SEYİSİN ÖLÜMÜ
SEYİSİN ÖLÜMÜ
Ameliyattan sonra bir odaya getirilmiştim. Narkozun etkisi ile nasıl geldiğimi hatırlamıyorum. Oda iki kişilikti, pencere kenarında bir adam sargılar içinde yatıyor. Sadece ağzı ve gözleri gözüküyor. Boynunda ise bir boyunduruk takılmış. Bir kolu da sargılı vücut battaniye içinde olduğu için ne durumda olduğu belirsiz. Gözünü dikip pencereden dışarıya uzun uzun bakıyor. Ne bir ziyaretçisi geliyor, ne de sesi çıkıyor. Dayanamadım, biraz konuşturmak istedim.
- Arkadaşım geçmiş olsun neyin var, kaza mı geçirdin?
- He kaza geçirdim.
- İnşaat kazası mı?
- He inşaat.
- Nasıl oldu. Anlat, böyle birbirimize mi bakacağız biraz sohbet edelim.
- Sohbet!
- Evet, sohbet edelim.
- Hiç tadım yok. Abi.
- Sen bilirsin? Bozma rahatını.
Lafı ağzından cımbızla alınan bir adam ne anlatır ki, yoksa ağırsı sızısı mı var.
Israr etmem anlamsız. Bizimkilerden radyo istediğim iyi olmuştu. Ben şanslı idim. Yakınlarım Radyo, gazete ve kitap getirmişti. İstersen bunları paylaşabiliriz dedim. Hiç sesini çıkarmadı, ama gözünü radyodan ayırmıyordu. Hissettim. Radyo dinlemek istiyor, fakat çekiniyor. Al sende radyo dinle dediğimde bayağı sevindi. Aldı radyoyu tek eliyle istasyon aramaya başladı. Haberleri es geçiyor, sanat müziğini es geçiyor. Bir kanalda halk müziği buldu. O istasyonda kaldı. Doğu Anadolu, ezgisine kulak kabartınca anladım bu vatandaş doğulu idi.
- Sizin memleketin havaları mı?
- He Abi.
- Güzel ben de severim.
- Sahi. Desene seni rahatsız edemeyeceğim.
- Maşallah ilk defa uzun bir cümle kurdun.
- Ne yapayım Abi, pisi pisine bu hale geldim.
- Yaşamda her şey olur üzülme. Düzelirsin.
- Düzelirim değil mi?
- Düzelirsin. İnşaatta çalışmak kolay değil.
- Ne inşaatı.
- İnşaattan düşmedin mi?
Radyo işe yaramıştı. Aramızdaki buzlar erimeye başlamıştı. Ama inşaattan söz
edince sessizliğe gömüldü. Yine uzun uzun pencereden bakıyor. Radyoyu dinliyordu. Davranışı ile beni iyice meraka soruyordu. Hiç zorlamadan gazetemi okuyorum, bulmaca çözüyorum. Dönüp kitabımı okuyordum. Bir ara doktorların vizit dedikleri ziyaretler başladı. Doktor:
- Halil, bugün nasılsın?
- Eh, doktor bey. Sayenizde biraz iyim.
- Daha da iyi olacaksın.
- At seni fena tekmelemiş. Vahşi midir nedir?
- …….
- Hadi geçmiş olsun.
Doktorlar gidince ben devreye girdim. Halil’in suskunluğunun altında bir şeyler
vardı. Seni at mı bu hale getirdi. Dedim. Başını evet anlamında salladı. Derinden bir of çekti.
- Abi, ben Mardin’liyim. Bizde kan davası, töre cinayetleri çok olur. Ben kan davasından kaçarken bir atın altında pisipisine ölüyordum. Attan düşsem yanıpta yakılmam.
- Olabilir. Halil insan attan da düşebilir. Atta tepeler.
- Abi, benimkisi öyle değil, sana baştan anlatayım. Ben geçen yıl askerden geldim. Babam yaşımı büyütüp, kanlılarımızdan korumak için beni askere gönderdi. Askerliğimi burada Mamak”ta yaptım. Askerlik bitince babam memlekete dönme, oralarda bir iş bul çalış diye haber göndermiş. Bende askerden sonra Gölbaşı’nda bir çiftlikte çalışan, Celal abiye gittim. Celal abi, bizim oralı ve atlardan iyi anlar. Yıllardır seyislik yapmış bir adam. Bana yardımcıya ihtiyacı olduğunu, çiftlik sahibinin kendisini kırmayacağını. İşimin çiftte hazır olduğunu söyledi. Sevinçten gece uyuyamamıştım.
Bende artık ayaklanmıştım. Termosla gelen çayı servis yaptım. Birde gelen
kek ve bisküvileri tabakla ünümüze koydum. Kapıyı da kapattım. Halil’in öyküsünü çok merak etmeye başlamıştım. Halil’in bu kadar genç olmasına şaşırmıştım. Çünkü hiç göstermediği gibi, ilk görüşte bir inşaat işçisine benzetmiştim.
- Çiftlikten önce başka işlerde çalışmıştım. Lokantalarda, Çaycılık, Askıcılık, Bulaşıkçılık falan yaptım. Çiftliğe yeni başlamıştım. Celal Abi, çiftlik sahibinin kendisini şehir dışına gönderdiğini bir hafta onbeş gün içinde geleceğini söyledi. Atların yemini suyunu verecektim. Oniki tane at vardı. Mevsim ilkbahar olunca, bu atlarda Mart kedileri gibi çiftleşme mevsimindeler. Bense uzun süre el arabasından başka bir şey görmemişim. Atlar ne zaman çiftleşmeye hazırlansa ben elimde kapçı ile hayvanları ayırıyorum. Hayvan şeyini kaldırıyor, hazırlanıyor, bense izin vermiyorum. At bakıcısı değil de, namus bekçisi kesilmiştim. Kıskanıyordum hayvanları. Onları çiftleşecek eşleri vardı. Benimse kimsem yoktu. Aşağı mahalleye gidemeyecek kadar da utangaç idim. Hem tek başına gidecek cesaretim de yoktu.
Anlatırken yüzü kızardı, terledi. Çay da iyice terletti. İzin isteyip, tuvalet gitti.
Aksaya aksaya gidip geldi. Bense en heyecanlı yerinde ara veren filmlerdeki gibi bekliyordum. Halil nerde kalmıştık der gibi bir süre düşündü, sonra kaldığı yerden başladı anlatmaya.
- Abi, bir hafta oldu, atları birbirine yanaştırmadım. Çitler olmasa kaçıp giderler benden kurtulurlardı. Fakat çitleri aşamıyorlar. Çitler içinde fır dönüyorlar. Tam bir birlerini kokluyorlar, hazırlanıyorlar, ben kamçı yapıştırıyorum. Birden bir çifte ile kendimi yerde buldum. Derken çifte ile hızını alamayan at, birde üzerimde tepinmeye başladı. Kendimden geçmişim. Gözümü açtığımda buradaydım.
- Halil çok yanlış yapmışsın. Böylesi durumda birçok hayvan çok tehlikeli olurmuş. Özellikle develerin çok tehlikeli olduğunu söylerler.
- Abi, ne bileyim. Bizim köyde köpekler birleşip ayrılmazlardı. Biz sopa ile ayırmaya çalışırdık. Su dökerdik ayırırdık.
- Köpekle at bir mi?
- Ne yaparsın cahillik.
Ben taburcu oldum. Bir süre evde istirahat ettim. Aradan on onbeş gün ya
geçmişti ya da geçmemişti. Biraz hava alayım. Hem de Halil ziyaret edeyim, sevinir gariban, kimsesi yok dedim. Anlaşılan memlekettekilerin de haberi yok. Hastane iken memlekettekilere haber verelim diye öneride bulundum. Ret etti. Korkusu gelip masrafa gireceklerdi. Hastane de sordum. Kimisi taburcu oldu dedi. Kimisi öldü dedi. Araştırdım gerçekten ölmüştü. İnanamadım.
YORUMLAR
Olmaz kesinlikle böyle şey olmaz..Öyle bir anlatım ki, harika..Yemin ederim bu sitede beni güldüren tek insan ve tek yazar sen oldun..
Olayları öyle sade, içten, berrak ve olduğu gibi anlatıyorsun ki bu yazıda önemli bir başarıdır..
Buhranlı geçen günlerimde moral verdin..Tekrar döneceğim...
Saygılar..