- 1325 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
DENİZDEN GELEN SESLER
Herhangi bir sabahtı. Yeni uyanmış ve işe geç kalmamak için alelacele kendimi sokağa atmıştım. Gökyüzü kızıllıklar içerisinde güneşi doğurmakla meşguldü. Yeryüzü ise var olan her şeyi gücü yettiğice hızla öldürmekle. Boğazımdan henüz bir lokma bile yiyecek bir şeyler geçmeden, hemen bir sigara yaktım. Hızlı adımlarla otobüs durağına doğru yürüyordum. Önümden bir araba korna çalarak geçti. Baktım ama o arabayı ve arkadan gördüğüm saçı sakalına karışmış koca bir kafayı hiçbir şekilde anımsayamadım. Nezaketen, sanki tanımış gibi elimi salladım. Elimi salladıktan sonra canım küfür etmek istedi, arkasından bir de okkalı bir küfür salladım.
Yediği küfür hoşuna gitmiş olacak ki, aracını sağa çekti ve beklemeye başladı. Aheste adımlarla araca doğru yürüdüm. Eğildim ve camdan baktığımda yıllardır görmediğim, hatta kendisinden tek bir haber bile alamadığım ve bu sebepten dolayı kendisine çok kızgın olduğum, çok eski bir arkadaşımla yüz yüze geldim.
Gözlüklerini yukarı kaldırmış, pis pis sırıtarak bana bakıyordu. Beynimin bütün kıvrımlarından birbiriyle uyuşmayan tuhaf düşünceler geçiyordu. Biraz kin, biraz öfke, biraz nefret, biraz sevgi ve biraz da özlem. O sırıtık bakışını, kurduğu iğrenç cümleyle pekiştirerek, ne kadar cibiliyetsiz bir insan olduğunu, yıllar sonra bir kez daha tescilleyerek kanıtladı. ‘‘ne haber ulan yavşak...’’dedi. Evet, ilk cümlesi bu oldu. Yılardır görmediği bir dostunu ilk gördüğünde kurduğu ilk cümle, ne haber ulan yavşaktı.
Bu cümle yüzünden, beynimin kıvrımlarından geçen, biraz özlem ve biraz sevgi düşüncelerini anında siktir edip, sadece biraz kin, biraz öfke ve biraz nefret duygularını bırakarak ‘‘siktir ulan orospu çocuğu’’ diye avazım çıktığı kadar bağırarak cevap verdim. Sanki ardı ardına çok hoş iltifatlar düzmüşüm gibi yüzündeki arsız sırıtmada zerre kadar değişiklik olmadı. ‘‘…neredesin ulan sen bunca zamandır diye sorduğumda’’ zeytinyağı gibi üste çıkmakta üstüne olmadığı için ‘‘asıl sen nerdesin oğlum. Kaç kez aradım, telefon numaranı değiştirmişsin, aradığımda çatlak bir kadın çıktı, neredeyse kocasıyla mahkemelik oluyorduk. Senin yüzünden yediğim küfrün, aldığım tehdidin haddi hesabı yok.’’ dedi. Doğru söylüyordu; onunla bağlarımız koptuktan sonra bana ulaşabileceği her şeyde değişiklikler olmuştu.
Biraz daha ayaküstü sohbet ettikten sonra ‘‘nereye gidiyorsun’’ diye sordu. Tam içimden ananın… diye başlayıp devam eden iğrenç bir espri patlatmak geçti ama neyse ki son anda toparlayıp ‘‘merkeze ineceğim, işe gidiyorum.’’ dedim. ‘‘Atla o zaman, ben götüreyim, hem biraz sohbet edip hasret gideririz’’ dedi. Bu teklifini hiç düşünmeden kabul ettim ve arabaya atladım. Seyrimize başladık. Arabanın içinde pencereyi açıp bir sigara daha yaktım. ‘‘Hayırdır oğlum sigaraya mı başladın’’ dedi. ‘‘Hem de çok zaman oldu’’ diyerek karşılık verdim. Öküz herif, sorması bile hataydı, onca zamandır görmediğin bir insanda değişikliler olması kaçınılmaz ve gayet normaldi. ‘‘Yalnız benim arabamda sigara içmek yasaktır’’ dedi. ‘‘…Arabana sokayım ulan! duyanda bir şey sanacak ha! nerden buldun bu hurda yığınını’’ diyerek sigaramdan derin bir nefes daha çekip, üste çıkmaya çalıştım. Sert bir fren yaptı, kafamı aracın üst bölmesine çarpmaktan son anda kurtardım. Araba durmuştu ‘‘beğenmiyorsan siktir ulan aşağıya’’ diyerek eliyle yolu işaret etti. Bu sefer üste çıkmamam gerektiğini anlayıp, arabasına ardı ardına palavradan methiyeler düzmeye başladım. ‘‘Vaay kardeşim frenlerde amma sağlammış ha! hiçte öyle dışardan göründüğü gibi değilmiş, dikkat ettim de yere de bayağı sağlam tutunuyor. Ne varsa eskilerde var…’’ diyip yumuşatmaya çalıştım. Başarmıştım da yüzünde çiçekler açmıştı. İki elini birden direksiyona sertçe vurdu, sıkıca tutunup, inanmışlıkla bezenmiş ciddi ve şeytani bir yüz ifadesi takınarak ‘‘ kerizin birinden aldım. Üç otuz para saydım bu cengâvere’’ dedi. İçimden, ‘‘muhtemelen o kerizin biri dediğin de, kerizin birine nasıl sokuşturdum o külüstürü diyordur.’’ dedim.
Tekrar hareket ettik. Direksiyon epey sert olacak ki, ilk harekete geçip yola girmeye çalıştığımız anda, çevirmek için bütün gücüyle abanıyordu. Bu sefer hiçbir yorum yapmadım. Oturduğum koltukta habire gıcırdayıp duruyordu. Biraz daha havadan sudan konuştuk. Araba kırmızı ışığa takıldığında, karşıdan karşıya geçen fıstık gibi bir kıza laf attım. Kahkahayı patlatıp ‘‘ulan hiç mi adam olmayacaksın sen.’’dedi. Onun bu neşeli haline ben de uyup gülmeye başladım. Birden sustuk. ‘‘Keşke o’da olsaydı değil mi’’ dedi. Bu soru basit bir soru değildi. Kuru bir ‘evet’ cevabı ile geçiştirilecek bir soru da değildi. Söyleyecek söz, kurulacak cümle bulamadım. Ruhuma büyük bir hüzün oturdu kaldı. ‘‘Konuşsana oğlum’’ dedi. Yine sustum, sözcükler boğazımda takıldı kaldı ve yine konuşamadım. O’da sustu.
Üç kişiydik, çok erken iki kişi kalmıştık. Kavgalarımıza üç kişiyle giderdik. Elimizde ne varsa üç kişi harcardık. Karı kız peşinden üç kişi koşardık. Üç kişi üzülür, üç kişi sevinirdik. Hatta ölürken bile üç kişi ölmüştük.
Bin dokuz yüz doksan beş’in yazıydı. Sabah erkenden, denize gitmek için önder, barış ve ben evlerimizden çıkıp buluşmuştuk. Gitmiştik de. Her şey çok güzeldi, neşemiz yerindeydi. Çok güzel bir yolculuktan sonra gideceğimiz yere varmıştık. Denize girip çıkıyor, kumsalda mayolarıyla dolaşan güzel kadınlara bakıyor, acaba içlerinden düşürebilir miyiz diye kafamızın olmadık yerlerinden olmadık düşünceler geçiriyor, kendimizi onlara fark ettirmek için kırk takla atıyorduk. Tüm bunları yaparken de zaman geçiyordu. Neredeyse akşam olmak üzereydi. Gitme vakti yaklaşmıştı.
Önder uzandığı şezlongdan kalkıp, son bir kez daha denize girmek için yürümeye başladı. Arkasını dönüp, bu sefer gidebileceği en uzak noktaya kadar gideceğini söyledi. Koşa koşa kendini artistik bir hareketle suya attı. Barış ve ben meraklı gözlerle o’nu izliyorduk. Gittikçe gidiyor, o gittikçe biz uzandığımız şezlongdan biraz daha dikelerek o’na bakıyorduk. En sonunda tamamen ayağa kalktık. Karadan o kadar çok uzaklaşmıştı ki o’nu göremiyorduk. ikimiz birden gözlüklerimizi çıkararak birbirimize boş gözlerle baktık. Dilimiz tutulmuştu sanki hiçbir şey konuşmuyorduk ya da konuşamıyorduk. Önder tamamen gözden kaybolmuştu. Çaresizce bir süre bekledik. Barış paniğe kapıldı, koşa koşa suya atladı peşinden ben de gittim. Ama o kadar çok açılmıştı ki onu o suda bulmak neredeyse imkânsızdı. Bir süre yüzdük daha sonra bu şekilde hiçbir şey yapamayacağımızı anlayınca geri döndük. Sahildeki görevlilerin yanına koşup durumu anlattık. Bir yandan da umudumuzu kaybetmeyip kendisinin geri döneceği ihtimalini de aklımızdan çıkarmıyorduk.
Ama aklımızdan geçen bir türlü olmuyor. Zaman geçiyordu. Sahildeki görevlilerde botlarına atlayıp tarif ettiğimiz yere doğru hızla gittiler. İçimizden bildiğimiz bütün duaları ediyorduk. Hava iyice karamıştı. Denizin mavi rengi, koyu gri bir renge dönüşmüştü. Kumsalda da kimse kalmamıştı. Denizden tuhaf sesler geliyordu kulaklarıma. Deniz tanrıya inanıyordu. Meydan okur bir ses tonuyla ‘‘tanrıdan sonra en büyük benim’’ diye bir ses çınlıyordu kulaklarımda.
Barışa döndüm, ‘‘benim duyduğumu sen de duyuyor musun?’’ dedim.
‘‘Evet, tanrıdan sonra en büyük benim…’’ Artık kulaklarımızı çınlatan bu sesten sonra bütün umudumuzu kaybetmiştik. Aynı anda hıçkırıklar içinde ağlamaya başladık. Plaj görevlileri de geri dönmüşlerdi. Meraklı ve sorar gözlerle onlara baktığımızda ‘‘Biz bulamadık daha profesyonel bir ekipten yardım isteyeceğiz’’ cevabını almıştık. Bir müddet sonra bahsettikleri ekip geldi ve tarif ettiğimiz yöne doğru hızla gittiler. Polislerde gelmişti. Halimize bakıp geçmiş olsun çocuklar deyip, sorabilecekleri bütün klasik soruları bir bir sorarak ellerindeki tutanaklara geçirip, bizimle birlikte beklemeye başlamışlardı.
Hava iyice karamıştı. Kurtarma ekibini kullandıkları fenerlerin ışıklarından fark ediyorduk. Işıklar hiç sabit durmuyor adeta bir atari oyunu gibi durmadan yer değiştiriyorlardı. Bir yandan da polisler ile kurtarma ekibi arasında geçen telsiz konuşmalarına kulak kabartıyorduk. Zaman zaman anlasak da genellikle kodlandırılmış karışık talimatlar geçiyorlardı birbirlerine. Biz de; öküzün önünden geçen treni anlamlandırmaya çalışıp, ama bir türlü hiçbir sonuç çıkaramaması gibi hiçbir şey anlayamayıp, birbirimize bön bön bakıyorduk. Ayaklarım titriyordu. Kan şekerim iyice düşmüştü. Feci şeklide hırpalanmış, işi son darbeye kalmış bir boksör gibi, yıkılmak üzere olan bir ağaç gibi, olduğum yerde sallanıp duruyordum.
Ve beni tamamen yıkacak, yerle bir edecek olan o kısa cümle, polis telsizinden ilk önce kulaklarıma, kulaklarımdan beynime, beynimden de hızla kalbime geçti ve geçtiği her yeri dokuz kalibrelik bir mermi çekirdeği gibi paramparça etti. ‘‘…memur bey cesedi bulduk.’’
On şiddetinde depremin vurduğu bir bina gibi hiç direnemeden hızla yere devrildim. Gözlerimi açtığımda hiç bilmediğin bir yerdeydim. İçerisinde ben ve tahminime göre her tarafı bıçak darbeleriyle delik deşik edilmiş, ten rengi yoğun bir yangından savrulan dumanlar kadar siyah, kırk beş yaşlarında bir çingene ve benim bulunduğum iki yataklı kapısı sonuna kadar kapalı ufak bir hastane odası. Çingeneyle hiç konuşmadan gözlerimizle selamlaştık. Titreyen bitkin sesimle ‘‘geçmiş olsun’’ dedim o’na. sağol diyerek karşılık verdi. ‘‘Ne oldu’’ diye sorduğumda, gözlerinden öfkeler saçarak hikâyesini anlattı. ‘‘…Akşamüzeri mahallede karanlık dar bir sokakta yürüyordum kardeşim, baktım karşıdan bir adam bana doğru geliyor. Göz göze geldik, pis pis baktı bana, bende ona pis pis baktım, tam ben davranacaktım ki, o benden önce bıçağına davrandı kahpe.’’ Dedikten sonra sinirli bir şekilde ‘‘ah ulan ah’’ diyerek hayıflandı. Hikâyesini dinleyip beynimde canlandırınca gülmemek için kendimi zor tuttum. Tekrardan ‘‘geçmiş olsun’’ dedim. Başını öne doğru sallayarak karşılık verdi. Koluma takılı serum artık son damlalarını damarlarıma zerkediyordu. Linç edilerek öldürülmek istenen bir adam kadar halsiz ve bitkindim. En yakın iki arkadaşımdan biri gözlerimin önünde ölmüş ve ben hiçbir şey yapamamıştım. Suçluluk duygusu bütün ruhumu hapsetmişti.
Aslında şu anda arabasında samimi ve neşeli sohbetler yapmakta olduğum adamla, aramızda ortağı olduğumuz böylesine çok hüzünlü hikâye vardı. Seyrimize devam ediyorduk. Şehrin merkezine inmiştik, barış’a ‘‘…beni burada indir istersen, gerisini ben bir dolmuş’a binerek hallederim.’’ dedim. Asla kabul etmeyeceğini bile bile dedim. ‘‘Dur be oğlum biraz tadını çıkarayım. Yıllar sonra bindirmişim seni öyle hemencecik indirir miyim’’ gibi tuhaf bir cevap verdikten sonra kahkahalar atarak gülmeye başladı. Sevinsem mi, kızsam mı bilemedim. Ne kadar düşünsem de, sözcükleri denkleştirip karşılığında o’na sokacak aynı ayarda bir cümle kuramadım. Soktuğu laf girdiği gibi kalmıştı.
Hızını alamayıp, benim bir grup çingeneden eşek sudan gelene kadar yediğim dayağı, aramızda daha iyi anılar yokmuş gibi bire bin katarak anlatıp, gülmeye devam etti. Bunların altında kalmamalıydım. Araba işyerime iyice yanaşmıştı. O’na unutmayacağı bir ders vermek için aklıma güzel bir fikir gelmişti. Barış’a köşedeki gazete bayisini gösterip, ‘‘dursana şuradan bir gazete alayım’’ dedim. Attığı kahkahaların yüzünde bıraktığı tebessümle ‘‘tamam’’ diyerek durdu. Bayii’ye gidip en fazla ek veren, en kalın gazete hangisi ise o’nu seçerek aldım. Yola devam ettik. Bir süre sonra işyerime gelmiştik. Elimdeki gazeteden, bir yığın ıvır zıvır reklâmın olduğu bir eki elime aldım. Öpüşüp vedalaştıktan sonra tam arabadan ineceğim sırada gazetenin reklâm ekini barış’a uzattım. Şaşkınlık içerisinde uzattığım gazete ekini eline alarak ‘‘ne yapacağım bunu’’ diye sordu. ‘‘kıçını silersin’’ deyip başka hiçbir şey söylemeden arabanın kapısını kapattım. Ağzı açık bir şekilde donup kalmıştı. Soktuğu lafların acısını çıkarmıştım. Yüzü kıpkırmızı olmuştu, tebessümden eser kalmamıştı.
Barış’la yıllar sonra ki o karşılaşmamızdan sonra düzenli aralıklarla görüşmeye devam ettik. Bir gün cep telefonuma bir mesaj gönderdi. Sadece, ‘‘yarın 18 Temmuz’’ yazıyordu gönderdiği mesajda. Ama ben, mankafamı ne kadar zorlasam da, bu mesajda yazan tarih hakkından hiçbir sonuca ulaşamıyordum. Bir süre daha düşündüm, işin içinden çıkamayınca ‘‘ondan sonra da 19 Temmuz geliyor, değil mi’’ diye saçma sapan bir karşılık verdim. Cevap gecikmedi ‘‘saçmalama, yarın 18 temmuz hazırlıklı ol..!’’ Yine hiçbir şey anlamamıştım. Anlayamadığımı mesaj göndererek o’na da ifade edip, biraz daha açarak anlatmasını istemiştim ama yine istediğim olmamıştı. Yarın akşamüzeri saat beşte onunla ilk karşılaştığımız yerde kendisini beklememi bildiren bir mesaj daha gönderdi. Nede olsa yarın işin aslını öğrenirim deyip daha fazla kafamı bu konu üzerine yormadım. ‘‘…tamam, yarın saat beşte ordayım.’’ yazan bir mesaj gönderdim.
Akşamüzeri, tesadüfen ilk karşılaştığımız yere gitmek üzere evden çıktım.
Buluşma noktasına geldiğimde henüz daha yirmi dakika zaman vardı. Bir sigara yakıp yoldan geçen kızlara laf atarak bu ölü zamanı canlı bir biçimde değerlendirdim. On dakika içinde o’da geldi. Arabaya bindim, ‘‘nedir oğlum senin bu 18 Temmuz gizemin ben hiçbir şey anlamadım.’’diye sordum. Benim o lakayit tavrım karşısında ciddiyetten hiç taviz vermeyen bir tavırla, ‘‘…boş ver, nede olsa eninde sonunda anlayacaksın.’’ dedi. Daha fazla üstelemeyip bir daha sormadım. Nede olsa eninde sonunda anlayacaktım. Ama bu ana kadar hiçbir şey anlamadığımdan adım kadar emindim.
Arabayı harekete geçirdiğinde ‘‘nereye gidiyoruz, bari o’nu söyle.’’ dedim.
‘‘Birazdan görürsün, gitmemiz fazla uzun sürmez’’ dedi. On beş dakika sonra bir meyhanenin önünde durdurdu arabayı. Daha önce hiç gitmediğim bir mekândı. Kapıdan içeri girdiğimizdeki ilk bakışımda, tam bir batakhaneye geldiğimizi anlamam zor olmamıştı. Beni getire getire böyle bir yere getirdiği için Barış’a, içimden bildiğim bütün küfürleri sıraladım. Masaya oturduk yanımıza tek bacağı topal bir adam seğirte seğirte gelip ne içeceğimizi sordu. Barış yandan çarklıya aynı içkiden üç adet getirmesini söyledi. Sağıma soluma her tarafıma dönüp baktım ama üçüncü kişiyi bir türlü bulamadım. Yandan çarklı barış’ın dediği gibi yapıp üç kadeh içki getirdi. İçkilerimizi içip sohbet etmeye başladık. Üçüncü kadeh boynu bükük bir şekilde öylece masanın üzerinde duruyordu. Arka arkaya içkilerimizi yuvarlayıp, artık iyice zom olmuştuk. Barış ‘‘bunları da içelim kalkarız’’ dedi. Benim kadehimdeki içki bitmişti. Barış’ın bitirmesini bekliyordum. Gözüm, masanın üzerinde melül melül duran üçüncü kadeh içkiye takıldı. ‘‘şundan da bir yudum alayım da, arkamızdan ağlamasın’’ deyip elimi uzattığımda… Barış, hızla elimin üzerine vurarak, ‘‘dokunma o’na, o’nun sahibi var’’ dedi. ‘‘Sahibi mi var’’ diyerek güldüm.
Barış’ta içkisini bitirmişti. Yandan çarklıya gelişigüzel bir el hareketi yaparak, hesabı getirmesini istedi. Yandan çarklı, seğirte seğirte gelip, hesabın yazılı olduğu kâğıdı masaya bıraktı. Yandan çarklıya içimden ana avrat dümdüz gittim. Sonra Barış’a ‘‘iyi bak! sarhoş sanıp da köküne kadar düdüklemeye kalkışmasınlar, ne içtiğimiz belli.’’ dedim. Ama kime söyledim. Hesabı ödeyip meyhaneden ayrıldık. Ayrılmıştık ayrılmasına ama aklım hala bir yudumunu bile içmediğimiz, o üçüncü kadeh içkide kalmıştı.
Sekiz çizerek bir süre yürüdükten sonra arabaya bindik. Barış kontağı çevirdi ve… ‘‘bugün 18 Temmuz’’ dedi… 18 sekiz temmuz? İki kişi gidilen meyhanede, üç kadeh içki söylemek? Birini hiç içmeden masada bırakıp meyhaneden ayrılmak? Tuhaf şeyler oluyordu ama ben sadece işkillenmekle kalıp, bir türlü hiçbir şeyi çözemiyordum.
Yola çıkmıştık. ‘‘Şimdi nereye gidiyoruz’’ dedim. ‘‘Bu sefer, ilk sefer ki kadar kısa sürmeyecek, gidince görürsün.’’ dedi. Yaklaşık yarım saat hiç konuşmadık. Kafamı koltuğa yaslayıp, gözlerimi kapadım. Aklımdan cevabı olmayan bir yığın soru geçiyordu. Gözlerimi açtığımda şehir merkezinden çıkmak üzereydik. Oturduğum koltuk, ilk bindiğim günkü gibi habire gıcırdayıp duruyordu. Sarhoş kafayla hiç çekilmiyordu. Arabasına laf söylenilmesinden hiç hoşlanmadığını bildiğim için tek bir kelime bile konuşmadım. Bu sapa yerde aşağıya atılmak düşüncesi bile susmama fazlasıyla yetiyordu. Bir süre daha gittikten sonra ‘‘senin oturduğun koltukta amma gıcırdıyor ha, bir ara onu bir yağlayayım ben’’ dedi. Yine hiçbir şey söylemedim.
Otobana çıkmıştık. ‘‘Yaklaştık’’ dedi. Teybi açtı. Biz gittikçe gidiyorduk ama yarım saati aşkın bir süredir çalan şarkı hiç değişmiyordu. ‘‘Bir kıvılcım düşer önce büyür yavaş yavaş bir bakarsın volkan olmuş yanmışsın arkadaş…’’ Barış’ta melankolik bir ruh haliyle şarkıya eşlik ediyordu. Artık iyice şehir merkezinden uzaklaşıp, deniz kenarındaki yazlık bir ilçenin sınırlarından giriş yapmıştık. Bir süre de ilçe sınırları içinde seyrettikten sonra arabayı bulduğu uygun bir yere park edip stop ettirdi.
Aşağıya indik, mis gibi deniz kokusu geliyordu burnuma. Derin derin nefesler çekip, bu sefer beni böyle güzel bir yere getirdiği için barış’a içimden bildiğim bütün küfürleri etmedim. Yürüyorduk. Biz yürüdükçe, deniz biraz daha yaklaşıyor, koku biraz daha keskinleşerek çoğalıyordu.
Artık iyice kumsala yanaşmıştık. Duvardan atladı ve kumsala indi. Ben de peşinden indim. Denize doğru yürüdük, birkaç adım daha atsak ayaklarımız suya değecekti. Rüzgâr ağlatan bir yalnızlık gibi esiyordu. Barış bana dönerek, ‘‘bugün 18 Temmuz ve saat şu an 21:13, iyi düşün, burayı hatırladın mı’’ dedi. Beynimden vurulmuş gibiydim. Ayaklarım titremeye, gözlerim kararmaya başlamıştı. Olduğum yere çöktüm kaldım. Burası tam on bir yıl önce Önder’i son kez canlı gördüğümüz yerdi. Canımızın yarısını bıraktığımız yerdi. Burası tam on bir yıl önce öldüğümüz yerdi. Denizden kulaklarımıza meydan okurcasına, ‘‘tanrıdan sonra en büyük benim’’ diye seslerin yükseldiği yerdi.
Yere çöküp kalmamdan her şeyin farkına vardığımı anlamıştı. Ben de her şeyin farkına varmıştım.18 Temmuz’un, meyhanedeki üçüncü kadeh içkinin kime söylendiğinin, buraya bugün neden geldiğimizin, arabada çalan şarkının, barış’ın bugün, neden her zamanki kişiliğinin dışında aşırı ciddi bir tutum sergilediğinin, her şeyin.
Tutup kolumdan ayağa kaldırdı beni. ‘‘Güçlü olmalısın bugün büyük gün.’’ deyip elini beline attı. Kazağını yukarı kaldırdığında, ay ışığının kabzasına vurmasıyla, pırıl pırıl parlayarak gözlerimi kamaştıran altın kaplama silahını belinden çıkardı. Saatine baktı ‘‘21:18, iki dakika var.’’ dedi. Polis telsizine Önder’in resmen öldüğü haberi saat 21:20 de gelmişti. Yani canımızdan bir parçanın kopmasının on birinci yıldönümü olmasına sadece iki dakika kalmıştı.
Barış denize doğru iyice yanaştı. Ustaca bilek hareketleriyle şarjörü yuvasına yerleştirdi. Mekanizmayı çekip mermiyi namluya verdiğinde çıkan şakırtı sesi gecenin ıssızlığında kırık bir senfoni yarattı. Yırtıcı bir kuşun son çığlığı gelip kulaklarımızı kan revan içinde bıraktı. Başımız öne düştü. Gözbebeklerimizden usulca bir yıldız kaydı. Yıldızın kayışını gören orta yaşlarda bir adam derin düşüncelere dalarak varlığını bir mutlaklığa iliştirmeye çabaladı. Hiçlikten başka hiçbir mutlak bir sonuca aklı yatmadı. O zaman hiçbir mutlaklığı olmayan bu aptal istasyonda daha fazla beklemenin bir değeri olmadığına karar vererek hızla yerinden kalktı, tekme tokat balkona açılan odasının kapısını açtı. Başını binbir türlü büyüklükte yıldızın sarmaladığı gökyüzüne doğru kaldırdı. Bütün bir evrene bağıra çağıra günyüzü görmemiş küfürler etti. Yerlerde sürünen çamaşır ipini alıp, balkon korkuluklarına dolayıp kendini astı.
Kısa bir süre sonra polis sirenleri mahallenin sessizliğini sustalı bir bıçak gibi kanattı. Üçüncü sayfa muhabirlerinin flaşları cesedin üzerinde patladı. Adamın hemen alt katındaki mahallenin bakkalı dışarı çıktı. Bir sigara yakıp gökyüzüne baktı. ‘‘…Allah rahmet eylesin iyi adamadı. Hiç konuşmazdı, selam bile vermezdi ama kimseye de zararı olmazdı. Acaba neden astı kendini.’’ dedi. Gökyüzünden bir yıldız mahallenin bakkalına, ‘‘ben biliyorum neden kendisini astığını ama boşver anlatsam da sen anlamazsın.’’ dedi. Mahallenin bakkalı yıldıza fena halde sinirlendi. ‘‘Hassiktir ordan anlatsa da anlamazmışım. Ben bu saçları değirmende un döverken ağartmadım aslanım. Yılların esnafıyım ben, anlamadığım şey yoktur benim’’dedi. Eliyle kulağının arkasını göstererek devam etti, ‘‘Bak aslanım bak..! Bi burası kaldı tamamı, açtırma şimdi sen benim bayramlık ağzımı’’ dedi bağırarak. Cesedin başında diz çökmüş halde bekleyen genç bir polis kendi kendine bağırarak konuşan mahalle bakkalına ters ters bakınca bakkal sustu. Cenaze aracı geldi. cesedi tabuta yerleştirip gitti.
Biz ise hala büyük bir ciddiyetle gıkımız bile çıkmadan bekliyorduk. İntikam zamanı gelmişti. Günlerden o gündü. Saatin o saat olmasına ise çok az bir zaman kalmıştı. Deniz bu sefer işin ciddiyetini kavramıştı. Ne kendinden aşırı emin cümleler kuruyordu. Nede meydan okuyordu. Üstüne üstlük vakit geceye yaklaşırken, koyu gri rengi de birden açık masmavi masum bir renge dönüşmüştü. Sularda da titremeye benzer küçük küçük dalgalanmalar görülüyordu. Barış’ın elindeki silah geçebileceği bütün işlemlerden geçip, artık kusursuz bir cinayet aracı haline dönüşmüştü. Saatine son bir kez daha bakıp, Önder’in gözden kaybolduğu noktaya doğru nişan aldı. Ardı ardına tam yedi el ateş etti. Daha sonra silahını bana uzattı. Nişan aldım aynı noktaya tam yedi el ateş de ben ederek bu cinayete seve seve ortaklık ettim. Kanımız yerde kalmamıştı. Olduğumuz yere diz çöküp birbirimize sarılarak çocuklar gibi ağlamaya başladık…
O günden sonra her 18 Temmuz da, başımız kolluk kuvvetleriyle derde girse de aynı yerde, aynı saatte buluşup denizden intikamımızı aldık. Artık ilçe halkı bile bizim hikâyemizden haberdar olmuş, o gün silah sesi duyduklarında hiç paniğe kapılmamaya başlamışlardı…
Mehmet Akif Çetinkaya
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.