7
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
1401
Okunma
Uzun müddet karar verememişti. Rahatsızlığını öne sürüyor, başaramam diye çekiniyordu. Umreye, kutsal topraklara gitme durumu ortaya çıktığında önce sevinmiş, kısa süren sevincinin ardından; sanki çok yaşlı imiş gibi yaşını ve rahatsızlığını öne sürmüş, oradaki koşulların kendisine ağır gelebileceğini düşünerek neredeyse vazgeçecek duruma gelmişti. Üstelik büyük kızının kendisine rahatsızlığını hatırlatıp “zorlanırsın, başaramazsın” gibi moral bozucu sözler söylemesiyle, neredeyse umreye gitmekten vazgeçmişti.
Oysa oraya yalnız gitmeyecekti. Dünürü, dünürünün dünürü ve onun bir komşusu ile üç tanıdıkla beraber toplam yedi kişi olmuşlardı. Korkmasına hiç gerek yoktu.
Belki genç değildi ama çok da yaşlı sayılmazdı. Daha altmışbeş yaşında taze bir gelin, süper bir anne, dinç ve heyecanlı bir babaanne ve anneanne idi. Rahatsızlığı ise evlerden uzak olsun, ismi bile kötü; mücadele etmesi çok güç bir hastalıktı. Tedavisi sadece ilaçla bitmeyen, iman sahibi ve inanmış biri olmanın hastaya büyük moral kattığına inanılan bir hastalıktı bu.
Tahmin ettiniz gibi… Çağımızın en önemli hastalıklardan biri: Kanser… Göğüs kanseri…
Karadeniz’de neredeyse her iki kadından birinin yakalandığı amansız hastalık…
Nasıl da yıkılmıştı ilk duyduğunda. Hastaneye başka bir rahatsızlığı nedeniyle gitmiş, aynı gün doktorunun yaptırdığı tahliller ve biyopsi sonucu öğrenmişti kanser olduğunu.
Şaşırmıştı. Hem de çok şaşırmıştı… Beklemediği, ummadığı bir şeydi. Hem de beklenmeyen bir zamanda…Adeta yıkıldı. Üzüldü…Çok üzüldü…
Zaten daha yedi yıl evvel otuz yıllık hayat arkadaşını; kocasını bir kalp krizi sonucu genç yaşta kaybetmiş, hepsi evlenip iş güç sahibi olan dört çocuğu olmasına rağmen, tek başına, yapayalnız kalmıştı hayatta.
Doğur… besle… büyüt… okut… iş güç sahibi yap…evlendir. Sonra hepsi dağılıp gitsinler yurdun dört bir yanına ve tek başına kal…
Üzerine anne ve babayı da toprağın sıcak kollarına emanet bırak… Yetmezmiş gibi şimdi de kanser denen illet hastalığa yakalan… Olacak iş miydi?
Bütün olumsuzluklar onu mu bulacaktı?.. Hayatta iyi bir gün yüzü görmeyecek miydi ?.. Neden O’ydu?.. Neden bu hastalık ta onu bulmuştu?.. Bir türlü kabullenmek istemiyor, “neden ben?” diye söylenip duruyordu.
Çocuklarının hemen kendine kol kanat germesi, hastalığı boyunca bir an olsun yanından ayrılmayarak moral vermeleri, erken teşhis ve akabinde ilaç tedavisi ile hastalığı yenmiş, sıkıntılı günleri tam atlatmıştı ki yaklaşık altı yıl sonra vücudunu ikinci kez yoklayan akciğer metastazı ile yeniden sarsılıyor, adeta hayata küsüyordu.
Daha önce şaşkınlıkla ama sakince sorduğu “neden ben?” sorularını bu kez daha yüksek tonda, adeta Allah’a sitem ederek dile getiriyor, kaderine isyan ediyordu.
Hastalığının belli olması üzerine çocukları yine yanına koştular annelerinin… İkinci kez yapılan ameliyat… bitmek bilmeyen ızdırap dolu günler… dökülen saçlar…halsizleşen ve direncini yitiren, yardımsız yürüyemeyen vücut…
İlaçlar, kemoterapiler, moral takviyeleriyle ve tabi Allah’ın da yardımıyla ikinci kez kazanılan zafer…
Bir film şeridi gibi geçti gözlerinin önünden acı ve ızdırap dolu gündüzler ve geceler…
Çok şükür hepsi geride kalmıştı. Son bir senedir de yalnız değildi. En büyük kız torunu da yanındaydı artık. Haftanın altı günü çalışsa da, sabahın yedisinde evden işe gidip akşam yedi, sekiz gibi eve gelse de yalnızlığını paylaştığı biri vardı artık yanında. Zaman zaman bazı rahatsızlıkları tekrarlasa da hayata direniyor, kendini toparlıyor, ve tutunuyordu.
Şimdi farklı bir heyecanı yaşıyor, haklı olarak biraz da çekiniyor ve korkuyordu. Birilerine yük olmaktan, ayak bağı olmaktan çok çekiniyordu. Hayatı boyunca kimseye yük olmamış, tam tersi birçok kişiyi sırtında taşımıştı.
Kolay değildi dört çocuğu büyütüp okutmak. Üstelik kocasının beş yıl boyunca Almanya’da çalıştığını, şehir merkezinde ikamet ettiği için de köyden kasabadan gelenin, okula gidenin de yanında kaldığını ve bunların da hizmetini karşıladığını düşünürsek…
Yaptığı iş hiç te kolay değildi. Çok şükür hepsinin üstesinden hakkıyla gelmişti.
Bunu da başarmaması için hiçbir sebep yoktu.
Çocuklarının, torunlarının ve diğer akraba ve komşuların da yüreklendirmesi ve teşvikiyle resmi işlemleri başlatmıştı. Giysilerini aldı. Götürülecek malzemeleri hazırladı. Birkaç yıl önce Almanya’ya, kız kardeşinin daveti üzerine gezmeye gittiği için pasaportu da hazırdı. Bir hafta içerisinde gidiş tarihi de belli olacaktı…
Nihayet tarihler belli olmuş, uçak biletleri alınmış, gidiş günü ve saatini beklemeye başlamıştı. Heyecanı, sevinci ve mutluluğu her halinden belli oluyor, adeta yerinde duramıyordu. Neredeyse hastalığını bile unutmuştu. Kendine güveni yeniden gelmişti.
Bir an önce kutsal topraklara gidip, görevini yerine getirmek istiyordu.
Ve beklenen gün gelip çattı. 26 Mart 2010 Cuma günü, Cuma namazından sonra Kutsal topraklara yolculuk başladı. Otobüsle komşu ilin havaalanına, oradan uçakla İstanbul üzerinden Arabistan’a uçtular…
Muhtemeldir ki şu saatlerde vardılar yerlerine.
Hayırlısıyla gidip dönerler inşallah.
Ne mutlu O’na ve yanındakilere…
Anlatmaya çalıştığım bu güçlü kadın kim miydi?..
Tahmin ettiğiniz gibi…
“Annem”di.
“Canım Annem”.
Günay ÖZDEMİR