. Tırmanmalı. Çabuk daha çabuk. Belki yağmur alır başını gider , belki o da yorulur. Dokunmalı, parmak uçlarınla sevmelisin onu. Belki de son bir vedadır bu.
Yaklaştıkça artıyor yağmurun sesi. Ve burnu bu farklı kokuyu hemen algılıyor. Dışarıda bir yaşamın varlığını kanıtlayan, unuttuğu toprak kokusu.
Bir elinin parmaklarını duvara kenetlerken öbür eliyle ıslak demiri yakalıyor. Gökyüzünü görüyor, gökyüzü mavi saçlı bir bakire şimdi.
Yağmurun soluğu tükeniyor yavaş yavaş. Uzat elini, görmediğin annendir yağmur,koklayamadığın bebek. Uzat elini, dokun parmak uçlarınla yağmura,belki de son bir vedadır bu.
....................
Katettiği yol, gerçeğinden çok çok uzundu. Zayıf parmakları taşıyamazdı ki artık onu!
...........
Taşlar hala soğuk ve nemli. Kavisli alnından soğuk zemine akan kan kırmızı ve sıcak. Hafif aralık, ince,çatlak dudaklarında belli belirsiz bir gülümseme asılı. Yağmur her yerde olmanın hafifliğiyle yağıyor. Kimseler bir şey duymadı yine de. Yağmur bunun için vardı.
Dışarıda akıp giden hayat, soğuk taş zemine çarpıp dağılan bu son nefese aldırmadı.
Yağmur dindi. Toprak daha güçlü bir buğuyla saldı kokusunu. Uzakta bir yerlerde,çirkin bir kelebek kozasından başını uzattı....