- 923 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
AKŞAM SİNEMALARI, SİNEMA DÜŞLERİ
Ne günlerdi o günler ama... Sabahtan öğleye kadar okulda, öğleden sonra tarlalarda... Akşam mı? Akşamları en güzel zamandır köyde bize. Ya "cun" denen bir oyunda herkes, ya heyecanlı bir kıssa, bir masal peşinde, ya da izlenen bir filmin yorumu ve tartışmalarındadır. Günlerden cumartesiyse hele, kesin olarak en güzel gündür. Çünkü akşamları herkes en güzel elbiselerini giyinir, gençler briyantinler sürer saçlarına mutlaka. Sinemaya gitmeye hazırlanan herkes bir artisttir o gece. Cüneyt Arkın gibi asi, kahraman; Yılmaz Güney gibi mağrur ve soğukkanlı; Tarık Akan gibi yürek yakandır...
Biz zavallı çocuklar ağabeylerimize yalvarmakla meşgulüzdür bu şenlikte. Malum ya, küçüğüz: "Git oğlum, uğraşamam sinemada uyumalarınla!" deyip bizi azarlamalarından korkarak yalvaran gözlerle bakarız onlara. Enayi değil ya onlar, insafa gelirlerse o günkü bayramın en büyük payı bizimdir. Nasıl bir mutluluk olur Allah’ım o gün, nasıl! Ne övgüler yağdırırız büyüklerimize.
Kaç kere sırf bir sonraki hafta reddedilmemek için uykumu bölüp bölüp film izler gibi yaparak uyuklamışım koltuklarında sinemaların. Film bitti sinyalleri gelince seyirci gürültüsünden bir ok gibi fırlamış adamım horladığım koltuktan. Üç kilometrelik yolu koşarak gitmişim beynimde uyku düşleri. Gelip geçtiğimiz tarlalardan mis gibi salatalıklar koparıp yemek, kıpkırmızı, sulu domatesler...
* *
*
Bir gün bir cep radyosu geldi İstanbul’daki kuzenimden. Ne radyoydu ama... Sabah akşam benimle uyur, benimle uyanırdı. Bir sabah uyandım sabahın köründe. Açık unutmuşum. İyice zayıflamış pilleri cızır cızır çalışıyor. Şakir Öner Günhan keyifle türkü söylüyor: "Tarlayaaaa ektim soğaaannnn ..." İlk kez o türküyü o sabah sevmiştim.
Türküden sonra "Köyden Haberler" programı tekrar başladı. Kulaklarıma inanamadım:" Sayın Dinleyiciler, bu yılın ilk turfanda biber ve salatalığını Hatay’ın Samandağ ilçesine bağlı Sutaşı köyünden Mehmet Ali Hüzmeli adlı bir çiftçi yetiştirmiştir. Alınan bilgiye göre..." diye süren haber beni yerimden hoplattı. Az daha çığlık atacaktım. Radyo bizim köyden bahseder miydi hiç? Hem de kimden söz ediyor? Teyzemin oğlundan. Sutaşı ve Mehmet Ali Hüzmeli... Çığlık atmaktan vazgeçip annemi uyandırdım heyecanla. Her zaman erkenden uyanan annem bugün geç kalmıştı üstelik. Ama gel de uyandır uyandırabilirsen, nafile! Meğer zavallı annem, aynı gece sabahlara kadar evimizin önündeki salatalıkları don vurgunundan korumak içim sabahlara kadar onların başında adeta nöbet tutmuş. Seralara ateş yakarak, fideleri ısıtarak geceyi tamamlamış.
Artık kültüre doğru ilk adımlarımı atmıştım. Dünyada olup bitenleri ilk duyan kişiydim köyde. Haberleri benden alırdı millet ilkin. İlk şarkıları, türküleri ben dinlerdim. Sonra millet onların 45’liklerini alır, pikaplarında çalardı akşamları. Hele akşam yedi oldu mu herkes Kıbrıs Radyosu’nu açmış haber dinlerdi. "Sayın dinleyiciler, burası Kıbrıs Radyosu Korperasyonu. Şimdi haberleri veriyoruz. Kıbrıs Cumhurbaşkanı Makarios, Almanya ziyaretini tamamlayıp bu sabah Kıbrıs’a vasıl olmuştur." türünden cümleler söylenirdi Rum aksanıyla. Bu bozuk Türkçeye itirazım yoktu da şu "korperasyon" sözcüğüne çok takılırdım.Ardından 19.15’te yanlış anımsamıyorsam istek programı. En çok istenen parçalar orada dinlenirdi: Şu Sazıma Bir Düzen Ver, Kan ve Gül, Yalan Dünya, Samanyolu.
Yumurcak, bir Yumurcak olabilir miydim acaba? Ben zaten gerçek hayatında Yumurcak’ın yaşadıklarına taş çıkartacak şeyler yaşıyordum. Allah’a şükür annem kanser olmamıştı; ama hastalıktan babasını kaybetmiş bir çocuktum. Annem zengin konaklarında hiç yaşamamıştı, böyle bir hayali bile olamamıştı. Ben, Kemalettin Tuğcu’nun "Köprüaltı Çocukları" kadar sefillikte onurlu yaşamış bir kahramandım zaten. Beni keşfedecek bir mucize bekliyordum.
Yılmaz Köksal’ın Cemo’sunu Samandağı’nda çektiğini duyduğumda çok heyecanlanmıştım. Ama beni film setine götürecek kimim var ki, diye düşününce bu hayalim de suya düştü. İçim burkuldu hafiften.
Aralıksız sinema kitapları da okumaya başlamıştım. Piyasada o zamanlar çok az olan film senaryolarına, yok denecek kadar az olan harçlığımdan paralar ayırıp kitaplar alıyordum.Yılmaz Güney’in "Salpa"sı, hayatımda okuduğum ilk senaryodur. Yine Yılmaz Güney’in Boynu Bükük Öldüler romanını aynı zevkle okudum. Çünkü bunlar sinema şöleninin bir başka boyutuydu. Kendimi iyiden iyiye sinemaya vermiştim.
Sinema için bir sorun da vücut geliştirmekti. Spor yapıyordum. Hiç umulmayack şekilde hem de. Sırtüstü köprü kurup üç kişiyi karnımın üzerinde taşıyacak kadar güçlenmiştim. Benden büyüklerle futbol oynuyor, oyunumu beğeniyorlardı üstelik. Takla üstüne taklalar atıp adeta kendimi benden büyüklere beğendirmek için şempanzelik ediyordum. Başarılı olmuyor da değildim hani.
Yılmaz Güney’in canlandırdığı tipler beni yoksulluktan kurtaran birer Promete’ydi. Bir gün Yılmaz Güney’in hapse atılışını gazetede okuduğumda sinemayla arama bir kara kedi girdi sanki, sinemaya küstüm adeta. Gönülsüz gitmeye başladım.
Aklım fikrim sinemadaydı yine. Ama umutlarım zayıflamıştı iyice. Hayat dergisinin bir sayısında Yılmaz Güney’in adresi vardı. Cesaret edip Yılmaz Güney’e mektup yazacağım ama tenezzül edip bana cevap yazar mı acaba? Uzun uzun düşündüm bunu. Kimseye söylemeden uzun uzun yazdım her şeyi, yolladım mektubu. Yanlış hatırlamıyorsam Kayseri Cezaevi’ne...
* *
*
Aradan altı ay geçti. Cevap yok. Ona da küstüm, kırıldım.
Sosyal Bilgiler yazılımın olduğu bir sabah erkenden geldim, yağmur çamur içinde zor attım kendimi okula. İçeri girerken hademe gelip Saman kağıdından bir zarf uzattı bana. Hiç unutmam. Üç dört kağıt konmuş içine oldukça uzun bir mektup. Üstünde "GÖRÜLMÜŞTÜR" damgası... Okudum okudum, defalarca okudum. Hatırladığım mektup başlarında gecikmeden dolayı bir özür ve cezaevi değişikliğinden doğan bir gerekçe. Hayallerimle ilgili bir sürü öğüt, bir sürü yorum ve o yaşlarda anlayamadığım bazı sözler.
Yılmaz Güney’den, hem de sayfalar dolusu bir mektup almak bana güç vermişti küçücük yaşta. Fakat sinema artık bana uzaktı. Hem de çok uzak. Bir yıldız kadar. Belki de bir veda sahnesindeydim sinemanın; sevdiğime son el sallayışlarım belki de. Elveda sinema, elveda aşkım!
Nuri SAĞALTICI
Yazar Eposta : [email protected]
YORUMLAR
***
"Ben, Kemalettin Tuğcu’nun "Köprüaltı Çocukları" kadar sefillikte onurlu yaşamış bir kahramandım zaten."
***
Değerli hocam,yazılarınızı severek,keyifle okuyorum.
Sevdasını yitirmemişlerin,sabırla tane tane,bilinç aktarımını...
Bunu yaparken ki titizliğinizi görüyorum.
Ders kitabı dışında ilk okuduğum kitaptı "Köprüaltı çocukları".
İlkokul 4. sınıftaydım ve sebebini hala bilemediğim bir biçimde,sanki utanılacak bir şeymiş gibi,
öğretmenimiz"Kemalettin Tuğcu" okumamamızı öğütlemişti.
Tuğcu'nun kahramanları gerçekten halktı.Halkın en fakir,en zorlu kesimiydi.
Çok sonra ve hala "Kemalettin Tuğcu" okuyup sevenlerin,siyasetin halk kefesinde
yer alışını sevinçle karşılıyorum.
Yolculuğunuz, sevdanız, sinemayla sürmüş ne mutlu.
Cüneyt Arkın'ın asiliğini,Yılmaz Güney'in mağrur soğukkanlılığını,Tarık Akan'ı...aktarmışsınız.
"Türk sinemasını" izlerken,karı-koca ağlayangillerdeniz hala...ve çokça bulunduğumuzu biliyorum.
Koruyabildiyseniz,Yılmaz Güney'in mektubunu paylaşmanızı çok isterdim.
Varolun hep.Selam,saygı.
nurisagaltici
Yılmaz Güney'le ilgili mektubuma gelince... Hayatımda en çok üzülüp pişmanlık duyduğum olaylardandır onu koruyamamış olmak. Kendimi gerçekten ezik ve suçlu hissediyorum. Halbuki şimdi ne kadar değerli olurdu o mektup değil mi elimde olsaydı? :(((
Mektubun kendisi yok ama o yıllarda büyük bir sanatçıdan böyle bir mektup almış olmak belki beni edebiyata ve sanata taşıyan köprülerden olmuştur emin olun.
Yazılarıma gösterdiğiniz ilgi için bir kez daha teşekkürler, saygılar...
nurisagaltici
Yazımla ilgili güzel düşüncelerinize çok teşekkür ediyorum, saygılar...