- 1706 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
MEŞELİ DAĞLAR
İnsanoğlu kuş misali. Doğduğu değil, doyduğu yerde olurmuş.
Sivas-Gürün’den taşınırlar Çukurova’ya. Demokrat siyasetin iliklere işlediği dönem. Sekizinci oğluna başbakanın adını verir: Adnan.
Kız çocuğu umudunu yitiren Safinaz, yeğeni Kumru’yu da beraberinde getirmiştir. Yoksul ailenin en büyüğüdür. Kızıl kahve saçları vardır. Al yanaklı, üzüm gözlü, yayla kuşudur. Yusufçuk ötüşüyle aramasa da yuvasını, ortalığa çıkmaz, ara sıra pencere önünde görünür komşu çocuklarına. Kendi yuvasından başkasını bilmez, adı gibi. Uzaktan, özlem yüklü bakışlarla katılır oyunlara. Yüreğiyle seslenir, gözleriyle eşlik eder okullu yaşıtlarına.
Göçünü tamamlamıştır Kumru. Süs çiçeği gibi kararında verilir sevgisi de, suyu da. Büyür, gelişir, çiçeklenir. Kimi zaman sararır, kimi zaman yaprak dökse de tazedir, renklidir, özgedir evde yeri. Temiz, titiz, düzen hastası, kural listesi halanın eli, ayağı, düşleri, geleceği olur. Mahallenin en gözde evinde, pahalı, nadide eşyalar içinde, dünyadan habersiz geçer yılları.
Gazete okuyanlara imrenir. Kitaplar, resim defterleri, oğlanların ellerinden düşürmediği çizgi romanlar rüyalarına girer. Halası kızar diye bakmaz, almaz eline. Dantel örer temizlik bitince. İğne oyası yapar, kanaviçe işler çeyizlik. Üst baş, oyuncak alırken gösterdiği tutumun aksine, oldukça cömert davranır halası. Şimdiden sandığı dolmuştur.
Oğullarına kimseyi yakıştıramaz Safinaz. Sekiz görkemli oğlanın anasıydı. Kendisinden habersiz birine gönül koyacaklar diye ödü kopardı. Komşular arasında “temizlik hastası, titiz, pimpirikli, burnu havada” diye nam salmıştır. Kimseye el sürdürmeden, bir kaşığa kırk mantı işine girişir, sanki arpa şehriyesi döküyor. Minicik, ufacık, bıdık, vıcık uğraşır saatlerce. Kimsede olmayan koca eldivenlerle biber salçasına oturur, gece yarısını bulur.
Kime sorsan, kurumlu yürüyüşü, sipsivri yüz hatları, Kaf dağını ben yarattım havasıyla zurna burunlunun biriydi. Okusun isterdi çocukları. Kumru için düşünceleri farklıydı. Kendisi okumamıştı ama tekeden teleme çalardı. Okuma yazması olan kadınları görüyordu gün gezmelerinde. “Başbakanın gizli sevgilisinin hayat hikâyesi. İran Şahının, çocuğu olmuyor diye boşadığı eşi mahzun Prenses Süreyya’nın yaşamı. Yerine gelen Farah’ın vasat güzelliği. Bütün konuştukları eften püften konular” diye düşünürdü. Kendisi öyle mi ya. . . Mahallenin parti üyesi tek kadınıydı.
Günaşırı, yakası kürklü mantosunu, yılan derisi ayakkabısını giyer, son moda çantasını koluna takıp, oğullarının “durumunu” sormaya okula koşardı. “Yine öğretmenlere hava atmaya gidiyor Safinaz”, diye laf edenlere aldırmazdı. Otuz yılı aşkın evliliğine rağmen bir türlü kırkını aşmaz, saçlarını gizli gizli boyar, ondülesiz sokağa çıkmazdı. Yeşilçam yıldızlarına özenip taktığı kalkık kenarlı güneş gözlükleri burnunu daha da sivri gösterirdi.
Büyük oğlan otuzuna gelmiş hâlâ bekârdı. İlkokuldan sonra okumamış, babasıyla birlikte kabzımallık yapıyordu. Kazancı iyiydi. Efendi, boylu boslu, burundan yana biraz anaya çekmiş olsa da fena sayılmazdı.
Küçüğü Ziya, kardeşler içinde en yakışıklısıydı. Çapkınlıktan ders çalışmaya vakti kalmazdı. Liseden belge alıp ayrıldı. O da askerliğini tamamlamış, işini kurmuştu. Hububat alım satımı yapıyordu. Annesinin ondan yana derdi yoktu, kafasında kurmuştu birini! Asıl düşündüğü Ömer’di.
Evden işe, işten eve, kafa önde gidip gelmekle olmuyordu. Sağına soluna baksa görürdü Eşe’yi. Ne zamandır aklındaydı Safinaz’ın. Sokağın başındaki evin, tek odasında kiracıydı. Kardeşlerini okutmak için gelmişti köyden. Daha ilk görüşte kararını vermişti. Soyu sopu belli, hali vakti yerinde, çiftçi bir ailenin kızıydı. Çok güzel, becerikli, ağırbaşlıydı. Elinden dikiş nakış gelir, giydiğini yakıştırırdı. Tam ona uygun gelin adayıydı. Okumamıştı ama olsun. Kız kısmının okuması şart değildi.
Sabahları kardeşlerini okula gönderen Eşe, eline dikişini veya işlemesini alır, pencere kenarına otururdu. Canı sıkılmazdı. Bazı günler karşı evden Kumru’yu görür, el sallardı. Dışarı çıkmazlardı ikisi de. Topluca sinemaya ya da düğüne giderlerdi, büyüklerle birlikte. Arada sokak çerçisinden öteberi alırlardı; yumak, yün şişi, mil, çıtçıt, makara, patiska, etamin gibi. O kadar.
Sık sık, eline örgüsünü alan Safinaz, Eşe’ye kahve içmeye gelirdi. İsteyince ağzından bal, yüzünden nur akıtırdı. “Eşe’li neşeli, dağları meşeli” tekerlemesiyle geçerdi eşikten. Niyetini ev sahibine de çıtlatmıştı. “Eşe gibi gelin isterim” diyerek. Eşe de hoşnut kalırdı ziyaretlerden. Gözleri gülerdi Safinaz’ı görünce.
Ailesi Eşe’yi okula göndermemişti. İlk çocuk olmanın sorumluluğunu küçük yaştan beri taşımanın alışkanlığıyla ders çalışan kardeşlerinin üzerine titrerdi. Fırsat buldukça kendisi de okumaya çalışırdı. Saksı yaptığı yağ tenekelerinin yazılarını, oya kutusunun üzerindeki sakız adlarını hecelerdi. Yazmayı beceremiyordu. Bakkaldan aldırdığı küçük boy çizgili deftere kendi adını, kardeşlerinin adını zorlanarak yazardı. Olacaktı olmasına ya, gençler sabırsızdı, gösterirken çabucak bıkıyorlardı.
Ziya’nın ilgisi hoşuna gidiyordu Eşe’nin. Her akşam iş dönüşü pencerede otururken göz göze gelirlerdi. “Hoş çocuk, o da benden hoşlanıyor” diye geçerdi aklından. Annesinin de ağzı kulaklarındaydı.
Bir gün kibrit kutusuna koyduğu mektubu bahçeye fırlatmıştı Ziya. Bir keresinde de duvar üzerine bıraktı. Eşe, mektupları doğru dürüst sökemedi. Kardeşlerine de okutamazdı. Oğlan da, kız da çok kızardı, “ne işler çeviriyorsun?” diyerek.
Yaşıtı olmamasına rağmen iyi anlaşırlardı, kafa dengiydi, öz ablası gibiydi ev sahibi. Ona açtı sırrını, mektupları okuttu.
Bir gün taze fasulye ayıklama bahanesiyle sabah kahvesinde Eşe’nin ağzını arar Safinaz, “gelinim olur musun?” diyerek. Eşe kızarır, utanır, başını öne eğer, nefesi kesilir gibi olur, “ annem babam bilir” sözü çıkar ağzından.
Akşam Ömer’e açar niyetini. Duydukları karşısında çılgına döner oğlan. “Anne, Ziya’nın onun için yanıp tutuştuğunu görmüyor musun?” diye bağırır.
Kulaklarına inanamayan Safinaz’ın gözleri kocaman açılır. Kafasını sağa sola sallayıp, söylenmeye başlar: “Vay anam vay! Meğer ne yere bakan, yürek yakanmış da haberim yok. Kendi başlarına ne işler becerirlermiş arkamdan.”
Safinaz’ın burnunu diktiği “Meşeli dağlar” kar altında kalmıştır. O günden sonra adını anmaz, kapısını çalmaz, başını çevirip bakmaz Eşe’ye. “Ha büyüğü ha küçüğü, sen onu gelin olarak gördükten sonra mesele nedir?” diyen kocasına da “ Kumru’yu düşündüm Ziya’ya, kararımdan dönmem!” der. Her ne kadar kardeş gibi büyümüş olsalar da…
Ömer için Gürün’den, uzak bir akraba kızı istenir, evlendirilir. Sivas’ın karlı dağlarından aşırsa da yıldızları uyuşmaz, içi ısınmaz kaynanaya. Gelinle anlaşamayan Safinaz, henüz altı aylık hamile iken dırdıra başlar. “Onun yerini değiştirdin, bunu buraya koydun, geç kalktın, sabahlıkla ortalığa çıktın, ayranı duru çorbayı sulu yaptın!”…
Küsüp kiraya çıkan oğluyla, ancak torununun doğumunda barışır. Bebeğe Başbakanın eşinin adını verir, Demokrat(!) babaanne. Berin adını beğenen gelin ses çıkarmaz.
Telli duvaklı, davullu gırnatalı bir düğünle evlendirdiği Ziya ve Kumru’nun da yıllarca çocukları olmaz. Özgürce kanat çırpamaz gökyüzüne. Başı bulutlara değmese de, yeni pencereler açılır ufkuna, ebemkuşağı görür her yağmur sonrası. Güneşin buğusuyla ısınır Kumru.
Eşe, ev sahibinin kirvesinin askerden dönen oğluna istenir. Bahar yağmurlarıyla kabaran gönlü, çise olup yeni mecrasını bulur, göverir, yeşillenir. Binlerce hayali gizlediği çeyizinin her ilmeğinde çimlenir, filizlenir, dal budak sarar, menevişlenir.
Nikâhta parmak basmaz, imzasını atabilmiş olmaktan çok mutlu olur. “Çocuklarımı okutacağım, okutacağım!” diye geçirir yüreğinden.
Efendi, anlayışlıdır kocası. Alaca dünyasının ışığı olur ela gözleri, servi boyu. Şansından burnu biraz sivricedir. Kader işte. “Safinaz’a gülmedin ya” der sırdaşı, ev sahibi.
Diğer oğulları en iyi üniversitelerde okur, Safinaz’ın koltukları kabarır. Huylu huyundan vazgeçer mi? Veli toplantılarında sahne alamaz, şık kürküyle arzı endam edemese de… Sık sık oğullarının bekâr evlerini ziyarete gider; dip, köşe bucak, tepeden tırnağa temizliğini yapar. Her yere el atar, eşyaların yerini değiştirir, kafasına göre yeni baştan düzenler.
Çorba kaşığında nane çöpü olur, yine çıkar karşılarına… Rengi, kokusu, görkemiyle eksilmez süsü, tuzu biberidir sofralarının… Ev arkadaşları sinir küpü olsa da Fazilet Ünsal ELİAÇK
Şehir Dergisi Nisan/2010
www.fazilet.ozelsayfam.com