23
Yorum
1
Beğeni
0,0
Puan
2758
Okunma
Bir şeyler yazmak istiyorum ama nasıl ve ne şekilde başlayacağımı bilmiyorum giriş paragrafına. İçimde hissettiğim iki zıt duygunun tarifini mi yapsam diyorum kendi kendime. Bu zıt duygulardan biri mutluluk, diğeri ise hüzün. “Birbirine iki zıt duygu nasıl bir arada yaşayabilir?” diye sorarsanız, cevabım “bilmiyorum” olacak size.
Nedir benim için mutluluk? Bu duyguyu yaşamadım mı? Ya da yaşadım da, ne olduğunu bilmediğim için mi anlayamadım? Peki, şimdi biliyor muyum? Önce bu sorularla başlamak gerek galiba yazıların girişine.
Benim için ( yüzlerce anne aynı kelimeyi kullanacaktır eminim) mutluluk, çocuklarımın sağlıklı, sevgi, barış ve huzur dolu bir geleceğe, başarı ile yelken açması demektir. Yalnız sevgi ve mutluluğa ulaşamayacakları endişesi ise tam anlamı ile iç dünyamda büyük bir hüzne ve endişeye neden olmaktadır. İşte iki zıt duygu burada tutuşuyor savaşa.
Ben anneyim ve anne olarak çocuklarımın geleceği için var gücümle mücadele ediyorum. Bu mücadelem bireysellikten öteye gitmiyor. Yaşadığımız dönem ve toplumsal çöküş, her geçen gün umutlarımızı biraz daha yok ediyor ve biz ebeveynlerin gözleri yaşlı, yüreği buruk, çaresiz ve ellerimiz koynumuzda, yalnız kendi çocuklarımızı kurtarabilme telaşına düşüyoruz.
Sabahın ilk saatlerinde yatağımızdan kalkıp, çocuklarımızı eğitim, öğretim alması için büyük bir telaş ile okuluna gönderirken, içimizde yaşadığımız endişe, mutluluğumuza mani oluyor ve onlar okuldan çıkıp evlerine gelene kadar, her birimiz o endişe ile gün içinde yaşamaya çalışıyoruz.
İlk endişemiz, okulda yeteri kadar eğitim alabiliyorlar mı? Biliyoruz ki, kalabalık sınıflarda, öğretmen tek başına, teknoloji çağında yetişen çocuklarla, yeteri kadar ilgilenecek zamanı bulamıyor. Ya da yap-boz tahtası haline gelen eğitim sisteminin, çocuklarımıza ne getirip, ne götürebileceği kuşkusu içinde “Bu gün yine bir şeyler değişti mi acaba?” diye soruveriyoruz kendimize. Bir başka endişemiz, eğitim alıp alamadıklarının önüne geçiyor. “ Eğitim almasa da olur, yeter ki sağ salim evine gelebilsin” diye düşünmeye başlıyoruz. Yılda üç bin beş yüz gibi çok büyük oranda çocukların kayıp olması ve bir daha onlara ulaşılmaması, tecavüz ve tacizlerin bebeklik yaşına inmiş olması, bir başka korkumuzu gün yüzüne çıkartıveriyor. Hemen ardından “ ya şu uyuşturucu tacirleri okulların kapılarında zulaya yatmışlarsa ve çocuklarımıza bilmedikleri esrar, eroin, hap gibi uyuşturucu tuzağına düşürürlerse ne yaparız” soruları korkularımızın bin kat artmasını sağlarken, bir başka korku çıkıveriyor ortaya “ Ya magandanın birisi, elinde bıçağı ile beliriverirse çocuğumuzun önünde, nasıl kendini koruyabilir?” diyen sorular üşüşüyor beynimize ve bir de bakıyoruz ki, kendi gölgemizden bile korkar olmuş, ne biz mutlu olabilmeyi, ne çocuklarımızı mutlu edebilmeyi öğrenmişiz.
O zaman ben/biz, çocuklarım/ çocuklarımız mutlu olabilecek mi böylesine korkuları içlerinde/ içimizde yaşatırken? Sonra düşünüyorum. Biz diyorum, biz onların elinden bir avuç mutluluklarını bile çaldık. Atalarımızdan miras aldığımız bu dünyayı, çocuklarımıza miras olarak bırakmamak için var gücümüzle çabaladık ve bu gün bu çabamızın mükâfatını en kötü şekilde aldık ve alıyoruz, almaya da devam edeceğiz. Hepimiz suçu kendi üstümüzden atmak istiyor, hep başkalarını suçlu görmeye çalışıyoruz. Oysa dünyayı yaşanmayacak hale getiren ve bu yok oluşa dur demeyen bizleriz. Bu gün kendi yarattığımız canavarlardan kendimiz korkar olduk. Ne kapımızı açıp, komşumuza gidebiliyoruz, ne çocuğumuzu kapının önünde oynatabiliyoruz, ne bir bardak su isteyene su verebiliyor, ne de biz onların elinden bir bardak su içebiliyoruz.
“Gençlerimiz, düşünmüyor, sorgulamıyor, okumuyor, algılamıyor ve isyan etmiyor, böyle bir gençlik olmaz” diye şikâyet ediyoruz, girdiğimiz her alanda, bulunduğumuz her platformda. Ama düşünen, hak arayan, hak arayana destek vermeye çalışan, sesini çıkartan gençliği gördüğümüzde, önce okullarımız cezalandırıyor, sonra aileler, sonra toplum “ ben seni okuman için gönderdim, ne işin var senin bilmem kimin hakkını arayan insanların yanında” diye hemen kendi içimizde mahkemeyi kurup cezayı kesiyor, sonra da yine utanmadan onları suçluyoruz, kendi yaptığımız hatalara bakmadan
Her kurulan hükümetlerden medet umuyoruz. Ama umutlarımızı, oy vererek, Meclise gönderdiğimiz vekillerin, kendi kasalarını doldurma ve kendi yakınlarına rant sağlamak telaşına, ya da kişiye göre yasa çıkartma isteği içine girdiklerini gördükçe hepten kararıyor dünyamız. Başımıza bir şey geldiğinde, sığınacağımız yer polis diyoruz, ama polise gittiğimizde, bir daha oradan sağlam çıkıp çıkamayacağımızı bilmediğimiz, ya da üstümüze her hangi bir suç yapışıverir mi diye korktuğumuz için, emniyetimizden sorumlu kurumlara gidemiyoruz..
Haksızlıklar karşısında, hukuk var bu ülkede deyip, yasal yollara gidiyoruz. Ama adaletin çarkına siyasetin el attığını, adaletin geç tecelli ettiğini ve suçluların tam anlamı ile cezasını almadığını gördüğümüzde, hukuka olan güvenimizi bitiriyor, kendi adaletimizi kendimiz uyguluyor, elimize silahı, bıçağı, testereyi alıp, önümüze gelene kurşun sıkıp, bıçak çekip boğazını kesip, testerelerle parçalara ayırıp, çöplüklere ya da kör kuyulara atıyoruz bir daha bulunmasın, kimse kimseden hesap sormasın diye.
Ulu önder ATATÜRK’ÜN tüm izleri silinmeye çalışılırken ülkemden, yine susuyor, büstlerinin kırılmasına, resimlerinin kaldırılıp yırtılmasına, kendini aydın sananların hakaretlerine, milletine bıraktığı mirasının yavaş yavaş yıkılmaya çalışılmasına ses çıkartmıyor, “ Dibe vurulmadan yüzeye çıkılmaz “ diyerek “bekle gör” mantığını işletip yalnızca izliyoruz.
Neler oluyor bize? Neden bu kadar vahşet? Neden, bu kadar duyarsız ve vurdumduymaz olduk? Neden “ bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın” mantığını ön plana aldık? Neden, oylarımız ile başa getirdiklerimizden olanların hesabını soramıyor ve bu kadar korkuların hücrelerimizi yemesine izin veriyoruz? Bu sorular o kadar fazla ki. Ben, çocuklarım ve gelecek adına bu sorularıma cevap arıyorum. Umarım bir gün sorduğum soruların cevaplarını bulabilirim/bulabiliriz
Saygı ve sevgiler
Türkan DİNÇER