- 1204 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
İstanbul'a Çağrı!
İSTANBUL’A ÇAĞRI
(Bu hikaye Ümraniye Belediyesi 6. Geleneksel İstanbul KonuluHikaye yarışmasına katılmıştır.)
Roza’nın günlerce yazdığı mektupları cevapsız bırakmıştım. İstanbul’u bırakıp gitmek zorunda kaldığım bu toprakları bende terk etmek istemezdim. Benim için duyduğu hasreti anlayabiliyordum. Kendimi İstanbullu sanıp böbürlendiğim bir günde buralı olmadığımı öğrenmiştim. Soyağacımdaki yerimi bulabilmek için geldiğim bu ülkelerde yalnızlığım benimde Rozanın’ ki gibiydi. Nereden geldiğimi soyumun ne olduğunu anlamak için gittiğim Türkmenistan’da apayrı bir Türkiye gibiydi! Daha önemlisi İstanbul ve Roza yoktu burada! Onun bana yazdığı mektupları daha önce yanıtlayamadığım için çok üzüldüm. Benim araştırmalarımın ve Roza’nın bana anlattıklarının bir öyküye pekala malzeme oluşturulabilecek yeterlilikte olduklarını fark ettim. Aşk ya da ayrılık mektubu yazmak zorunda kalan birçok kişinin kendini yazar sanma tuzağına düştüğü görülmüştü. Ama ben yinede cesaretle öyküleştirdim. Bana defalarca yazdığı mektuplarında bir kaçı.
Sevgili Çağrı,
Uzak bir geçmişi göz ardı edilemeyecek değişikliklere bugüne getirebilen bir rüyanın anlatımı ve unutulmaz kılınması için yeterli bir başlangıç olabilirdi İstanbul’a gelmen. Rüyamda kollarımı açmıştım sana ve sen bana doğru koşuyordun. Yeni hikayelerle geliyor gibiydik birbirimize. Çünkü yıllar geçti aradan. Umudu hüznü ve değişen mevsimleri yaşadık. Bambaşka iklimlerde bambaşka insanların olduk. Bir bakışta bir gülüşte ya da bir gece boyunca yaşamak istediğimiz ve kimileyin bulduğumuzu sandığımız sevdaları andık. Ama ayrılık hep yaşanacaktı ve sonuç ne olursa olsun hiçbir zaman bitmeyecekti sonlanamayacaktı bir insana yolculuğumuz. Hiç kimseyle paylaşamayacağım bu uzun ve tehlikeli hayale birazda bu yüzden çıkacaktım. Uzun yıllar geçti aradan, bak bu sihirli cümleyi bir kez daha yineliyorum. İşte şimdi yeniden paylaşabiliriz. O anlatılamayacak suskunluğumuzu unutup, buruk bir gülümsemeyle birbirimize yeniden bakabiliriz. Çünkü kimi tutkular sonuna kadar yaşanabildiğinde bir başkasında hep bir şeyler bırakır. Benim için duymuş olabileceğin hasreti anlıyorum. Örneğin bu rüyanın er ya da geç bir metne dönüşebileceğini sezinleyebiliyorum eğer hala yazıyorsan! Çok özlediğin İstanbul’u anlatarak özlemini gidermeye çalışacağım. İstanbul da her şey bildiğin gibi sadece sen yoksun akşamlarda, sabahlarda! Bilirsin Beyoğlu akşamları serin bir rüzgarla başlar, önce gecenin rengi, sonra kokusu gelir. Gece parfüm kokar buram, buram. Koklarım! İçime çekerim bu kokuyu senin kokun sanarak her akşam! Bu kokuya bazen Meryem’in nefesi, bazen semazenlerin teri bazen de bir Ermeni karısının çığlığı, bazen Anadolu’dan artist olmaya gelmiş kızlarımızın göbek kokusu siner. Arkasından genç ve çok güzel sandığınız kızların kokusu birbirine karışır bir tımarhaneden boşanmış gibi edalarından onların aslında erkek kılığındaki kızlarımız olduğunu anlarsın hemen! Cami avlularında dört dönüp dans eder gibi dolaşan semazenlerin gül kokularını da hemen alırım ben bu zaten benim kokumdur! Parfümlüler parfümsüzler bu kokuları kaybetme korkusuyla koklamaktan korkarlar! Zannederler ki koklanınca kokular birer, birer kaçıp çiçeklerin bahçesine sığınacaklar bu çiçeklerde dünyaya kokularını bir daha yaymayacaklar! Dar bir koridor gibi uzanan bu sokaktaki yapılarda Avrupa mimarisinin en güzel örneklerinden olan akşamları yanan fenerleriyle dikkati çeken kiliselerin ve yapıların ihtişamını da apayrı bir keyifle hayranlıkla seyrederim. Cephe süslerinin simetrik olan ya da olmayan görüntüsüne mest olurum. Bu parfümlerin kokuları insanı yoldan çıkaracak kadar güçlüdür. Evi barkı olmayanların gece kiliseye ve camiye sığınıp Meryem’in koynunda bir ihtiyar rüya yorgunluğuyla bu kokularla rehavet aradığı da bilinir. Bu evsiz barksızlar her gün sabahları dünyaya bir peygamber müjdecisi gibi cesaretle uyanır ve hayret veren bir çöküşle yeni renkli desenli bu parfüm kokulu sokağın dar koridorlarındaki ara sokaklarda bulunan dehlizlerde kendi kokularına aldırış etmeden dolaşmaya başlarlar. İçlerini sevinçle yıkayan ibadetleridir bu onların. Anlatmakla dinmez bu şehre duyulan özlem! Döneceğini biliyorum! Çünkü bu şehre geleceksin istesen de istemesen de! Beni, bu şehri bu sokağı görme hasreti yıllarca peşini kovalayacak! Bu kokular burnunun direğini sızlatacak! Her gün Galata Mevlevi hanesinde senin dönmem için çağrı yapıyorum! Uzak bir geçmişi göz ardı edilemeyecek değişiklerle bu güne getirebilen bir rüyanın içerisindeyim! Sevgilerimle.
Sevgili Roza,
Mektuplarını daha önce yanıtlamadığım için özür dilerim. Kimi şeyleri yanlış anlayabilirsin biliyorum ama sende İstanbullu değilsin ki! Bu suskunluğun çok basit bir nedeni var bu kadar farklı bir kültürle dolu, dolu yaşayan bu ülkenin insanları arasında zaten yalnızlığımızı hiç bize hissettirilmedi. Bu toprakları ben terk etmedim. Tabi ki döneceğim en kısa zamanda. İstanbul’u, denizi, güneşi ve seni aradım ben bu topraklarda. Ülkemin alabildiğine uzanan kıyılarına hasretim. Soyağacımdaki ayrıntıların şiiri için buradayım. Bambaşka bir şehrin sokaklarında sanırım bu yüzden kalmak istedim. Düşünmek ve tüm tehlikelere karşı kendi sesimi bir kez daha dinlemek istedim. Ama bir sevda söz konusu olunca insan hiçbir yere yalnız gidemiyor! Hele bu hasretlik bir şehir ve kadın olunca hiç baş edilmiyor. Hüsranlarını, ayrılıklarını hep beraberinde götürüyor aslında insan. Hiçbir zaman da yalnız kalamıyoruz da diyebiliriz buna. O anlarda insan ne soyağacını düşünüyor ne de nereli olduğunu? Şimdi yanımda olsaydın diyorum. Hasretinizi çekiyorum! Bir çeşmeye, bir sokağa, bir yemek kokusuna, yıllar yılı yaşadığım, doğup büyüdüğüm şehre bile değişik anlamlar yüklüyorum artık. Yazdığın kokular, renkler ve görüntüler! Artık her şey bir çağrışımdır benim için adım gibi! Çağrılan Çağrı bu çağrışımların sesine kulak verme zamanının geldiğinin bilincinde. Bu nafile sevdayı sürdürmek için beni İstanbul’a tekrar davet ediyorsun. Bu gelişin sonuçlarına kendimi hazırlayabilirim! Ömrümün hemen, hemen tümünü geçirdiğim kentin kimi ev içlerine de sinen deniz kokusunu seninle birlikte duyumsayabilmek isterim. Bunun için sana hep anlatmaya çalıştığım gibi yitirdiklerimizin ölçüsü çok önemli olacak. Benim için yalnızca iki seçenek var. O günlerde ya bambaşka bir sevdanın peşinde koşuyor, biraz küskün, biraz da kırgın herhangi bir yuvaya temelli olarak dönmüş olacağım. Ya da kimi şehirlerde düşlerde de yaşanabileceğini düşünmüş olacağım! Garip bir durum! Açıklaması güç bir duygu bu! Ve öyle sanıyorum ki bu durum zorunlu sürgünlerin doğup büyüdükleri topraklara dönmek istemelerindeki bir arzuyla kimi benzerlikler gösterebiliyor olması. Ne de olsa bir yaşam buyunca hayalimize giren şehirlerin bir ezgi, bir koku ya da yaşanmış bir sevdayla özdeş olabilmelerdir. Sana ve İstanbul’a olan sadakatsizliğimi bağışla! Sevgilerimle.
Sevgili Çağrı,
Biliyorum ki ‘Birlik’ felsefi içerisinde olanların hayattan bir kaçışı olamaz. Sadıktırlar yaşamdaki her şeye asla onlar için sadakatsiz sözcüğünü söyleyemeyiz. Sadakat bir ihanet değil bir kaçıştır senin de bildiğin gibi hiçbir şeyden kaçamazlar! Bu düşüncede yaşamdaki her şey ilahi aşkta kendini bulup kaybettikçe hayatı ve insanı bulur. Burada her şey yaratıcı aydınlığın ve aşkın kendisi olan Allah’ın etrafında döner. Ona doğru yükselir, onda kaybolur, ondan doğar ve ayrılır. Tekrar onunla birbirleriyle birleşir. Her şey burada birbirini özler, birbirinin aynıdır, birbirine cevap verir. Bu mahşerde ne öldüren ne öldürülen, ne seven, ne sevilen birbirinden fark edilir. Ne soyağacına, ne memleketine bakılır. O akşam semada gördüğün insanları ertesi sabah Beyoğlu’nda ki çarşıda, pazarda işlerinin başında görürüsün. İlk zamanlar onların dergahında onlarla raks ederken klasik Türk musikisinin o gamlı estetiğinde eriyip aşka davet eden hüznünde yok olacağımızı hissederdim! Her gün yok olurduk Galata Mevlevi hanesinde raks ederken! Yokluktan Hiçliğe, Hiçlikten Yokluk aleminin seyrine dalardık! Bu raks ölmek ve ertesi sabah dirilmenin de sırrıydı. Bu insanların arasına şimdiye kadar neden katılamadığıma ve onlarsız geçen zamanıma üzülür dururum. Adın neden Roza diyen yoktu ki burada! Sadece bu alem de hiçbir şey değişmiyor! Sende biliyorsun ki değişen dünya gibi İstanbul’ da çok değişti. Bizim zamanımızda zengin, fakir her sınıf beraberce Beyoğlu’nda eğlenirdik. Müşterek zevk gibi bir şeydi bu. Bir yandan ekonominin değişmesi öbür yandan bu müşterek zevkin kalmaması, dışarıdan gelen bir yığın yeni modanın ve hasretin her gün bizi birbirimizden biraz daha ayırması, eskiye karşı duyulan haklı haksız bir yığın tepki. İstanbul’u bütün halkının beraberce eğlendiği bir şehir olmaktan çıkardı. Bazı yenilikleri anlatmak istiyorum. Avrupa’nın ikinci eski metrosu Tünel hala en kısa metro unvanını koruyor. Galata bölgesine bu tünelle gitmek mümkün! Tünelin üst ucu İstiklal caddesinin başlangıcıdır. Eski tramvayların tekrar servise konulduğu sadece yayalara açık cadde. Cumhuriyet devrinden beri konsolosluklara tahsisi edilen eski elçilik binaları hala eski ihtişamını koruyor. Tünelin üst kısmında Mevlevi tekkesi var. 18.yüz yıldan kalma bu eşsiz yapıda genellikle günlerimiz raks ederek sohbet ederek geçiriyor. Erenlerin sofrası da diyebiliriz buna. Galatasaray Lisesi yine her sene yaptığı geleneksel pilav günlerini yapıyor. Bıraktığın gibi otantik restoranlar, pastaneler, balık pazarı içindeki ve yanındaki Çiçek pasajı. Akşamları klarnet, keman, kanun ve akordion eşliğinde İstanbullular yemeklerini yiyorlar. Pera yine bu ülkeli olmayan bizim gibi yabancı ve üst düzey İstanbullu konuklarını ağırlıyor her zamanki sessizliğiyle. Sadece sen yoksun! Çağrı. Çağrılarımıza kulaklarını açman dileğiyle!
Sevgilerimle.
Sevgili Roza,
Işıklar sönünce boynu bükük evlatlıklar gibi hüzünle evime dönüyorum. Yüreğimi buran sevgiyi anlatacak bir dostu bulurum diye umutla bekliyor, her akşam aynı hüsranla çaresiz ve mahzun dönüşlerimin kahrından eriyorum. Acıların ortak umutsuzluğa dönüştüğü her tehlikede hayatın kazançlı çıkılacak imkanlarını dar bir odanın nemli karanlığında kaybettiğimi biliyorum. Örselenen duygularım her vesile ile boy verip geleceğimi yönlendiriyor. Bu güne gelinceye kadar hoyrat bir hayatın zincirlerini kırmış, büyük hedeflerimin ufkunu seyredebileceği engin denizler aşmıştım ama burada da yaşamın sığ bir sahilindeydim. Bir muskada bir kader çizgisinin yaşanmış bütün değerlerini yücelten ve insanları mutlulukların doruklarında dolaştıran ilahi kudretin var olduğuna ben de inanıyordum. Yıllarca boşlukta durup ıslah olacağım günü bekler gibiydim. Burada tılsımlı nice dergah varsa bende hepsine yüz sürdüm. Hepsinden aldığım ilhamla şükür ki ben de Allaha kavuştum! Bazen bu büyük huzur dünyasını has bahçeye benzer bir mahşer gibi içimde hissediyorum! Şimdi anlıyorum ki Musa, İsa ve Muhammed’ deki ruh şahadetteki vücudu doldurmuştu. Artık sana yazmayıp, Eyüp yöresi ne şahadet edip tekrar yüz sürmek için geleceğim! Bu yöre yokluğumda ne kadar değişti bana anlatır mısın? Sevgilerimle.
Sevgili Çağrı; Anladığım kadarıyla artık bir cemaat kardeşiyiz ikimiz. Bu kardeşlik yardımlaşmayı ve dayanışmayı dini bir ilke gibi kutsallaştırıyor. Geldiğinde karanlık kaybolacak ikimizde bir nur denizinin içinde gömülmüş gibi rahat ve huzurlu olacağız. Bizi olgunlaştıran o sabır terbiyesi ile bundan sonra her şey çok daha kolay olacak. Vatanperver duyguların, dini inançların, ahlaki değerlerin terkibini birlikte kuracağız. Eyüp’ camii ihvan meclislerinde söylenen aşkın musikisinden nağmeler taşıyor. Beyoğlu’ndaki parfüm kokularının özü olan çiçekler burada kasidelerin mısralarında yer alıyor. Gül, karanfil, şebboy kokusunu da duyuyorsun bu ilahilerde. Onları ne mükemmel bestelenmişlerdi Ahmet Yesevi ve Aziz Mahmut Hüdai Hazretleri. Hasretini çektiğimiz bu sıcak yuvanın her hücresini sana yazmak isterim. Bu dergahların ilahilerini dinlerken gözlerimi kapatır, uhrevi düzenin huzurunda gönül yarasını tedavi eden merhem şifası bulurum. Bu imanı annemin her gece kendisine üflediği duaların Meryem ana karşısında yaktığı kokulu mumlarda da hissederdim. Müslüman olduğum bu ülkede namazın nasıl kılındığını çocukluğumdan beri herkesi gözleyerek, gözlerimin önüne getirerek nasıl taklit ettiğimi hatırlayarak anarım. Kuran okumayı öğrendiğim günleri de hiç unutamam! Çünkü telaffuz bile edemediğim o mistik alfabenin sırrını ermek için Arapça ve Farsça öğrenmiştim. Eyüp hiç değişmedi. Tepelerin yamaçların yer, yer koyu servilerin de bulunduğu mezarlıklar artık doldu. İnsanlar Eyüp Türbesini ziyaret etmek için yine ülkenin ve dünyanın dört bir yanından geliyor. Osmanlı mimarisinin oymacılığının yansıdığı ahşap evleri ve Pierre Loti kahvesiyle meşhur Galata’ya bakan tepesinde de her çeşit kahve var artık! Bildiğin gibi manzaranın hüznünün güzelliğine varmak için mükemmel bir mekandır orası. Her tarafı pitoresk görüntülerle doludur. Sana yazacağım son mektup olacak bu. Biliyorum en kısa zamanda burada olacaksın. Hummalı başım bir sevdalı göğsün üstünde uyumaya hasret! Yalnızca ekmek parasına göçülmüyor bu İstanbul’a taşındaki toprağındaki altınının güzelliğine, bereketine, ışığına da koşuyoruz. Çünkü cesareti ve şansı olanlara kendi tercihlerini yapabilmek, kendisi gibi yaşayabilmek rüyasını da bazen yaşatabiliyor bu muhteşem, bu sihirbaz İstanbul. Aslında bir İstanbul rüyası görmek için koşuyoruz buraya. Bütün al beni bu! Burada Ermenistanlı Roza, Türkistanlı Çağrı, Ordulu İlhan, Adanalı Beyhan, Urfalı Bedirhan değiliz artık, biz buralı oluyor ve kendimiz gibi yaşama şansına sahip olabiliyoruz. Rüyayı yaşatıyor mu, yoksa rüyadan mı uyandırıyor bilinmez! Seni bekliyoruz ben ve İstanbul. Sevgilerimle.
Rozanın mektuplarından sonra aslında kendi vatanındaki ayrımcılık onu hayal kırıklığına uğratmıştı. Burada, kuşaklar boyu yaşadığı Türkiye’de görmediklerini görüyordu. Adının Çağrı olduğunu öğrenene kadar kişiliğine gösterilen sevgi birden değişiveriyor ve çabucak yabancı kategorisine yerleştiriliyordu. İsrail’in Filistin’lilere yaptığı gibi. Sorunun din ya da etnik köken olmadığına insan denen canlının illaki bir öteki yaratmadan ben olmayacağına kanaat getiriyorlardı. Hal bu ki onun ilgilendiği şey, bunların dışında kalabilen insanlardı. Başkalarının dini, milleti hiç mi hiç umurunda değildi. İnsani düşünceleri, hayalleri, tasarıları, imgelemleri ve davranışlarıyla değerlendirmek yetiyordu ona. Bu bakımdan kendine en yakın bulduğu Roza’da kendisi gibiydi. Şu Avrupalılık dediğin şey neydi ki anlayamadım ben zaten dedi iç geçirdi! Biz Türkler, Anadolu’ya gelmeden yüzlerce yıl önce burada yaşayan her Bizanslı biraz Romalıydı. Ecdadımız Osmanlıda her Bizanslıyı Osmanlılı yaptı. Şimdi Yunanlılar ve Egeli Türkler arasında yapılan çalışmalarda aynı gen haritası çıkıyordu. Elbette doğululuk da değişmez özelliğimizdi ve özellikle sınır şehirlerimizde kültürel ağırlığı ve etkisi devam ediyordu amma Türkiye genelinde biz en az beş yüz yıldır Avrupalıydık; hem kültür hem de genetik olarak. Hele ki İstanbul her çağda batı kültürünün ve doğunun geçmişe ait en güçlü imgesi olmuştu. Dünyanın hiçbir şehrinde bu kadar yakından hissedilmemişti bu durum. İki kıtayı birleştirmesinden belli oluyordu zaten. Dünyanın en büyük İslam imparatorluğunun başkenti olmadan önce bin yıllık pagan üzerinde bir başka binyıllık Hıristiyan hayatı olan ve bunların izlerini yaşamaya çabalayan başka hiçbir şehir yoktu. Bir benzeri olamayan o eşsiz şehir yine İstanbul’du. Roza haklıydı dönmeliydim! Benim etrafında döndüğüm merkez İstanbul ve Roza’ysa ayaklarımı yerden kesen bu durum iki korkulu rüyaya da koşmak demekti. İstanbul ve aşk! Bu iki sözcük kelimelerin sihriydi, Aşk kelimesi İstanbul kelimesinin yanına ne çok yakışmıştı. İkisine de aşıktım. Rozaya ve İstanbul’a en büyük sürprizim dönüşümü İstanbul’un Avrupa Kültür Başkenti olduğu 16.01.2010 tarihindeki şenliklere denk getirmekti. Dediğimi yaptım. Onun haberi olmadan da bu öyküyü yine İstanbul’ için düzenlenen bir öykü yarışmasına gönderdim. Benim Dönüşümü ve İstanbul’un Avrupa Kültür Başkenti oluşunun çifte kutlamasını yaptık. Taksim’de mega Tarkan’ın ‘Şıkıdım, şıkıdım’ şarkılarını söyleyerek! Tüm Türkiye, tüm dünya ve tüm İstanbullular eşliğinde!
NEZ
İSTANBUL 16.01.2010