- 1409 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Kime ne diyelim ki hidayet vakti gelmeyince sabır dileyince!
Hidayet elbette ki bir nasip hadisesidir. Her ne kadar zannedilse bile.
Sevilmeyince dökülür öyle kara hece. Dini İslam bilinmeyince,
Akide ötelenince, idrak kilitlenince tek bir çare var ki heyhat niyaz edilmeyince!
İslam öyle muazzam bir din ki, müntesiplerinin genel ekseriyeti hukuku bilendi.
Aksi takdirde mükellefiyet ne içindi.
Din zaten kendi dinamiklerinde evrenseldi, zengindi, ihtiyaçlı değildi.
Kabul edendi, muvazene isteyendi, hürriyeti önceleyendi, edebin ziyadesiydi, evvelin ahiriydi.
Kimler bilirdi?
Kimler içindi? Şirk neden reddedilmişti? Ahad niçin öncelenmişti?
Bu elbette ki bir idrak, bir inkişaf, bir haşyet, bir heves, bir merak işiydi.
Kimlerde vardı?
Cahiliye dönemi alışkanlıklarını devam ettirmek isteyen, Rabbe ve mutlak hâkime şirk koşan, bu manada onu tanımayan, yalnızca vicdanlarda yaşanmasını mecbur kılanlar da olur muydu ki?
Akıl ne için verilmişti?
Kimler için elçiler gönderilmişti? Akletme yenler diye kimler hakir görülüyorlardı?
Bilseniz ne kadar çok üzülüyorum!
Şarlatan olmayı talep ederek bu uğurda katkı sağlamayı vaat ederek arzı kâinatın genel ekseriyetinin Müslüman olduğu, bu en son kutlu din İslamı tercih ettiği, ecdadımın bu uğurda kıtalar fethettiği gerçeği birilerini çok rahatsız ediyor, reddi miras için direniyor. Paganlığını alenen ifşa diyor.
Nefret ne kadar büyük bir illet, küfürlerini kusarak kepenler gibi, aygır misali bağıranlar gibi.
Ne kadar tuhaf bir durum değil mi?
Bu vatan topraklarında, şehitlik payesi veren bu yüce dini İslamın hüküm ve prensipleriyle alay edilmiş olması, hakir görülmeye çalışılması ve cahillikle itham edilebilmesi.
Laiklik ve Kemalizm; onların sanki bir ilahları misali dokunulmazlığını ısraren insanlara tahakküm derken sığındıkları dayanak, Mehmedimin, Ahmedimin, Saidimin, İbrahim’in, İsmail’in, Yakubumun, Nuh’umun, Akifimin, Necibimin, askerlik görevini ifa ettiği kışlası değil mi?
Cumhurun sahiplendiği ve tercih ettiği Cumhuriyet rejimini, devletini, anayasasını hiçe sayarak kendi heves ve arzuları istikametinde tahakküm için kullanmayı marifet telakki ediyorlar.
Bu kılıfın ve takiyyeni altında İslama, Kur’ana ve prensiplerine saldırıyorlar.
Kimler bunlar, bugün mü ortaya çıktılar hayır asla.
Ceddim Âdem aleyhisselamın yaratılmasından itibaren başlayan bir tercih süreçti.
Tıpkı Rahmet peygamberinin gelmesine vesile olan nedenler misali.
Efendimize reva görülen hakaret ve kışkırtmalar gibi.
Taif seferine çıkmasına mecbur bıraktıkları misali.
Habeşistan’a ümmetin gönderilmesi gibi,
Hicretin bizzat Efendimize emredilmesi misali…
Kimlerdi bu zulmü yapanlar elbette bilinen cahillerdi.
Sabredildi, niyaz için kulluk tercih edilendi ve böyle çileli bir yolun yolcularına Müslüman, mümin ve ümmet denildi.
Öyle bir ümmetti ki, kıtaları Hak aşkıyla fethetmişti.
Kur’anın mesajlarını cihanı âleme tebliğ etmişti.
Bugün ne değişti?
Müslümanlar bizzat kaynaklarından kopartılarak, o değerleri anlaşılmaz kılarak idrakler önlendi.
Müçtehit ve âlimler yerle yeksan edildi.
Bir manada Müslümanlar islamı sadece füru meselelerini konuşa bilir ve sadece anlamadan Kur’an okuyarak namaz kılabilir. Bir de arlanmadan, utanmadan ne engel var ki diyerek tazyik yapmayı ihmal etmezler.
Senin gözünün içine baka baka adabı muaşereti, edebin her halini, seni kutsallarına söverek, hapsederek, hücrelerde süründürerek, kadınları ersiz, yavruları babasız bırakanlardı.
Bu haramzadeler öncelikle seni düşünmekten alıkoyarak, kolluk kuvvetler marifetiyle dilediklerini yaptıra bildiler.
Onlarca gencimiz cezaevlerinde yıllarca rutubetli hücrelerde süründüler, mahkûm edildiler. Kimler bu oyunun senaryosunu hazırlamıştı ve başrol oyuncuları atamışlardı bilinmiyor mu?
Neyse yine bir la havle vela kuvvete diyelim ve Meryem Aybike Sınanın bu güzel çalışmasına bakalım.
Seni bir akşam vakti tanıdım.
Kendi halinde bir bahçenin, kendi halinde bir çiçeğiydin. Sıcaktan bunalmış, boynunu bükmüştün. Otların içinde ne kadar da mahzun duruyordun... Bir neyzen rüzgarı titretiyor gibiydi dallarını. Bir çiğ damlasına muhtaçtı yaprakların, dalların. Nicedir su yürümüyordu dallarına. Toprağın bağrı yanık, çatlak çatlaktı. Göğün maviliğine nicedir ıstırapla bakıyordun. Yanı başındaki horoz ibiği dudak büküyordu haline. Mağrurdu. Yok tesellim sudan yana diyordu sanki. Menekşe mahzundu. Gülün bağrı kanıyordu.
Seni tanıdığımda...
Vakit akşamdı.
Camilerde ezan okunuyordu...
Seni bir akşam vakti tanıdım.
Hüznün kollarında uyuyan, münzevi bir bahçenin münzevi bir çiçeğiydin. Yanı başında ırmaklar akmıyordu. Suların çağıltısı karışmıyordu ardıç kuşlarının işvelerine. Bülbül çoktan susmuştu. Testiler düşmüştü su yollarına seyrek sepirdek. Bir bahçıvanın ellerine muhtaçtı varlığın belki de. Suyun damlasına. Toprağın cömertliğine. Güneşin yakan eline, merhametine... Muhtaçtın.
Kanmıyordun hayatının kıvrımlarına. Düşmüyordun yalancı gerçeklerin uçurumlarına.
Çünkü biliyordun... Akşamın terkisine dualarını yüklüyordun yaprak yaprak.
Sadece varlık sebebini biliyordun. Kimin için var olduğunu, kimin için titrediğini biliyordun.
Seni tanıdığımda...
Vakit akşamdı.
Camilerde ezan okunuyordu.
Seni bir akşam vakti tanıdım.
Gecenin karasını bekleyen hüzünlü bir bahçenin hüzünlü bir çiçeğiydin. İkindinin saklısından çıkıp geliyordun. Gurubun tatlı melaliydi seni yeşerten. Güneş ufukta kayboluyordu.
Akşamın gölgesi kılıç gibi iniyordu bahçelere bağlara. Güneşin eli kesiliyordu. Uzaktaki tepelerin üstünden çekiliyordu güneşin kanayan eli. Ufuk çizgisi küçülüyordu. Gurubun hüznü yakalıyordu ruhumu. Hatıralar depreşiyor, uzaklar yaklaşıyordu. Sararan otların kederi sarıyordu mevsimi. Evlerin telaşı çoğalıyor, sokağın coşkusu azalıyordu. Babalar badem şekeri götüremedikleri için çocuklarına yavaşlıyordu adımları belki de. Yollar uzuyordu.
Seni tanıdığımda...
Vakit akşamdı.
Camilerde ezan okunuyordu.
Seni bir akşam vakti tanıdım.
Varlığıyla her daim Hakk Hakk diyen inanan bir bahçenin inanmış bir çiçeğiydin. Akşamın eşiğinde uzaktaki şafağa gülümsüyordun çiçek diliyle. Zamanın ihtiyar çehresine inat biliyordun zamanı geldiğini sevmenin, el açmanın yaradana... Zarafetin zayıflatıp incelttiği bir güzellikle çıkıp geliyordun ötelerden. Uzak vadilerden kimselerin bilmediği güzel bir türkü söylercesine bir ezan vakti söyledin sen de türkünü. Akşama özeldi tam güzelliğin. Bir buğu gibi, şaşırtarak, efsunlu bir iz bırakarak gittin gecenin avuçlarına. Bir kalbin vardı kimsenin bilmediği. Kalbini ben de bırakarak gittin akşamın peşi sıra. Masmavi gökyüzü daralıyordu o demlerde.
Seni tanıdığımda...
Vakit akşamdı.
Camilerde ezan okunuyordu.
Seni bir akşam vakti tanıdım.
Her akşam ezanı patır patır açarak Hakkı söyleyen, bir ezan çiçeğiydin . Bir akşam vakti tanıdım güzelliğini. Derin bir büyü vardı güzelliğinde. Duru güzelliğini sevdim. Mütevazi duruşunu sevdim bir de. Hakikatlerden bir çelenk oldun bahçenin orta yerinde. Sen ilahi sözlerin efsunuyla kendinden geçerken, benim içimden bin ışık hızıyla ne düşünceler geçti bir bilsen... Seni kıskandığımı, sana imrendiğimi, seni çok sevdiğimi bir görebilsen. Sana bilemezsin demeyeceğim inatla. Bitki demeyeceğim. Asıl bitki, ibadet ve taat ile neşveli olmayan, kul olduğunu unutan insanlar olmalı diyor kalbim. Sana bitki demeyeceğim.
İşte o gün tanımıştım seni.
Bir misafir gibi ansızın çalmıştın kapımı.
Vakit akşamdı.
Ve...
Camilerde ezan okunuyordu.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.