- 1346 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
“VAKTİM YOKTU” MAZERETİ
Hangi vatandaşımıza sorsan rastgele bir konuda sıkışınca vereceği cevap genelde “Vaktim yoktu” olur. Aslında bu bir kolaya kaçma mazeretidir. Geçerli bir mazeret değildir. Çünkü bir günde bakamadı ya da yapamadıysa ikinci, üçüncü günde bakabilir, yapabilir veya okuyabilirdi.
Bir gün yirmi dört saat, bin dört yüz kırk dakika, seksen altı bin dört yüz saniye ve beş milyon yüz seksen dört bin milisaniyedir.
Bu değerlerin kıymeti varlığında bilinmez ama kaybettiğiniz zaman çok büyük zaman parçaları olduğunu görürsünüz.
Meselâ genelde çoğunluğumuz Müslüman olduğunu iftiharla söylemektedir. Yine bunu söyleyenin büyük bir çoğunluğu ömründe inandığını sandığı Kur’an-ı Kerim’in mealini bir defa açıp okumamıştır. Sadece adına inanmaktadır. Hemen eline alır öper ve duvara asar. Öcü gibi görür açıp içinde ne yazıyor diye bir bakmaz. Hatta başka bir kitabın üstüne Kur’an-ı Kerim yazıp vatandaşa versen genelde aynı saygıyı duyar ve duvarına asar.
“Aldığınız her nefesten hesaba çekileceksiniz” diye kitabındaki bir ayette bildiren Allah vaat ettiğini mutlaka yapacaktır. Çünkü gönderdiği kitap sadece öteki dünya için değildir. Öteki dünya zaten bu dünyada kazanılacak ya da kaybedilecektir. Hiç birimize yaratmadan önce fikrimizi sormadığına göre bu bilmeden ve isteğimiz dışında geldiğimiz tek dişi kalmış canavarlarla dolu dünyada nasıl hareket etmemiz gerektiğini ve öteki dünyayı nasıl kazanacağımızı anlatması gerekirdi.
Sizi patronunuz iş yerinde talimatını verip bırakıp gitti. Şimdi sizin onun talimatı dışına çıkma hakkınız veya şansınız var mı? Tabii ki yok, şayet çıkarsanız bu sizin o işyerinden ilişiği kesmenize de yeterli sebep sayılır. Patron talimat vermemiş olsaydı sizinde bir itiraz hakkınız mutlaka olurdu.
Allah da yarın mahşerde kullarının “Demedin” diye itiraz etmemeleri için dünyada yapacağımız her işin açıklamasını kitabında, daha derin yorumlarını da Peygamberi vasıtasıyla yaptırmıştır. Yani kulunun iyi ve kötü tüm yönlerini hesaba çekeceği için açıklamış ve yorumlatmıştır. Anlayacağımız şekilde açıklamasa veya yorumlatmasa zaten her şeyden hesaba çekemezdi. Bilgi verdiği kadarının hesabını sorardı. O her şeyi mükemmel yaratmıştır. Akıllı kulları hemen her sözüne itiraz ederlerdi. Oda bir kapıya vardığımızda kaç defa çalacağımızdan tutunda veresiye alış verişte mutlaka iki kefilli senet düzenlememize ve en gizli hallerimizin bile nasıl olması gerektiğine varıncaya kadar her türlü açıklamayı yapmıştır.
Şimdi Yetmiş yıl dünyada yaşayıp ölen birinin Allah’a karşı mazereti ne olabilir? Hele bizim gibi Müslüman’ım deyip de Kur’an-ı Kerim’in, peygamberimiz Hz. Muhammed Mustafa’nın neler söylediğine merak edip de bir defacık bakmadıysa yarın mezar ve mahşer hesabındaki sorulara ne cevap verebilir?
Hadi Yetmiş senenin on beş yılını ergenlik dönemi yani farz ve sünneti yapmaya başlamanın şart olduğu dönem diyelim. Hesabının verilmesi gereken koskocaman elli beş yılı ay, gün, saat, dakika, saniye ve milisaniye olarak hesaplarsak sonucu hesap makinesi hafızası almaz. Bir insan günde Yirmi üç bin defa nefes aldığına (İki kaynakta okudum) ve Allah da “Her nefesten hesaba çekileceksiniz” dediğine ve dediğini de yapacağına göre. “Vaktim Yoktu” gibi sözlerin geçerli mazeret olmadığını görürüz.
Tabii bu sadece ahiret hesabında değil dünyadaki kendimize ait işlerde ve birilerine verdiğimiz sözlerde de geçerli.
Bu saydığımız vakit ölçeklerinin kıymetini ancak kaybedenler çok iyi anlar. Şöyle ki;
Bir yılın değerini anlamak için; Sınıfta kalmış bir öğrenciye veya doktorun “Bir yıl ömrün kalmış” dediği insana sorun.
Bir ayın değerini anlamak için; Erken doğum yapmış bir anneye veya doktorun “Bir ay ömrün kalmış” dediği insana sorun.
Bir haftanın değerini anlamak için; Haftalık bir gazete, derginin editörüne veya doktorun “Bir hafta ömrün kalmış” dediği insana sorun.
Bir günün değerini anlamak için; Yevmiye ile çalışan bir işçiye veya doktorun “Bir gün ömrün kalmış” dediği insana sorun.
Bir saatin değerini anlamak için; Trafikte sıkışıp kalmış bir şoföre veya doktorun “Bir saat ömrün kalmış” dediği insana sorun.
Bir dakikanın değerini anlamak için; Uçağı, treni, imtihanı kaçıran birine sorun.
Bir saniyenin değerini anlamak için; Bir kazadan sağ çıkan birine sorun.
Bir milisaniyenin değerini anlamak için; Olimpiyatlarda gümüş madalya kazanmış birine sorun.
Yine izninizle bunları sondan başlayarak sırasıyla inceleyelim. Bir kaç milisaniye farkla altın madalyayı kaçıran bir sporcu ne kadar çok üzülür değil mi? Yüreği yanar gider ve çırpınır, belki sizinde başınıza gelmiştir.
En uzun süren mesela trafik kazası on beş saniye sürer. Diyelim ki siz zincirleme trafik kazası olan yere beş saniye geç geldiniz. Beş saniyede bir çok tedbir alıp kurtulabilirsiniz.
Hepimiz yolculuk yapıyoruz. Eğer bilette yazan zamandan önce gelip beklemezsek çoğu zaman o vasıtanın haklı olarak dakikasında peronundan hareket ettiğini görürüz.
Düşününki size doktorunuz bir saat ömrün kalmış dese siz o bir saate neler sığdırmazsınız? En azından elli tanıdığınız kişiyle görüşüp helâlleşirsiniz! Borç unutulmaz da eğer borçlarınız varsa hemen öder ya da ödeme talimatı verirsiniz. En çok sevdiğiniz yemekten yersiniz. En çok sevdiğiniz kişiyi görürsünüz değil mi? Palavra atıyor sanmayın. Benim tanıdığım birine doktor “Bir veya yarım saate ölür” dedi, dediği gibide oldu.
Bir günün kıymetini de yine alın teriyle en az sekiz saat (günümüzde iş arayan çok olduğundan on iki ya da on altı saate de çıkmaktadır aynı ücretle) çalışarak evine ekmek götüren veya bir gün ömrü kalan insan çok iyi bilir. Bir de günlerce parasını alamadığını düşünün çok acı çeker. Bir gün ömrü kalan insan yukarıda bir saat için saydıklarımın en az yirmi dört katını yapmak için gayret eder, çırpınır. Hatta alnı secde bilmeyen biri bile olsa belki de yirmi dört saat alnı secdeden kalkmaz. Ama tövbesi biraz zor kabul olunur her halde. Nisa Suresi On yedi ve On sekizinci ayetlere göre kabul olmaz ama yine sonucu Allah bilir. Her zaman her konuda son kararı Allah verir.
Bir haftanın da nasıl hızlı geçtiğini sorumlu gazeteci, dergici veya bir haftalık ömrü kalan insan anlar. Hele bir hafta ömrü kalan insan yukarıda saydıklarımın yedi katı değil belki yetmiş katını yapmak için ter döker.
Bir ayın değerini de yine bir ay erken doğduğu için göz nuru bebeğini kaybeden anne bilir. Bir ay sonra öleceğini bilse insan bir günde yapılabileceklerinin otuz katından fazlasını yapmaya çalışır ve belki de aklını kaybeder. Gece gündüz hiç uyumadan, dinlenmeden gayret eder.
Bir yılın değerini de tabii ki maddi ve manevi yönden çok zararlara uğramış sınıfında yıl kaybeden öğrenci bilir. Tabi bir yıl ömrü kalan insanda bir günde yapabileceği işlerin üç yüz altmış beş katından fazlasını yapmaya çalışır.
Yapmak zorundadır. Dünyanın parasını verse bir gözün, bir kulağın veya her hangi bir organının bedelini ödeyebilir mi insan? Bir organ için bile ne kadar şükür etsek azdır değil mi? Çünkü dönüşü olmayan bir başka dünyaya gidecektir. Talimatlara uyup uymadığı kontrol edilecektir. Uyduysa veya geçerli mazereti varsa paçayı kurtarır. Uymadıysa geçerli mazereti de yoksa paçayı kurtaramazsa, hiç mazeretsiz orda ellerini ovuşturursa ne olur hali?
Türkiye de insan ömrü nadiren yetmişe varıyor. Diyelim ki yetmiş yıl yaşamış bir kuluna Allah mahşerde sana “Yetmiş yıl ömür verdim, hadi bunun on beş yılında aklın ermiyordu ama elli beş yılında kendin ve benim için yapman gereken farz ve sünnet görevlerinden kaçını yaptın?” derse o kul ne diyebilir acaba?
Bir de “Bu elli beş yıllık ömründe dört yüz altmış bir milyon yedi yüz yirmi beş bin defa nefes alıp verdin? Ben sana “Aldığınız her nefesten hesaba çekeceğimi gönderdiğim kitapta demiştim ve bunun en ince açıklamasını da en son peygamberim yapmıştı. Şimdi bana acaba her nefesini nerede harcadığının hesabını verebilir misin?” derse kul ne diyebilir?
Mazereti olsa bile bir gün, bir ay, bir veya bir kaç yıl belki olur ama her halde elli beş yıl içinde mazereti hiç birimizin olamaz. Çünkü Allah savaş halindeyken bile namaz kılmayı emrediyor.
Değerli arkadaşım sizi karamsarlığa sürüklemek istemem. Tabi İslâm’ın beş şartı var. Bununda ilk şartı şahadet kelimesi getirmek ve bütün bir ömür boyu şirke düşmeden veya düşülmüşse tövbe edilerek sadık kalınması gerekiyor. Kişinin zerre kadar ayet ve sahih bir hadise ters düşmesi, küçümsemesi varsa zaten Müslüman değildir. İsterse namaz, oruç, zekât ve hac görevleri eksiksiz tamam olsun önemli değildir. Şirki olan kullar mahşerde hesap yerine bile getirilmeyecek, kör olarak diriltileceklerdir. Kul birinci şart olan şahadet kelimesinden hesabı tam verebilirse diğer dördünün hepsinden de sıfır not alsa bile Müslüman’dır. Şirki olmayan veya tövbe eden her kulu tövbesi sonucu Allah ya affederek ya cezasını çektirerek mutlaka cennetine koyacaktır. Çünkü Allah’ın affetmeyeceği tek günah bilerek veya bilmeyerek ona şirk koşmaktır ve şirkten dolayı tövbe etmemektir. Peygamberimiz şirki şöyle tarif etmektedir: “Şirk gecenin zifiri karanlığında düz bir taşın üzerinde yürüyen karıncanın ayak izinden gizlidir.” Şirkten Allah samimi inanan kullarını korusun.
Çevremiz sahte şeyhler ve müritlerle dolu. Tv nin birinde sahte şeyhin biri Allah’ın peygamberine bile söylemediği kıyametin tarihini hesaplamış açıklıyor. Ona öne iki bin yüz yirmi de kıyamet kopacakmış. Şimdi bu zevat ve arkasından giden müritleri şirk içinde kâfir değil de nedir halleri?
Kısacası bu sahte şeyhler bizim yerimize mahşerde hesap verecek değil. Biz hesap verirken onlar uzaklaşacak. “Onlardan duydum” deme şansımız, imkânınız yok. Çünkü Allah bize kitap ve peygamber göndermiş. Arkamızdan yapılan hayır ve duaların bile karanlıkta giden birine arkasından tutulan ışık kadar faydası olacaktır. Nasrettin hoca (affedersiniz) merkebiyle geziye çıkmış. O koklamış hoca torbasına koymuş dönünceye kadar devam etmiş. Döndüğünde de toplanan torbayı başına asmış. Hoca merkebine bakmış yemiyor. “Sen beğendin ben topladım” neden yemiyorsun? demiş. Bence kulların mahşerdeki durumu bundan farklı olmayacaktır. Yaptıklarımız ve yapmamız gerekip de yapmadıklarımızdan tek başımıza sorumluyuz. Ondan bundan duydum deme hakkımız yok.
Günümüzün şom ağızlı bazı müftü ve imamları hadis ve ayetleri eksik söyleyerek “Hacca gidenin bütün günahlarını Allah af eder” diyorlar. Hâlbuki sahih hadisi şerifte “Hakkıyla Hac yapanın bütün günahlarını Allah af eder” diyor. Orada hakkıyla hac yapan milyonda bir Müslüman ya var ya yok. Zaten hakkıyla hac yapan en fazla yedi Allah’ın sevgili kulu yüzü suyu hürmetine oradaki herkesin haccı kabul oluyormuş. Haccın kabul olması demek tüm günahların affı demek değil. Yalnızca beşinci görevini tam yapmış olur. Faiz parasıyla hacca gidenler var. Hangimizin kul hakkı yok ki? Onlarla yüzleşmeden bunların affı da mümkün değil. En azından her hangi bir konudaki ayet ve sahih hadisleri tam söylemek gerekir. Bir misafirlikte bile oturmanın adabı var. Orada hac yapmanın da bir adabı var. Gidin görün kaç Müslüman bu adaplara aynen uyuyor?
Yine sahih hadiste “Siz İslâm’ı öğle yaşayın ki görenler sizde dirilsin” diyor. Kaçımız bir dinsiz görünce Müslüman olacak şekilde örnek yaşıyor?
Mekke’nin insanı aynı peygamberimiz zamanındaki acımasız halinde, Medine’nin insanı da Allah’ın en sevgili kuluna kucak açtığı gündeki sıcaklığını muhafaza eder halindedir. Meselâ Mekke’de insanlar duruyor arabalar geçiyor, Medine’de ise arabalar duruyor insanlar geçiyor. Bu medeniyet farkı bir adres sorduğunuzda, bir alış veriş yaptığınızda da aynı sıcaklıkta görülmektedir.
Allah, kitap ve peygamber bir ama Müslümanlar kendi içinde bin parça. Tabi “Sürüden ayrılanı kurt kapar” misali bugün sözde Müslüman ülkelerde insanlar kan ağlıyor. İslâm demokrasidir. Mesela kurbanı en fazla yedi kişi keser, neden altı veya sekiz değil? Oylamayla uzlaşma olsun diye. Hangi İslâm ülkesinin bütün insanları insanca yaşatılıyor? Önce kendi krallık idareleri altında inim inim inletiliyor. Ondan sonrada dış güçlerin emrinde eşkıya guruplar çıkıyor. Demokrasi getireceğiz diyen kâfirlerde istedikleri gibi at oynatıyorlar. Ne zaman soğuyacağı belli olmayan suyu Müslüman kanı olan kaynar kazanlar kaynatıyorlar.
Af etmek ya da etmemek sadece Allah’ın tekelinde bir olay! Hiç bir kulu ilgilendirmez. Bir de yüzde yüz cennetlik Hz. Ali ve Hz. Ömer “Tövbeyle uğraşmaktansa günah işlemeyiniz” diyor. Çünkü hiç bir ayette af garantisi yok. “Bir kuru yaprağın kıpırdaması dahi onun bilgisi dahilinde olur.” Bu konuda da ayet var.
Günümüzde sigara içen müftü ve imamlar mekruh olduğunu söylerler. Ama T.C. Diyanet İşleri Başkanlığının İslâm ilmihalinde “Sigara haram” olarak açıklanmış ve ispatlanmış. Mantıken de haram olması gerekir. “Haram ama içiyorum” diyen dinden çıkmaz günahkâr olur. “Haram değil” diyen dinden çıkar. Çünkü hem kişi ve kişilerin sağlığına zararlı hem de aile fertlerinin hakkını zayi ediyor.
En başta gelen ve en önemlisi olan şahadet kelimesi getirdikten sonra hiç şirke düşmemek ve bilerek bilmeyerek şirke düşmüşsek bundan tövbe etmemizdir. Ne kadar günahkârda olsak, çok ibadet eden biri de olsak en önemli olanı Allah’ı razı etmektir. Allah’ın hacet kapısının açık olduğu bir zamanda iyilik edilen birinin yürekten dediği bir “Allah razı olsun” kişiyi kurtarabileceği gibi, belki bir kötülük sonucunda “Allah belasını versin” demesi kişiyi helâk da edebilir.
Yapılan ibadetlerin kabul olduğunu sadece Allah bilir. Günahları da sadece affetmeye o yetkilidir. Ümitsiz olmamak lazım! Yani ümitle ümitsizlik arasında ince bir çizgide yaşamamız lazım!
Allah’ın af kapısı bazı müftü ve imamların dediği gibi sonuna kadar açık değil ama hiç bir zaman tamamen kapalıda değil. Ancak bin beş yüz yıldır geçerli (Maide suresi:3. ayet) tek din İslâm’dan habersiz olan bir kul aklı başına gelince şahadet kelimesi getirip de Müslüman olursa o kulun o ana kadarki tüm günahları af olur. Mazeret olarak da “Aklım başıma o zaman geldi Allah’ım” dese kendini kurtarır. Gazeteden okuduğuma göre İki bin dokuz yılı içinde bir sahil ilçemizde Hıristiyan biri müftülükte şahadet kelimesini söyledikten iki saat sonra ölmüş. İşte o kul sadece iki saatten hesaba çekilecek, sorumlu tutulacak. Peygamberimizin sevgili amcasını şehit eden Vahşi pişman olduğu için geçmiş günahlarının affını garanti ede Zümer Suresi 53.ayet inince Müslüman olmuş. Onlar belki bu ayete göre kurtulabilir ama ya biz?
Günümüzde şirke düşmeyen kulu bulmak mümkün değil gibi. Namazda kırk defa okuduğu Fatiha’nın ve diğer surelerin manasını bilmeden beş vakit camiden çıkmayanların bile bence yüzde doksanı şirk içindedir. Meselâ içinde o anda bin kişinin namaz kıldığı bir caminin iki kapısına dargın iki kişi dursa ve çıkan herkese yalvarsa Hucurat suresi 10. ayette emredilen “Müslüman kardeşlerinizin arasını bulunuz” emrini yerine %99,99 u yerine getirmezler, yalvarmalara kulak bile asmazlar, duymazdan gelirler. Sanki o emir farz değilmiş gibi. Üstelik bu emri yerine getirirken yalan söylemeye de izin olduğu halde. Denemeye var mısınız? Ben varım. Kime yalvardıysam böyle bir Müslüman henüz bulamadım.
Mübarek bir Ramazan ayıydı. Gecenin saat dördünde bir il merkezine vardım. Merkez camisini buldum. İhtiyaç sıkıntısı vardı. Kapıyı çaldım bekçi uyandı ama açmadı, yerli birini bulup içeri bağırttırdım bekçi bir türlü WC kapısını açmadı. Sabah ezanı okundu mübarek Ramazan günü elinde Kur’an-ı Kerim’le namaza gelen bazı Müslüman’lara yalvardım tek biri bile ilgilenmedi.
Hucurat suresi 10. ayete göre bana yardım etmesi için yalvardığım ve haklı olduğum için karşı tarafın şerrinden korkarak ilgilenmeyen sözde Müslümanların tamamından huzuru mahşerde davacıyım.
Değerli dostum “Vaktim Yoktu” sözünün mazeret olmadığını dini açıdan incelemeye çalıştım ama bu sosyal hayatımızda da bence geçerli bir mazeret değildir.
Verdiğimiz söz ilk saat, ilk gün, ilk ay olmazsa peşini bırakmayıp takip eden saat veya saatlerde, gün veya günlerde, ay veya aylarda yapıp mahcup olmamalıyız. Birde vaktinde yapamadığımız takdirde özrümüzle birlikte karşı tarafa özür dileyerek bilgi vermemiz gerekir. Benim bildiğim kültürlü ve Müslüman insana yakışan budur.
Siz ne dersiniz!
Dursun Yeşil – 02.01.2010
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.