- 2926 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
Beyaz At
Köyümüzün her tarafının beyaz bir kar örtüsüyle kaplı olduğu günlerinden birinin sabahında uyanmış alelacele kahvaltımı yaparak evimizin karşısındaki tepede arkadaşlarımla oluşturduğumuz kayak yerine gitmeye hazırlanıyordum. Sabahın sert soğuğu ve karlı havanın yapışkan, ıslak dünyası beni bu heyecandan hiçbir zaman alıkoyamamıştı. Altını törpüleyerek dümdüz hale getirdiğim ayakkabımı birazdan giyecek, alt tarafını kaydıra kaydıra eskittiğim pantolonumun üstüne gocuğumu giyip kapıdan rüzgar gibi çıkıp gidecektim. Her tarafın karla kaplı olduğu bir kış günüydü ve hava açıktı. Yerde beyaz bir deniz gibi serili olan karın üzerine yeni doğan güneşin ışığı vurmuş, geceleyin buzlaşmış küçük kar taneleri pırıl pırıl parlıyordu. Birazdan yükselecek güneşin etkisiyle kar sertliğini yitirmeden kayabilmek için hemen dışarı fırladım. Annemin ardımdan söylenmelerini duyamamıştım bile… Dışarısı pırıl pırıl bir kış sabahıydı. Karla kaplı avlumuzun sol yanındaki duvardan atlayarak evimizin birkaç yüz metre ötesindeki tepeye gidecektim. Gecenin soğuğunda taşlaşmış karları ezerek duvarın önüne kadar gittim. Gideceğim yeri görmek için yerde bir tümsek oluşturan taşlara basarak duvarın arka tarafında kalan geniş araziye doğru baktım. Kayak yapacağımız küçük tepenin yamacında köylülerin ağıllarından temizlenmiş gübrelerini döktükleri yerde bembeyaz bir at vardı. Alnındaki siyah benek olmasa yerdeki karın bir parçası sanılırdı. Çöplerin üstünde bir şeyler yemeye çalışıyordu. Biraz hareket edince topalladığını fark ettim. Sabahın bu saatinde bu at nereden gelmiş olabilirdi. Sanki yıllardır hep oradaymış gibi, oraya aitmiş gibi sakin bir edayla çöpleri karıştırıyordu. Duvarı hemen tırmanarak öbür tarafa atladım. Sertleşmiş karların ayağımın altında gıcırdayan sesleri arasında yer yer karlara batarak oraya doğru koştum. Tepeyi çıkana kadar nefes nefese kalmıştım. Atın benden korkup kaçmasından çekinerek yanına yavaşça yaklaştım. O hiç oralı bile olmadı. İnsanlara alışık bir at olmalıydı. Teni bembeyazdı. Upuzun bir kuyruğu vardı. Alnındaki siyah benek duruşuna bir asalet, bir ağırlık katmıştı. Çok sakin bir şekilde çöpteki kuru otları yiyiyordu. Yanına yaklaşınca başını kaldırdı ve küçük bir hamleyle yana doğru kaçtı. Bu hareket esnasında arka ayağındaki topallık ortaya daha çok çıkmıştı. Toynaklarının hareketini sağlayan eklemlerde bir sakatlık vardı. Toynağı ters dönmüş gibiydi. Nerdeyse yere değdirmeyerek yürümeye çalışıyordu. Arka ayağını kullanamıyordu. Büyük ihtimalle iyileşmeyecek bir sakatlıktı bu… Etraftaki köylerden birilerinin atı olmalıydı. Artık işe yaramayacağı düşünülmüş olmalıydı. Kış mevsimi de gelip karlar yağınca ona verecekleri yemlerle başka hayvanları doyuracaklarını düşünüp kovmuşlardı. Kendi başının çaresine bakmasına karar vermişlerdi büyük ihtimalle... Kim bilir nasıl bir attı? Ne yiğitleri sırtında dolaştırmış ne sabanlara koşulmuştu. Ya da çektiği arabalarda ne değerli şeyler taşımıştı? Kim bilir kaç kişi güzelliğine hayran kalmıştı? Ama işlerine yaramayacağını anladıkları anda terk etmişlerdi onu. Yalnız başına salmışlardı onu kurdun kuşun içine… Bu soğuk karlı havalarda ne yiyip ne içecekti? Nerede barınacaktı? Aç köpekler, kurtlar gördükleri anda, kokusunu aldıkları anda parçalayacaklardı onu… Dörtnala koşup kaçacak sağlam ayakları da yoktu. Zaten ayakları sağlam olsaydı bu hale düşer miydi? Bütün bunların farkındaymış da acısını yüreğine gömmüş, umursamaz bir tavır takınmış gibi kuyruğunu sallayarak önündeki çöpleri ayıklamaya çalışıyordu. Mağrurluğundan hiçbir şey kaybetmemişti. Bembeyazdı. Tüyleri parlıyordu. Kuyruğu upuzun, bir ressamın tuvalinden çıkmış gibi düzgün hatlarıyla bakanı hayran bırakacak bir güzellikteydi. Topal ayağını göstermemeye gayret eder gibi duruyordu. Hareket etmedikçe ayağının topal olduğu anlaşılmıyordu. Belki de böyle görünmeye gayret ederek düştüğü acıklı durumu saklamaya çalışıyordu. Çaresizliğini gizleyerek onurunu incitecek bir şekilde görünmekten kaçınıyordu sanki. Elimi uzattım ve boynuna dokundum. Gözlerim dolmuştu. İçimde sonsuz bir dilekle ayağının iyileşebilmesini umdum. Bu at benim olmalıydı. Bu at çakalların köpeklerin sofrasına yem olmamalıydı. Asaleti ayaklar altına alınmamalıydı. Her zamanki gibi mağrur olmalıydı. Yaşlanıncaya kadar, ölünceye kadar benim olacaktı. Beni sırtında gezdirecek, onunla beraber ilkbaharda rüzgarların içine dalacaktık. Geniş kanatlarını çırpan bir kuş gibi gezecektik köyümüzün bayırlarını… Beni sonsuzluğa doğru uçuracaktı. Boynunu hafifçe okşadım. Bana dönüp dostça baktı. O bakıştan sonra onu artık bu şekilde bırakamayacağımı hissettim. Arkadaşlarımla karda kayma düşüncelerimin hepsi bir anda silinmişti kafamdan. Onu peşimden götürmek için bana bir ip lazımdı. Çöplerin arasında bulduğum bez parçalarını birbirine bağlayarak işimi görecek uzunlukta bir ip yapmayı başardım. Atın boynuna geçirip bağladım. Bana hiç bir tepki göstermedi. İpin kalan kısmını da kavrayarak arkamdan çekmeye başladım. Karların içine batan ayakları ve topallığı nedeniyle arkamdan gelmekte zorluk çekiyordu. Buraya gelirken karların üstünde oluşturduğum ayak izlerine basa basa ilerliyordum. At da arkamdan seke seke geliyordu. Sabah koşarak geldiğim yolu şimdi yavaş adımlarla ve içimde sabahkilere hiç benzemeyen duygularla aşıyordum. Sabah atladığım duvarı bu defa dolanarak evimizin avlusuna kapıdan girdik. Annem kapının önündeki karları temizliyordu. Sesimizi duyunca dönüp arkasına baktı. Yanımda bir atla geldiğimi görünce önce bir anlam veremedi. Ama arkamdan gelen atın topal olduğunu görünce durumu az çok tahmin etmiş olacak ki;
-Nereden buldun bu sakat atı Cemil? Dedi.
-Çöplükte gördüm anne, nerden geldiğini bilmiyorum. Ama çok güzel bir at. Dayanamadım eve getirdim. Annem iyice doğrulup ata doğru bakarak;
-İyi, bir şeyler ver karnını doyursun sonra sal gitsin. Baksana ayağı topal, işe yarasa bırakmazlardı. Dedi. Annemin böyle diyeceğini tahmin etmiştim. Son derece kararlı bir sesle;
-Anne ben bu atı bize getirdim. Ona ben bakacağım. Çok iyi bir at. Ayağı iyileşirse işimize çok yarar. Baksana daha gencecik… Annem:
-Oğlum iyileşecek bir at olsaydı sahipleri bırakmazdı. Baksana ayağını yere bile değdiremiyor. Hadi fazla meşgul etme beni… Biraz kuru ot al ver sonra getirdiğin yere götür, burada verme, alışırsa ayrılmaz. Annem bunları söylerken ben atı avluda duvara hayvanları bağlamak için taktığımız demire bağladım.
-Tamam anne düzelmese kendi ellerimle götürüp bırakacağım. Şimdilik burada kalsın dedim. Bunu, annemin tepkisini daha fazla çekmeyerek biraz zaman kazanmaya çalışmak için söyledim. Akşam babamı da ikna etmeye çalışacaktım. Köyde hayvanların sakatlıklarından anlayan insanlar vardı. Onlara göstererek ayağının iyileşip iyileşmeyeceğini öğrenecektik. Atı bağladıktan sonra eve gittim. Bugün kayak falan yapmayacaktım. Canım başka bir şey yapmak istemiyordu. Sadece atla ilgilenecektim. Hemen bizim samanlıktan biraz kuru ot alıp atın önüne koydum. O otları yerken ben de onu seyrediyordum. Sanki uzun zamandır bize aitmiş gibi güvenle yiyiyordu. Halinden memnun bir ifade takınmıştı. Upuzun kuyruğunu sallıyordu. Hareket etmediği için topallığı belli olmuyordu. Asil bir arap atını andırıyordu. Bir süre sonra komşular bahçemizde bir at görünce merak etmiş, bakmaya gelmişlerdi. Önce yeni bir at aldığımızı zannediyorlardı. Sonra topal ayağını görünce durumu anlayıp bana dönüyorlardı.
-Bu atın ayağı iyileşmez Cemil. Diyorlardı. Baksana toynağı ters dönmüş. Zaten işe yarasa kimse bırakmaz. Ne de güzel atmış ama değil mi? Yazık hayvana kurtlara köpeklere yem olacak. Diyorlardı. İçim parçalanıyordu. Bir anda herkese düşman kesilmiştim. Onu herkese karşı savunuyordum. O benim atımdı. Kimsenin onu aşağılamasına ona acımasına izin vermek istemiyordum. Annem de söylenen her şeye ağız birliği ederek haklılıklarını savunuyor, dolaylı yoldan bana hata yaptığımı ima etmeye çalışıyordu. Babam da uyandıktan sonra dışarı çıkmış önce ata uzun uzun bakmış, sonra;
-Ne güzel at, nereden buldun oğlum?
-Çöplükte buldum baba. Demiştim umutla…
-Belki ayağı iyileşir bunun, bilen birine gösterelim hele. Diyerek içime biraz su serpmişti. Yaradılış olarak babama benziyordum. Dolayısıyla bana yakın bir duygu içinde olduğunu görmek, böyle hissetmek bile hoşuma gitmişti. İçimden dualar ediyordum atın iyi olması için… Bir umut… Belki… Neden olmasındı. Belki de sahipleri yeterince bakmadan salmışlardı. İyileşebileceğini anlamamışlardı. Olabilirdi. Bunun için dua ediyordum. Akşama doğru köyde hayvanların kırıklarını sakatlıklarını tedavi eden, köylülerce bu işin ustası olarak bilinen yaşlı bir adam bizim eve geldi. Annem çağırmıştı onu. Babam da gelmiş şaka arası anlatmıştı durumu… Konuşmalarından durumu pek ciddiye almadıkları görülüyordu. Konuşurlarken arada bir güler bir yüzle dönüp bana bakıyorlardı. Adam atın ayağını uzun uzun inceledi. Sonra da babama dönerek;
-Bu atın ayağı iyileşmez Tacettin. Dedi.
-Çocuklar sokakta buldukları her hayvanı eve getirmeyi seviyorlar. Güzel bir at ama artık bir işe yaramaz. Sahipleri de bu yüzden bırakmışlar. Yazık olmuş. Bir şeyler yedikten sonra salın gitsin. Günahı, onu bu hale getirenlerin boynuna. Dedi. Babam dönüp bana baktı. Ben ağlamaya başladım. Atımı bırakmak istemiyordum. Bırakırsam ne olacağını biliyordum. Havalar buz gibiydi. Dışarıda bir sürü aç kurt ve köpek dolaşıyordu. Onlar parçalamasa bile soğuktan ölecekti. Beyaz tenine baktım. Upuzun kuyruğunu sallıyordu. Evimizi sahiplenmiş gibi yavaş yavaş önündeki otları yiyiyordu. Uzun uzun ağladım. Onu bırakamazdım. Beni neden anlamıyorlardı. Benim hissettiklerimi onlar da neden hissetmiyordu. Annem babam bir süre beni yalnız bıraktılar. Ama kararımdan vazgeçmedim. Bildiğim bütün yolları denedim ve atı o gün bırakmadım. Akşam yemekte annem ve babam durumu tekrar anlattılar.
-Bak oğlum bu ata bakamayız. Zaten sakat bir at. Ölene kadar bize faydası olmaz. Hem durumumuz belli. İki keçiye ancak bakabiliyoruz. Hem baksak neyle besleriz. Atlar çok saman ve çok ot yerler. Arpa da lazım. Bütün bunları nereden bulacağız. Elimizdekilerle beslesek bile kışın yarısını geçiremeyiz. Üstelik bize hiç bir faydası yok. İki keçimiz de aç kalır. Ne yaparız ondan sonra? İlerde kendimize iyi bir at alırız inşallah, o zaman istediğin kadar binersin. Tamam mı oğlum? Dedi babam… Belki haklıydılar ama bunu kabul edemezdim. Başka bir yolu olmalıydı. Neden Allah’ım? Neden başka bir yolu yoktu bu durumun? Babama döndüm ve çok acı duyarak;
-O zaman baba, benim evde olmadığım bir zamanda onu bir yere götürün bırakın. Dedim ve ağladım. Babamın da gözleri dolmuştu.
-Tamam oğlum, benim akıllı ve düşünceli oğlum. İnşallah bir gün güzel bir atımız olur. Demişti. O gece geç saatlere kadar uyuyamadım. Yatağımın içinde kıvrandım durdum. Düşündükçe boğazım düğümleniyordu. Gözlerim doluyordu. Atı düşünüyordum. Sanki ben de ona ihanet etmiştim. Bir tekme de ben atmıştım ona. Gittiği her yerden kovulmuştu. Ben de aynı şeyi yapmıştım ona. Tek suçu ayağının sakat olmasıydı. İnsanlar neden bu kadar acımasızdı? Bu zavallı atı neden kimse istemiyordu artık? Ona aynı şeyi ben de yapmıştım. Ona ihanet etmiştim. Ben de acımasızdım. Ne zaman uyuduğumu hatırlayamıyorum. Rüyamda onu görmüştüm. Sırtına binmiş uzun çayırlara koşuyorduk. Upuzun kuyruğunu havaya kaldırmıştı, rüzgarın içinde uçuyorduk adeta… Köydeki arkadaşlarım imrenerek bakıyorlardı bana… Boynunu okşuyordum. Tımar yapıyordum. O da sevgisini göstermek için kuyruğunu sallıyor, bana dönerek ağzındaki otları çiğniyordu. Sonra yine biniyordum sırtına, bütün kırlarını, bahçelerini dolaşıyorduk köyümüzün. Bahçelerinde insanlar bize bakıp selam veriyorlardı.
…
Ter içinde uyandım. Gözlerimi açtığımda annem evi süpürüyordu. Babam ortalıkta yoktu. Her zamankinden daha geç uyanmıştım. Güneş avluya kadar vurmuş, dışarısı parlıyordu. Yine aydınlık bir kış günü olacaktı galiba… Birden yatağımdan fırladım. Aklıma o gelmişti. Pencereye koştum. Avluda atı bağladığım yerde yeller esiyordu. At yoktu. Anneme koştum;
-At nerede anne? Ne yaptınız?
-Dün konuşmuştuk ya oğlum. Baban gece sen uyuduktan sonra götürüp saldı onu… Belki onun için de daha hayırlı olmuştur. Hadi yüzünü yıka da sana kahvaltı hazırlayayım. Annemin son dediklerini duymadım. Pantolonumu ayağıma geçirdiğim gibi dışarı fırladım. Avluya koştum. Oradan duvara hızla tırmandım. Çöplüğe doğru baktım, at yoktu. Duvarın üstüne çıkıp iyice etrafa baktım. Geniş arazide hiç bir hareketlilik yoktu. Sadece karşı tepede içinde arkadaşlarımın olduğu çocuklar kayıyorlardı. Bir tek onların sesi geliyordu. Kurt kuş kaçmıştı sanki… Duvardan atladım ve karların içine bata bata evin arkasını dolandım. Evimizin arka tarafında bulunan araziden aşağı doğru koşarak indim. Birkaç duvarı tırmanarak, bazılarının üstünden atlayarak geçtim. Ayaklarım su içinde kalmıştı. Epeyce ilerledikten sonra biraz ötede bir yığıntının başında dolanan köpekleri gördüm. Ayaklarım birden tutmaz oldu. Düştüm, karların üstüne boylu boyunca uzanmıştım. Son bir gayretle tekrar ayağa kalkarak ilerledim. Ve oraya vardım. Atımın bir tek başı ve upuzun kuyruğu sağ kalmıştı. Gözlerini kapatmamıştı. Etraf kanlar içindeydi. Karların üzerinde epeyce çırpınmış olmalıydı. Her taraf kan çamur ve iz içindeydi. Yenilmişti… Bir kere daha yenilmişti. Önce insanlar ondan faydalanmış, alabildiklerini almışlardı. Artık işe yaramayınca terk edilmişti. Şimdi hayvanlar işlerine yarayan kısımlarını almış geriye kuyruğu ve kafatası kalmıştı. Etrafta kuşlar uçuyordu. Geri kalanını da onlar yiyecekti. Bembeyaz güzel atım. Daha dün bulmuştum onu. Mağrur duruşu, kuyruğunu sallayışı ve dost bakışları gözlerimin önünden gitmiyordu. Şimdi ise parçalara ayrılmış bir vaziyetteydi. Büyük bir kısmı da yırtıcı hayvanların midelerine inmişti artık. Geriye kuyruğu kalmıştı. Kuyruğunu elime aldım. Yüzüme sürdüm. Ağladım.
Şemsettin Kaya
24.11.2005 Ankara
(Berfin Bahar-Şubat 2006 Sayı:96)
(Yoğunluk- Temmuz, Ağustos 2006 Sayı:7-8)
[email protected]
YORUMLAR
Yazı çok güzel ve düşündürücü. kalem akıcı. Üslup sıkmıyor. Beğeniyle okudum...
Kutlarım saygılarımla...