- 655 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Kan Kırmızı Kaldı Geriye...4...
Gidecekti buralardan... Doğduğu yerlere koşacaktı... Bir akşam; evet evet bir akşam kaçıp gidecekti buralardan... Şehrin ışıklarından, kokuşmuş insanlığından uzaklaşacaktı... Herhangi bir günün, herhangi bir saatinde bir bilet almalıydı... Hiçbir şeyi hesaplamadan, soluksuzca koşmalıydı çocukluğuna...
Sevdiklerinden de izin istemeyecekti... Sadece bir telefon edecek ve bir süre yokum diyecekti... İlk defa sorumsuz ve kayıtsız davranacaktı...
Gidecekti; köydeki şimdi viran olmuş kerpiçten evine... Önce bir güzel tamir etmeliydi yıkık duvarları... Atarken samandan, kumdan oluşan harcı duvarlara... Her bir sıva darbeleriyle, yeniden geçmişe uzanacaktı... Çocukluğuna dönecekti... Zaman sarkacını tersine bükecekti işte...
Dışarıda yağmur yeniden başlamıştı... En yakın bir hastaneye gitmeliydi... Durumu ciddiydi... Biliyordu; biliyordu ama düşünceleri de bırakmıyordu kendisini...
Köyde bir başka yaşanırdı mevsimler... Kış, hiç esirgemezdi karları... Lapa lapa yağan kar, dam boylarınca uzardı... Soğuk, öyle bir eserdi ki insanın kanı donardı... Ve insan boylarını aşan kardan yollar açarlardı...
Köyde akşamlar, erken başlardı...
Ve henüz ışık yoktu köyünde... Yere açılan ve döşek denen yatağa uzanınca başlardı gece hikâyeleri... Nenesinin uzun kış gecelerinde anlattığı masalların tadını hiç unutamamıştı... Bilmecelerin esrarengiz güzelliklerini anımsadı birden... Bilmeceler, bulmacalar, masallar yoktu artık... Teknoloji çıkalı bitmişti hayaller... Umut etmelerin kökü kazınmıştı adeta... Devlerin, perilerin bile resimleri yapılmıştı... Her şey resimleşirken, yavaş yavaş ölmüştü hayaller... Yeniden hayaller biriktirecekti avuç avuç... Umudun yıldızlarını yüreklerine kazıyacaktı yeniden...
Keşiş hayatı yaşayacaktı kim bilir... Yakacaktı gaz lambasını... Akşamları, güneş batmaya yakın, kuzu güttüğü yerlere gidecekti... Yıldızların, doyumsuz güzelliklerini seyredecek, tülü kazdığı, mantar topladığı yerleri dolaşacaktı... Ve en çokta kekik kokularını çekecekti içine... Yerlerde biten papatyaları sevecekti dalından koparmadan... Şehirde mimozalar, papatyaları yeniyordu... Bu kez, papatyalar yenecekti mimozaları işte... Bu nedenle koparmayacaktı papatyaları yerden... Onlar uzun yaşayacaklardı; yaşamalıydılar da...
Gitmeyeli köyünün kesekli tarlalarına... Bir çobanla sohbet etmeyeli, geceleri yıldızların büyüleyici yalnızlığında kaybolmayalı... Çıkmayalı en yüksek göğün katına...’’Haydar haydar’’ türküsünü mırıldanmayalı... Samanyolu yıldız kümelerinde soluklanmayalı... Kutup yıldızının yol göstericiliğine hasret kalalı... Ve Tanrı ile sohbeti özleyeli... Özlemleri dev gibi büyümüştü işte...
Orada, köyünde, evin içine serilen döşeğin üzerine bağdaş kurdu... Şimdi oradaydı... Yüzlerini ellerinin arasına aldı... Ne tuhaf; hiçbir acı duymuyordu... Dışarıda yağmur yağıyordu; insanlar yine ilgisice geçiyorlardı yanından... Ellerinde biriken kan lekeleri de temizlenmişti...
Bir köpeğin uzaktan havlamalarını duydu... Yaklaştıkça sesler birbirlerine karıştı... Karabaş köpeğini hatırladı... Dalmıştı yine...
Birden; köyünün dışındaki çeşmelerde sular taşıdığını hatırladı... Ve tezek topladığı günler gözlerinde canlandı... Alabildiğince koşup oynadıkları oyunlar geldi aklına... Hışır yığınlarının arasına saklanmayı severdi en çok... Silindirden bir köprü yapıp saklanırdı içine... Arpa hışırı kaşındırırdı ama olsun... Kimsecikler bulamazdı o’nu... Ve ne çok mutlu olurdu en son bulunmaktan... Aramalardan yorgun düşen arkadaşlarına kıyamaz, bazen kendisi çıkardı ortaya...’’Sütlü kemik’’ oyununa ise bayılırdı... Çelik çomak oynayıp da, yenilen tarafın ceza olarak rakip oyuncuları sırtta taşımalarını bile daha dün yaşamış gibi anımsadı. Şimdi bu oyunları, kim bilir kaç kişi biliyordur diye söylendi kendi kendine...
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.