- 1255 Okunma
- 3 Yorum
- 0 Beğeni
Ölüm yolculuğunda ilk gün
Ölüm yolculuğunda ilk gün.
…..Artık Silifke sancağından ölüm yoluna çıkmanın zamanı gelmişti. Yavaş, yavaş artık yola çıkmak için hazırlanmanın zamanıydı. Yemen’e askere gidecek on sekiz yaşındaki genç delikanlı İsmail yola çıkmadan önce, son kez olarak memleketindeki geride kalan gözü yaşlı anne babasına bir mektup göndermek istedi.
…..Okuma yazması olmadığı için yerinden kalktı ve arkadaşlarının arasında tek okuma yazması olan fakat onunla da bir meseleden dolayı kavgalı olduğu Konya’ lı Hüseyin ‘e doğru yürüdü. Konyalı Hüseyin İsmail’in kendine doğru geldiğini görünce, yine onun birkaç gün önce olduğu gibi kendisi ile yine kavga kendisi çıkaracağını sanarak, daha o yanına gelmeden birden ayağa kalktı ve yanına doğru gelen İsmail’e sert, sert bakarak ona çıkışmaya başladı. Bu defa derdin ne senin kardeşim, yine ne istiyorsun sen benden dedi Konya’ lı Hüseyin yanına mektup yazdırmaya gelen İsmail’e.
…..İsmail gayet sakin gülümseyerek, aralarında sanki hiç bir şey yokmuş gibi onun yanına gitti ve yaklaştı ve tam onun önünde durdu.
…..Yok yok korkma kavga çıkarmaya gelmedim hiç bir şey istemiyorum dedi. Artık seninle kavga falan çıkaracak değilim arkadaşım, ben sadece seninle barışmak, senden özür dilemek ve bir de ölüm yolunda bizler bu gün yarın savaşa gitmeden önce, helalleşmek istiyorum hepsi o kadar dedi.
….Konyalı Hüseyin baktı ki, bir çok defalar kavga yaptığı kavgalı olduğu asker arkadaşı İsmail gayet sakin ve ciddi, üzerindeki şüpheyi bir tarafa bırakarak ona cevap vermeye başladı ama, yine de onunla konuşurken yine de temkinliydi.
…..İyi o zaman oldu barıştık, işte var git şimdi işine kardeşim artık diyerek onu ne olur ne olmaz düşüncesi ile başından onu savmak istedi. Konyalı Hüseyin İsmail’e öyle söylemişti amma, onun bu şekildeki konuşması İsmail’in de hoşuna gitmemişti.
…..İsmail yumuşak bir tavır takınarak, arkadaşım ben buraya seninle yalnızca barışmaya değil, seninle kucaklaşmak ve de yeni yerlerimize barışmış helalleşmiş olarak gitmeye geldim demeye başladı. *Gitmek var, gidip de gidilen yerimizden dönememek var*gel seninle şöyle bir güzel sarılalım ve de helal aşalım arkadaş dedi. Yine yumuşak bir tavır içinde neden böyle yapıyorsun neden benden kaçıyorsun derken. Sonra da ona buradaki herkesler, bizim seninle dostça ayrıldığımızı görüp bilsin dedi.
…..Konyalı Hüseyin, bu söz üzerine artık dayanamadı yerinden kalktı ve oradaki herkesin meraklı bakışları önünde, kendine doğru gelmiş olan ve Yemen çöllerine askere gitmeye hazırlanan bu İsmail ile sımsıkı sarılıp kucaklaştılar ve helal aştılar.
…..Bunların cepheye savaşmaya gitmeden önce eğitim için geldikleri burada onların oraya geldiklerinden bu yana iki düşman gibi birbirlerine rakip olan bu iki askerin, bu eğitim yerindeki son kucaklaşmasıydı.
…..Onların cepheye gitmeden önce kucaklaştığını gören oradaki diğer asker arkadaşları, hep beraber onlara el çarparak onların barışmalarını alkışlarıyla kutladılar. Ve onlar da kalkıp kendi aralarında helalaştılar.
….Daha sonra bu eski iki rakip arkadaş, oradaki oluşturdukları dostluklarını, yaptıkları sohbetle pekiştirirken, İsmail ona okuma yazma bilmediğini ve kendisi için, memleketine bir mektup yazıp yazamayacağını sordu.
…..Konyalı ona olumlu yanıt verince, mektup yazdırmak isteyen İsmail de ona yeni görev yerlerine gitmeden önce, ailesine son bir kez bir mektup yazdırdı.
….Sonra on sekizlik savaşların olduğu ölümlerin olduğu cepheye korkusuz gidecek olan , sizin onu bilmediğiniz tanımadığınız benimse sadece yaşlısını tanıdığım kendi ağzından öyküsünü dinlediğim korkusuz İsmail, Konyalı’ yla barışarak yazdırdığı mektubunu eline aldığı ve onu güzelce onu kokladığı söylemişti.
…..Daha sonra da yazdırdığı mektubu, memleketindeki ailesine göndermesi için, posta görevlisine götürüp teslim eder.
….Bu onun ailesine öz vatanından yazdırarak gönderdiği, son mektup olacaktır belki de. Çünkü yolculuk başlıyordur ölüm yolunda onlara birkaç gün sonra.
….İşte bu İsmail kendisi okuma yazma bilmediği için başkasına yazdırdığı bu mektupta, anacığım diyordu ben önce Silifke deki askeri eğitim yerimizde eğitildim ve korkusuz çakı gibi bir asker oldum, beni merak etmeyin Tanrıma ham dolsun ki, benim sağlığım da çok , çok iyidir. Buradaki kumandanlarımın da hepsi de beni çok seviyorlar. Şimdi buradan bizi hiç bilmediğimiz bir başka yerlere gönderecekler. Burada sizlere bu mektubu yazdırırken hep babamın bana evdeyken söylediği sözler hala kulağımda duruyor. Ama yine de ben hiçbir şeyden korkmuyorum. Güçlüyüm ve yine eskisi gibi askere gitmeye cephelerde düşmanlarımızla savaşmaya hevesliyim diyordu mektubunda.
…..Ve o arkasından da ben ne Arabistan’ın ne sıcağından, ne’ de karşımızda savaşacak olan gavurun zulmünden korkuyorum. Kanım da, canım ‘da bu vatan için helal olsun diyerek devam ediyordu sonra.
….Ama diyordu beni sizler oradan hiç merak etmeyin, ben yine de ben, yüce Allah’ın izniyle gidip ve yine sizlerin hayır dualarınızla geriye sizlerin yanına sağ salim döneceğim göreceksiniz diyor, yeter ki sizler ben geri dönünceye kadar oralarda kendinize iyi bakın ve sakın ben gelmeden önce ölmeyin diyordu yazdırdığı mektubunda.
….Ve sonra devam ediyordu, her şeye rağmen, şayet gider de ben bir gün gittiğim bu hiç bilmediğim yabancı yerlerden geri dönemezsem bana sütünüzü helal edin, ama yine de beni sakın hiç merak etmeyin, ben inanıyorum ki gittiğim cepheden bir gün mutlaka sağ döneceğim diyerek devam ediyor aklına geleni yazdırıyordu.
….Ben döner de sizi yerinizde sağ bulamazsam, işte o zaman ben kahrolurum. Onun için beni bekleyin ve kendinize iyi bakın. Buradan oralardaki herkese benden kucak dolusu selamlar olsun. Büyüklerin ellerinden, küçüklerin gözlerinden öpen ve savaşmaya giden oğlunuz diyerek bitiriyordu yazdırdığı mektubunu.
Altına bir de tarih attırmıştı. Oğlunuz İsmail. 20 April 1279
….Sonra da yazdırdığı mektubunun altına şu şiirin mısralarını sıralattı. İsmail yazdıracağı şiiri söylüyor, Konyalı Hüseyin de onun mektubunun altına yazıyordu.
Aldılar beni, gencecikken askere,
Gidiyorum, ölüm yolunda meçhule,
Ağlama anam, anam sakın ağlama,
Nasıl olsa, alıp geleceğim, teskere.
Babam orda, sakın bana kızmasın,
Tek oğlunu, bir korkak sanmasın,
Ben bu vatanımın, Mehmet’iyim,
Bana yeter ki o, çok dualar yollasın.
….Belki de, bu mektubu yazdıran kendince korkusuz olduğunu sandığı yaşı daha on sekiz olan ve henüz sakalları bile çıkmamış genç İsmail’in, o gün burada ailesine yazdığı bu mektup gerçekten de, onun arkadaşına yazdırdığı bu son yazdığı mektubu olabilirdi. Kimse bunu tahmin edemez ve bilemezdi. Hatta kendisi bile yazdığı mektubunun belki de son mektup olacağını düşünemiyordu amma, sonuçta savaştı ölüm yoluydu önündeki gideceği gidip de dönememek’ te var dediği ölüm yolu.
….Gerçekten onların gidip de dönememek veya gittiği yerlerden bir gün sağ ya da yaralı dönüp de gerilerde memlekette bıraktığı anasını babasını yerinde bulamamak da vardı onlar için işin ucunda çünkü.
….Onun için mektup yazdırmak uğruna, günlerdir kavgalı dargın olduğu ve kavgalı olduğu konuşmadığı arkadaşına, gururundan fedakarlık ederek bu mektubu yazdırmıştı.
....Bu mektubun arkasından İsmail’ in yanındaki diğer arkadaşı olan Ahmet’ de, geride bıraktığı genç eşi ve biricik kızı için, bir mektup yazdırmış o da yazdırdığı son mektubunu cepheye hareket etmeden önce oradan görevliye teslim etmişti.
…..O da hemen, hemen aynı sözleri söylüyordu. Bir gün mutlaka döneceğini, kendilerine iyi bakmalarını ve kendisini ise hiç merak etmemelerini falan söylüyordu Konyalı’ ya cepheye gitmeden önce yazdırdığı son mektubunda.
….Halbuki onlar hiç bilmiyordu ki yarın ya da birkaç gün sonra gidecekleri hiç bilmedikleri meçhul yerlerden, evlerine dönünceye kadar çok yıllar geçecekti, ve onların gittikleri yerlerde saçları ağaracaktı. Belki de savaşta yollarda öleceklerdi şehit olup kalacaklardı hiç bilmedikleri üzerindeki topraklarında kimler yaşar oraların kimlerin yeridir bilmedikleri bu yaban ellerinde savaşırlarken.
….Onlar feleğin elinde bir oyuncak gibi cepheden cepheye koşacak, ve bir gün ya gazi olacaklardı ya da şehit olacaklardı. Yeni yerler göreceklerdi, gittikleri yerlerde aslını neslini hiç bilmedikleri yeni insanlarla tanışacaklardı. Çöllerin kum fırtınaları önünde, zavallı bir kum tanesi gibi o cepheden bu cepheye savrulup duracaklardı.
….Onlar o akşam uykuya yatarken, yatmadan önce birkaç gün değil bir gün sonra deniz yoluyla dağıtıma gideceklerinin haberlerini aldılar.
….Gitmeye hazırlan kısa bir dönem eğitim görmüş oradaki bütün erat, yatmadan önce çantasını hazırlamış onları yatağının baş üstüne koymuş yataklarına öyle yatmışlardı.
….Ertesi gün kalkar kalkmaz ilk işleri nasıl olsa, bu çantaları sırtlarına geçirmek olacaktı. Dışarıdaki Ak denizin olduğu taraftan gelen, hafifçe esen fakat oldukça ılık olan, bir ilkbaharının ılık rüzgârının limon portakal çiçeği kokan hışıltılı sesleri geliyordu. Suskun ve üzgün deniz tarafından eserek uykuya dalmaya hazırlanan bunlara doğru.
….Rüzgarın, bahçelerdeki henüz yaprakları yeni çıkmıştı, çiçeklerini hala yerlere dökmemiş olan ağaçların yaprakları arasındaki, çıkardığı sesleri ile, dalgaların kıyıya vurmasındaki çıkan hafif dalga seslerinde öyle güzel bir uyumluluk vardı ki, sanki kokular esen yeller ve dalgalar ikili üçlü korolar oluşturmuşlardı da, savaşa gidecek olan buradaki askerlere moral veriyorlardı o gece onlara yatmadan önce.
….Bir de ucu bucağı görünmeyen bu denizden kıyıya doğru esen rüzgarın bahçelerden alıp getirdiği, limon portakal çiçeklerinin kokusu onları mest ediyordu ama, bu güzel koku bile onların oradaki o geceki kederlerini gidermeye yetmiyordu.
….Ne iri dişli sivri sineğin orada onları her zamanki gibi ısırması, ne de düşman askerinin korkusu umurlarında değildi onlar için.
….Onların aklında olan bir tek şey vardı, oradan sonra gidecekleri ölüm yolunun sonunda bunların savaşmak için artık kısa bir dönem bu eğitim aldıkları bu yerden alınıp, hangi cephelere hangi yerlerdeki savaşlara gönderilecekleriydi. Ve bir de bunların geride gerilerde bıraktıkları sevdikleri ve bir daha göremeyecek oldukları yakınlarıydı.
…..Sevkiyata katılacak askerlerden pek çoğu, öncelikle bunları düşünüyordu. Kafalarını devamlı olarak bu gibi düşünceyle yoruyorlardı. Birbirlerine bunu soruyorlar, birbirleri ile bunları tartışıyorlardı. Bunlardan kimileri Hicaz cephesine gidilecek diyordu, kimileri de kanal Mısır cephesi falan diyor tahminlerde bulunuyorlardı. Her birinin kafasından ayrı bir fikir, ayrı bir hayal çıkıyordu, ama hiç biri oradan nereye gideceğine dair bir gerçeği bilmiyordu çünkü onlara söylenmemişti.
…..Bunların arasında bulunan İsmail ile, Ahmet de bu meraklanan insanlardan biriydi. Her asker gibi bunlar da bütün düşüncesini, hayallerini onlar da gidecekleri ölüm yolunun sonunda oluşacak, savaşacakları yerler üzerinde yoğunlaştırmışlardı. Fakat kimse hangi cepheye gidecekleri hususunda kesin olarak bir şey bilmiyordu.
….Ama her şeye rağmen cepheye gidecek olan askerlerin içinde öyle bir gurup vardı ki, bunların savaş cephe hiçbir şey umurunda değildi. Bunların ağzında birer yanık sigara, kendilerine arada bir gurbetlik türküsü tutturmuş akıllarınca kendilerinin morallerini, kendi söyledikleri türkülerle düzeltiyorlardı.
Gözüm yolda, gönlüm darda,
Ya kendin gel, ya da haber yolla,
Duyarım yazmışsın, iki satır mektup,
Vermişsin trene, halimi unutup,
Kara tren gecikir, belki hiç gelmez,
Dağlarda kalınır da, derdimi bilmez,
Dumanı savurur, halimi görmez,
Kan dolar yüreğim, gözyaşım dinmez.
…Diyerek onlar acıklı, acıklı türkülerini söylerken bazıları da onlara yine ağlamaklı yaşlı gözleriyle eşlik ediyorlardı. İsmail ve onun arkadaşı olan mektup yazdıran Ahmet şimdi anasını babasını bıraktığı kendi memleketini unutmuş gideceği savaşacağı yeri bile düşünmeyi bırakmıştı, nereye gideceğini merak edeceği yerde, onlar tam karşılarındaki yerin öbür tarafındaki, açık bahar havası gelen pencereden gelen denizin sesiyle bütünleşmiştiler. Dışarıdaki ılık limon çiçeği kokan bahar rüzgârların sesini dinlemeyi tercih etmişlerdi. Ve bir de onlar camları açık olan pencereden, gökyüzünün mehtabına bakmayı parlayan ayına bakmayı ve yıldızlarına bakmayı tercih etmişlerdi. Ama yine de onlar, zaman, zaman bunca bahar güzelliği içinde gideceği yerleri düşünüyor ve gönder içekleri ve sonra ölüm dolu olan çölleri düşünmeden edemiyorlardı.
….İsmail birden, dışardan rüzgara kapılıp gelen denizin sesinden başka bir ses duydu. Bu ses ne denizin sesiydi, ne de her zaman esen Silifke’nin soğuk ve ayaz rüzgârın sesiydi. Bu duyduğu garip ses onlar değildi bambaşka bir sesti. Bu ses her zaman duydukları ses değildi aslında. Fakat aslında bu duyduğu sesler ona, doğrusu hiç de yabancı gelmeyen tanıdık bir sesti.
….Tıpkı onların evlerinde, anasının duyduğu baykuşun sesine benziyordu, ve durmadan öten o baykuş bilmediği bir yerden durmadan ötmeye devam ediyordu.
Gu, guk, gu guk diyor uğursuz sayıldığını bildikleri bu uğursuz gece kuşu baykuş onlara ürperti ve korku vererek ötüyordu. İsmail’in memleketinde bu uğursuz saydıkları baykuş kuşunun sesini duyar duymaz, evlerinde yola çıkmadan önce başlarına geleni hatırladı ve birdenbire irkildi. Bu defa bütün dikkatini duyduğu sese verdi. İsmail kendi kendine, her halde bu uğursuz kuş, yine geldi bizim birliğin çatısına kondu diyor, tıpkı askere getirilmeden önce evimizde olduğu gibi diye düşünüyordu.
….. Bir anda bir ölüm korkusu sardı onların içini. Sonra kendisi ile beraber olan diğer askerleri de düşündü. Yoksa bu askerlerin hepsi mi savaşta kırılacak ölecek şehit olacaktı dedi içinden. Bu gece yatıp kalktıktan sonra ertesi günü birliğin çatısında ötmeye başlayan bu kuş için böyle düşünmeye başlamıştı. İçinden yine mi sensin uğursuz kuş, burada da mı buldun beni diyordu.
….Sonra üşenmedi yattığı yataktan kalktı, ve erkenden uyuyan, yanı başındaki o çok samimi olduğu arkadaşı Ahmet’i uyandırdı. Ahmet ertesi gün yola çıkılacağını bildiği için, işinin erkenden hazırlıklarını yapmış ve yatmış çoktan uyumaya başlamıştı bile. Ahmet uykusunda, belki de o gece çoktan savaşların olduğu ölümlerin olduğu rüya âlemine dalmıştı bile. Doğruydu Ahmet rüyasında o gece savaşları, ölümleri görüyordu. Sonra da sakat kalan, yaralanan ölen askerleri görüyordu. Makineli tüfeklerin ağzından çıkan ölüm kusan alevlerini görüyordu.
….Ama gözleri açık olan ve çatıda öten kuşun sesini duyan onun asker arkadaşı hemşerisi çocukluk arkadaşı olan mahalle arkadaşı olan İsmail gitti ve onu uykusundan uyandırarak, onunla konuşmak, ve gecenin o saatinde onunla konuşup dertleşmek istedi. İsmail Ahmet’i elinin ucuyla yattığı yerde salladı ve onu uyandırdı. Uyan Ahmet uyan dedi kimse duymasın diye usulca. Ahmet yattığı yatağından acayip sesler çıkararak, kalkmak istemez gibi yaptı. Fakat içi kuşun sesinden korkuyla dolan İsmail onu uyandırmakta ısrarlıydı. Tekrar, tekrar vücudunu salladı ve sallarken de onu uyanmıştır diyerek konuşmaya başladı. Ahmet kalk, kalk haydi Ahmet kalk diyordu. Arkadaşı Ahmet birden irkilerek uykusundan uyandı.
….Onun ne dediğini anlamıştı. Ne var dedi arkadaşına. Kuştan korkan genç İsmail onun rüya gördüğünü anlamıştı ve onun korkmaması için yavaş konuşmaya başlamıştı. Savaşta falan değilsin aslanım kalk bak sana anlatacaklarım var dedi ve o gece içindeki korkuyla sesini duyduğu çatıdaki öten kuşu anlatmaya başladı. Ahmet kızdı yarın yolcusun git yatağına yat konuşma artık dedi başından kovdu.
….İsmail, yatağına gitti ve tekrar yatağına yattı. Sonra o da Ahmet gibi yatar yatmaz, rüya âlemlerinde buldu kendini. İsmail elinde kılıcı, bir oraya bir buraya, düşman askerine sallayıp duruyordu. Ortalık kan gölüne dönmüştü rüyasında. Kiminin kellesi kopmuştu, kumların üzerinde yuvarlanmıştı, kimilerinin bazı yerleri kılıç darbeleriyle yaralanmıştı acıyla bağırıp duruyordu rüyasında. Gece boyunca rüya gören İsmail dersen elinde bir kılıç, siyah bir atın üzerindeydi. Ve o üzerine bindiği atını koşturarak, düşmanın üzerine doğru atını sürüyor, sürüyordu gördüğü rüyasında.
….Gece boyunca yattığı yerinde kabus gibi rüyalar gören İsmail’i, tam horozlar ötmeye başlarken, kulakları delercesine bağıran her zamanki yüksek bir sesle, nöbetçinin kalk sesleri onları gece boyunca gördüğü korkunç rüyasından korkarak ayırmıştı.
…..İsmail ve onun yanındaki diğer yatan asker arkadaşları, yattıkları yerlerinden fırlayarak kalktılar. Sanırım o gece askerlerin hepsi kâbus dolu rüyaları görmüşlerdi.
….Artık yatakhanede herkes giyinmiş, kimi ayak yoluna gidiyordu. Kimi alel acele tıraşını olmuş, uykusuzluktan uyuşmuş elini yüzünü yıkıyordu. Kimileri de işini bitirmiş, erkenden yemekhaneye doğru orada son yemeğini yemeye son kahvaltısını yapmaya gidiyordu.
….. Kimi askerler de ağlıyor, kimi askerler de durmadan, birbirleriyle haberleşmek için birbirlerinin köylerini ve köylerinin bulunduğu yerlerini öğreniyorlardı birbirleri ile veda edip kucaklaşarak
....Kahvaltıları bittikten sonra , çantaları önlerinde, sıra olup toplanan yeni eğitimden çıkmış olan, ve cepheye dağıtıma gidecek oradaki bütün askerlerin tek, tek künyeleri okundu. Bütün asker artık ölüm yoluna çıkmak için ordaydı. Herkesin gelip gelmediği tek, tek künyeleri okunarak kontrol edilmişti.
….Artık onların yeni askerlik yerlerine sevkiyat olma zamanları gelmişti. Cephelerde savaşabilmek için kısa süren eğitimleri bitmişti, ve onlar buradan sonra nereye ve nasıl gidileceği tam belli olmayan uzun bir yolculuğa doğru oradan çıkıp gideceklerdi.
….Askerler sırtlarında içi dopdolu birer sırt çantaları, omuzlarında yere kadar uzanan tüfekleri ve bellerinde kılıçları ile üzerinde mermi dolu mermilikleri ve arka cep üstünde asılı mataraları ile, tam teçhizat hazır olarak gönderilecekleri yere gemi ile gitmek üzere güneş yükselirken yola çıkarıldılar.
….Onlar bulundukları bir aydır sıkı bir eğitim gördükleri bu yerden, geminin kalkacağı iskeleye doğru yürüyüşe geçerken, daha güneşin ışıkları denizin üzerinden daha yenice doğmaya başlamıştı. Denizin üzeri yeni, yeni kızarmaya ve karanlıktan çıkan ortalık daha yenice aydınlanmaya başlamıştı.
….Sanki o sabah her zamanki masmavi deniz maviliğini kaybetmişti. Deniz kızıl bir kan gölü haline gelmişti. Denizin üzeri sabah güneşinin ışınlarıyla değil’ de sanki şehit düşen askerlerin kanlarıyla boyanmış gibiydi. Denizin üzerinden ucu bucağı görünmeyen ufkundan doğan güneş öyle kızıl görünüyordu ki, daha birkaç dakika geçmeden, hiç kımıldamayan denizin üzerini kan rengine boyamıştı. Amma denizde görünen, güneşin ışıklarının vurduğu bu çevredeki manzaralar dersen, sabahın bu doyumsuz ışıklarıyla çok da güzel görünüyordu.
….Artık cepheye gemiyle ilk yolculuğunu yapacak olan bunlar bir sessizlik içinde, başlarında kumandanları gemiye binecekleri iskeleye doğru yürüdüler. Gittikleri yol üzerinde oradaki şehir halkı sabah o sabah kıldığı sabah namazının arkasından, askerlerin geçeceği bu iskeleye doğru gideceği yollarda beklemeye başlamışlardı. Şehirdeki, kimler varsa çoluk çocuk genç yaşlı demeden, kimler varsa hepsi gelmiş toplanmış onların geçeceği yolların kenarlarına toplanmışlardı. Kimi onlara geçerken el sallıyordu, kimi de onlara giderken ekmek dolu azık çantası uzatıyorlardı. Kimi de ölüme giden bu askerlerin arkalarından, su dökmeye çalışıyorlardı.
….Şehrin yetişmiş genç kızları ise, ekinlerin arasından topladıkları papatyalarla ve o çok güzel kokan nergis çiçeklerini, savaşmaya giden askerlerin üzerine atarak, askerleri adeta papatya ve nergis yağmuruna tutmuşlardı.
….Komutanlar çevrede toplanmış halkı görünce, hüzünlenmişti. Bu defa komutanlar, önlerine kattığı ve ölüm yoluna doğru çıkardıkları askerleri acemi birliğinde öğrettikleri marşlardan söyleterek şehrin sokaklarından geçirmeye başladılar. Askerin marşlar ve kahramanlık türküleri söyletilerek, götürüldüğü bir buçuk saatlik yürüyüşünden sonra, içlerinde İsmail’in ve Ahmet’in de bulunduğu bu askerler sonunda onları taşımak üzere bekleyen iskeledeki eskimiş bir vapurun bulunduğu, vapur iskelesine yaya olarak ulaşmışlardı.
….Askeri mehter takımı ve şehirden onları uğurlamak isteyen halkın bir kısmı daha onlar gelmeden, gönderilecekleri iskeleye varmışlardı. Uğurlamaya hazırlanan mehter takımı o renkli giysileri ile, iskelede ölüm yolculuğuna çıkacak olan askerleri bekliyordu.
Gafil ne bilir neş’ve-pür-şevk-i vegayı
Meydan-ıceladetteki envar-sefayı,
Merdan-ı gaza aşk ile tekbir tekbirler alınca,
Titretti yine rü-yı zemin arş-ı semayı
Allah yolunda cenk edelim, şan alalım şan,
Kuran’da vadediyor Hazret-iyezdan.
….Mehter takımı çaldığı marşlarla öyle etkili öyle ezgili söylüyordu ki, onu dinleyince orada hiç kimsenin ağlamaması kesinlikle mümkün değildi. Halkın ise oraya ne çabuk geldiği belli değildi. Ne çabuk oraya geldilerse, sanki ne şehirde hiç adam kalmıştı ne de çevrelerdeki yakın köylerde kalmıştı. Herkesler hepsi o sabah ölüm yoluna çıkacak olan askeri gidecekleri yerlere uğurlamak için oradaydı. Yüzlerce çoluk çocuk gelmiş cepheye giden askerlerimizi gemiye bindirmek için onları şehit olup kalacakları yerlere göndermek için iskelede hazır onları bekliyorlardı.
….Ahşap İskelede çoktan demirlemiş, Osmanlı bayrağını açmış olan, eskimiş ve demirleri yıllarca kullanmaktan bakımsızlıktan her yeri pas tutmuş bir gemi orada onları bekliyordu. Cepheye yeni taşıyacağı yolcularını götürmek üzere, rıhtıma yaklaşmış onları hazır bir an önce onları götürmek ister gibiydi.
….Artık cepheye gönderilen bütün askerler iskelede demirli tarih kokan eskimiş paslar içindeki gemiye belki de bir daha dönmemek üzere bindirilmişti ve ölüm yolundaki ilk yolculuk halkın alkışları el sallamaları içinde başlamıştı.
Not; Bu yazı bir Yemen gazisi olan İsmail dayının anlattıklarından esinlenerek yazılmıştır. Ve bu yazımın devamı vardır.
Ahmet Yüksel Şanlı er