ZOR GURBET
gerçek bir hayat hikayesi..5 sayfa ile sınırlı olan bir yarışmaya katıldı.. oysaki anlatacak daha çok şey var..
Erzurum, karlı dağların şehri. Kışını, eksi kırklarda hatırlarım. Hep merak ettiğim; ama gidemediğim bir şehirdi Erzurum. Hani tarih kokan, sevda kokan, yanık türkülerinde hasret kokan şehir.
Listeye baktığımda hani üzülmemiştim? Dadaşlar diyarıydı Erzurum. Anadan, babadan, ata toprağından ayrılmak koymuyordu bana. Ben değil miydim, Türk bayrağının dalgalandığı her yerde görev yaparım diyen? İçim bir başka titriyordu, uyuyamıyordum heyecandan.
Beklenen gün gelmişse, çekilen çile kutsaldır. İşte, o an geldi, biletler kesildi. Hiçbir şey koymuyordu aslında bana. Ah, annemin yaşlı gözleri olmasaydı! Ağlayıverirdi her ayrılıkta. Ama, bu defa bir başka ağladı anneciğim. Yıllar yılı uzak kalmıştı benden, ilk defa bu denli ağladığına şahit oluyorum.
Erzurum; Attila’nın görmediği, Mete’nin bilmediği, Alparslan’ın, yanı başında Bizans’ı devirdiği şehir. İşte geldim! Çukurova’nın sıcağından, karlı dağlarında yaşamaya, buz gibi sularını içmeye geldim.
Işkınlı, gelmez olaydım, görmez olaydım keşke!
Hani, hiçbir şey koymayacaktı bana? Hani, yüreğim sızlamayacaktı? Gözümde tütmeyecekti Mersin? Hani, özlemeyecektim Akdeniz akşamlarını, duymayacaktım, annemin hıçkırıklarını? Hani sana soruyorum ey yüreğim! O an kalbimin, bıçakla kesilmişçesine sızladığını hissettim. İki damla yaş düşüverdi gözlerimden. Ne hıçkırabildim, ne de ağlayabildim. Düğümleniverdi boğazım.
Işkınlı, ilk gurbetim değil; ama zor gurbetimdi. Gurbet bu denli koymamıştı bana. Yüreğim ne yangınlar görmüştü, ne fırtınalara direnmişti. Çocukluğum geldi aklıma. Açlığımı, susuzluğumu, yediğim dayakları, ezildiğimi, terk edildiğimi, sevdalarımı, hayallerimi, sevinçlerimi bir anda unutuverdim.
Ağaç dedikleri, üç beş kavak ağacı. Nerede benim çam kokulu, kekik kokulu Toroslarım? Nerede limonla yan yana portakalım? Nerede yenidünyam, muzum? Nerede karabiberim, palmiyem, çıtlığım? …
Akşam oluyor. Herkesin; bir evi, yatağı, yorganı, sıcak bir aşı, belki de tatlı bir telaşı vardı.
Çocuklar bir başka ürkek bakıyorlar. Ben onlara baktığımda hemen kafalarını çeviriyorlar. Elleri sanki hiç yıkanmamış, kirlerle nasır tutmuştu. Yüzleri kıpkırmızı maşaallah , turp gibi!
Dik bir yokuş çıktık. Sonunda muhtarın evine vardık. Toprak bir ev. Köyün bütün evleri topraktı. Hiçbir evin çatısı yoktu. Bir yağmur yağdığında, bu evlerin hali nice olur? diye geçirdim içimden.
Yoksullukla, sefalet ilmik ilmik boynuna geçmişti Işkınlı’nın. Yol yok, köprü yok. Bir elektrikle, su var diye yaşanır mıydı burada? Yaşam bu muydu anne! Beni bunun için mi doğurdun? Ve sen devlet baba, dört yıl beni, bu toprak damlarda yaşasın diye mi okuttun? Sen Işkınlı’nın ataları, koskoca Türkiye’min toprağında toprak mı yoktu da bu köyü buralara kurdunuz?
Bir odaya aldılar beni. O toprak, bakımsız evin içi sanki bir saraydı. Yerler halı, duvarlar halı döşeliydi. Yerlere boylu boyunca minderler serilmişti. Bana evin baş köşesinde yer gösterdiler. Minderin kenarına işlenmiş yastıklar koydular. Oturduğum köşe sanki biraz kral tahtını andırıyordu. O yaşlı amcalar, sanki önümde eğiliyordu. Benimle konuşurken, en güzel Türkçelerini kullanmaya özen gösteriyorlardı.
Benim doğduğum köyde her şey vardı. Çocukların elleri kirli, elbiseleri yırtık değildi. Traktörün arkasından koşmazdı çocuklar. Arabaları okşamazlardı hiç görmemişçesine. Benim köyümün adamları, her yabancıya hoş geldin demezlerdi. Bir öğretmene her şeyden öte, fakir demezlerdi. Gurbet adamı fakirdi onlara göre. Maaşı olmuş, zengin olmuş fark etmezdi. Acıyarak bakıyorlardı yüzüme.
Ben de köy çocuğuyum Mecit amca! Bak ellerimin nasırları hiç kurumadı. Tırpan, çapa hiç eksik olmadı bu ellerden. Sırtımda taşıdım hayatın yükünü. Hep kaybettim, kazanmak için uğraşırken. Çelme yedim, en yakın dostumdan. Akşama kadar çalıştırdılar, yeri geldi, yevmiyemi vermediler ağa bozuntuları. Okurken sigara sattım Tunalı Hilmi’de; içmediğim sigaraları, kaçak sigaraları. Yeri geldi mafyayla boğuştum. Zabıtadan cop yedim, mali polisten kaçtım. Ben ilk gurbete,10 yaşımda çıktım. Geceli gündüzlü ağladığım, o günleri hiç unutmadım Mecit Amca! Bakma gariban durduğuma, gözlerim kadar karadır yüreğim!
Hani adam gibi adam derler ya. İşte öyleydiler. Ütüsüz elbiseleriyle, sökük çoraplarıyla, sarma tütünleriyle, kirli sakallarıyla. Yüzleri gülüyordu en azından. “Hoş geldin!”diyorlardı bir misafire.
Koskocamandı kucakları. Unutulsalar , terk edilseler, yokluk kaderleri olsa da ; olmasa da köprüleri, etmese de para besledikleri, içtikleri suya şükrediyorlardı. Allah devlete zeval vermesin, diyorlardı.
Sabahın ilk ışıkları, kahvaltıyı yaptıktan sonra okula gittim. Okul demeye bin şahit ister. Camlar kırılmış, sıralar tozlu, merdiveni dökülmüş, bir umut diye bana haykırıyor Işkınlı İlkokulu. Bayrak direğinde bayrak yok bir kere. Ben çekecektim, al kırmızı nazlı gelini göndere. Dalgalanacaktı rüzgara, kara, teröre inat.
Aldım kalemi elime, göreve başlama yazımı yazdım. Müdür ben, öğretmen ben, hizmetli bendim artık.
Hani ısınmışken öğretmenliğe, hani korkularımı yenmişken. Hani kalbimin kuvvetini bileklerime, kara gözlerimi yüreğime aksettirmişken, silmişken yokluğu. İmkansızlığın adını unutmuşken. Köprü olmasa da yüzmüşken ırmaktan. Camlara çekmişken, naylonu geçici de olsa. Dağıtmışken çocuklara kitapları. Tozlu sıralar ışıldamışken. Hani ilk fişleri de öğretmişken. Okşamışken o kırpık saçlarını öğrencilerimin. Asmışken nazlı gelini göndere. Yavi’ de bir akşam üstü, 35 cana kıydılar.
Namlular kan kustu kahvehanede. Çay yerine, kahve yerine kan içtiler. Kimi üç, kimi otuz üç, kimisi altmış üç yaşında idiler. Ömründe bir topa şut vuramamış, hayalindeki oyuncaklarla bile oynayamamış çocuklar vardı. Sevdalısına kavuşamadan, kara toprağa düşen gençler vardı. Hayalindeki mürüvvetini, aslan gibi damadın rüyasını bile göremeyen ihtiyar delikanlılar vardı. Ömründeki tek hayali, giyebileceği gelinliğin düşünü kuran genç kızlar vardı. Yaşanmayan bir dünya vardı. Geride kalan, koskoca göz pınarları vardı.
Yavi’de bir akşam üstü. Parçalanan ciğerler, kan kusan yürekler vardı. Kin, nefret, vahşet, can pazarı vardı.
Hangi bir ana, hangi bir evlat, hangi insan olan bir insan dayanabilirdi bu vahşete?
Yavi kan gölü. Yavi yasta. Yavi ile birlikte tüm Türkiye yasta.
Babam huzursuz, annem uykusuz . Öğretmenliği bırakmamı, istifa etmemi söylüyorlar. “Parası batsın, aç değilsin ya!” diyorlar.
Para nedir ki baba? Ölüm nedir ki? Sen Çanakkale’yi bilir misin? Malazgirt’i, Dumlupınar’ı, Ya da Sakarya’yı? Seyit Onbaşı o mermiyi niçin kaldırdı bilir misin? Nene Hatun kimdir? Ya Şahin’i, Sütçü İmamı tanır mısın? Her önüne gelen kaçsaydı, istifa etseydi, bu memleketin hali nice olurdu baba? Ben gidersem o bayrağı kim çeker? Hani elleri kirli olsa da, önlükleri olmasa da, o pancar yüzlü çocukların saçarlarını kim okşar baba?
Tek vasiyetim: Ben ölürsem eğer, 7 çocuğun daha var. Doğacak olan torunlarından en az birine, benim ismimi versinler baba.
Bilir misin ki; Fatihlerin, Alpaslanların, Alilerin, Mustafaların isimleri niçin çok bu memlekette? Unutma ki, kahramanlar, ölürken çoğalırlar baba!
Ölümün adı vardı sadece. Hiçbir şey korkutmuyordu artık beni. İnadına yaşayacaktım, yaşayabildiğim kadar. İnadına duracaktım burada. İnadına çekecektim o bayrağı. Terk edip gitmek yok. Hamza’nın girdiği mezara ben de sığardım elbet. Toprak bir başka güzel kokuyordu artık burnuma.
Yağan karlar kapatsa da kan izlerini, yüreklerdeki yaralar hiçbir zaman kapanmayacaktı.
Kar diz boyu. Erzurum beyaz gelinliğine bürünüyor artık. Göz alabildiğince her yer bembeyazdı.
İlk kar yağışını, Ankara’da görmüştüm. Ama buradaki kar bir başka yağıyordu. Bir başka soğuktu havalar. Coğrafya kitaplarında okuduğum tezeği, burada ellerimle kırdım. Koydum gevenin üstüne, yaktım ateşte. Her gevene kibrit atışta, Mersin’in kızgın güneşi gelirdi aklıma.
Bir köpeğim var: Adı Çolak. Kurtlarla boğuşurken sakat kalmış. Gençliğinde köyün en delikanlı köpeğiymiş. Kurtlar köye saldırdığında, tek başına üç- dört kurtla kavga edermiş. Artık, o eski ihtişamından çok şeyler kaybetmiş. Mahzun bir yüzü var. Terk edilmişliğin, ihanetin, acının çizgileri duruyor sanki yüzünde. Her köpeğin sığındığı bir yer varken, onun sığındığı tek kişi bendim. İstanbul’a göçüp giden sahibini çoktan unutmuştu bile. Lojmandan hiç ayrılmıyor. Her kapı açılışında, bir umut diye koşarak gelirdi kapıya. Hep gözümün içine bakardı.
Arada bir kafasını, ensesini okşardım. Teşekkür edercesine kuyruğunu sallardı. Sahibinde bulamadığı şefkati, belki de bende bulmuştu. Ben ne yersem, o da yerdi. Bazen tavuk, bazen et, bazen sahanda yumurta, bazen de kuru ekmek yedik. Allah’a şükür hiç aç kalmadık.
Kar artık insan boyunca. Keşke sevmeseydiler beni bu kadar. Sabahın körü uyandırıyorlar. Kahvaltıyla öğle yemeğini birleştiriyorum artık. Öğrencilerle öyle bir maça tutuşuyoruz ki, ders saati ne çabuk gelmiş fark edemiyorum. Hele benim takım bir de yeniliyorsa, ders biraz daha geç başlıyor, teneffüsler daha çabuk geliyor. Okulun arkası bayağı yokuş. Çocuklarla doyasıya kızak kayıyorum. Çocukluğumu yaşıyorum yeniden; ırgatlıkla geçen çocukluğumu. Bir meşin yuvarlağın arkasından koşamadığım. Bir bisikletimin bile olmadığı, top yerine limon, portakal çürüklerini teptiğim, bir plastik kamyonun arkasından ağladığım, salıncaklarla avunduğum çocukluğumu. Tahtadan atlar, telden arabalar, çamurdan evler yaptığım. Kargıdan yaptığım uçurtmanın ipi koptuğunda, dayak yediğim çocukluğumu hatırlıyorum.
Çocukların elleri, artık kirli değil. Sabunla tanışıyorlar. Tırnakları kesilmiş. Kızların saçları taralı, saçları kırpıkta olsa tıraşlı erkekler. Sınıfta ağır bir koku yok artık. Mis gibi sabun kokuyorlar. Olmasa da önlükleri, yamalı olsa da bazılarının elbiseleri, pırıl pırıldılar artık.
Kış mevsimi bir benim değil, herkesin en çok sevdiği bir mevsimdi. Kar ne kadar çok yağarsa, tipi ne kadar çok eserse, terör o kadar uzaktı bize. Ne zaman ki; karlar eridi, kardelenler, sümbüller açtı, yeşile büründüğünde dağlar, şenlik olacağına bütün köyü bir korku kaplıyordu. Delikanlılar İstanbul’a kaçıyorlardı birer birer. Benim anlatacak bir askerlik anım yoktu. Askerlikte hepsi birer kahraman olan; o delikanlılara ne olmuştu da, terk edip gidiyorlardı annelerini, babalarını?
Aslanlar çekildiğine inlerine, çakallara kalıyordu meydanlar.
Asıl kahramanlık, burada kalmak. Ölümü beklemekti bir zemheride. Ya şafak vakti ölmek, ya da direnmek karanlığın kalleş pususuna. Hamza’yı delik deşik eden mızrak bizi de bulabilirdi her an. Vahşiler geziyordu dört bir yanda. Çirişli’de yol kesiliyordu. Bir kamyoncunun cenazesi kalkıyordu. Trabzon’da, baba evinde ağıtlar yükseliyordu.
Çirişli Köyü’nün öğretmeni Mehmet Alıcı; can yoldaşım, sırdaşım, kader arkadaşım. Bir araya geldiğimizde, yediğimiz içtiğimiz ayrı gitmezdi. Yine, bir ikindi üzeri Erzurum’a gidecektik. Atacaktık koskoca bir ayın stresini. Lüks lokantalarda yemek yiyecektik. Porsiyon nedir ki? Kiloyla yiyecektik baklavayı. Erzurum hamamlarının sefasını sürecektik. Akşam kafamızı yastığa koyduğumuzda, en azından rahat bir uyku uyuyacaktık. Muhabbet edecektik Tekman’dan, Hınıs’tan, Karayazı’dan… gelen öğretmenlerle. Mehmet, terör mavraları anlatacaktı, üniversitede okuyan hemşerilerine.
Mehmet “Gel hele bir!” dedi. Lojmanın etrafını gösterdi. Kan izleri lojmanın etrafında boylu boyunca dolaşmıştı. Sonra, okulun etrafını dolaşmıştı aynı kan izleri. Hani, etrafta da terör muhabbeti varken, bir kilometre ötede yol kesilmişken. “Kalmam arkadaş ben bu köyde, gider gelirim ilçeye. Bulmadım ya bu canı dağda. ”diyordu.
“Bak, bu bence yaralı bir terörist. Belki Bingöl’den kaçtı. Önce okula girmek istedi, giremedi. Daha sonra lojmana girmek istedi. Akşam misafirlerim vardı, baktı ki lojman kalabalık, dolandı dolandı, sonra çekti gitti.”dedi.
- Köylüye soralım, dedim.
- Doğruyu söyleyeceklerini nereden biliyorsun? dedi.
- Jandarmaya haber verelim, dedim.
- Köylü bizim yüzümüze bakmaz vallahi, dedi.
Hani pisi pisine ölümü beklemek. Ya da korkuyu yaşamak, anlamsız bir şekilde.
Karlıova minibüsü geldi.
- Ben gidiyorum. Sen burada kal. Benim olsun bütün suçlar. Benim yüzüm zaten çirkin, bakmazlarsa bakmasınlar.
Ben Çat’tayım.
Yarım saat sonra, Jandarmayla beraber Çat’a geliyor Mehmet.
Eee, mevzu ne imiş?
Yaralı bir eşek. Kan kokusunu alan köpekler eşeği kovalamışlar. Garibim, köpeklerden kurtulurum umuduyla kaçmış. Hem okulun, hem lojmanın etrafını saatlerce dolanmış durmuş. Böylece hem okulun, hem lojmanın etrafı kan olmuş.
Mehmet bana, ben Mehmet’e baktım. Korkunun yerini koskoca bir kahkaha almıştı.
Çat ’ta bir sabah vakti, müfettişlerle karşılaştım Köylere teftişe gidiyorlarmış. Beni de aldılar minibüse. Karlar erimiş, ırmak en azgın halini yaşıyordu. Köprü mü vardı ki Işkınlı yolunda? Ben, o ırmağı hep yüzerek geçtim karşı tarafa. Kaç kere boğulma tehlikesi geçirdim. Her geçişte, sızlayan ayağımın sızılarını, günlerce dindiremedim.
Zor geçer bu araba, karşı tarafa müfettiş amca zor! Ama yine de buyurun gelin, kapım her zaman açık sizlere.
Minibüsçü başlıyor söylenmeye:
- Hocam, buradan ben kesinlikle geçmem, bu su arabayı atar vallahi!
- Şuradan geçer. Bak buradan yüzdüm. Burası biraz sığ, dedim.
Adam haklıydı. Minibüs ben miydi ki, o azgın suları geçsin. Minibüsün yüreğimi vardı ki, gitse de gitmese de Işınlı’ya, aynı parayı alıyordu nasılsa. Vazgeçtiler. Gelmelerini ne kadar çok isterdim bir bilseniz.
Stajyerlik dosyası tamam. Müfettişler bizi sınav yapıyorlar. Sıra bana geldi. Müfettişlerin başkanı, bana şöyle bir baktı:
- Ben seni nereden tanıyorum, dedi? Hani, ırmaktan geçememiştiniz ya hocam! Ben, Işkınlı Köyü’nün öğretmeniyim dedim.
-Tamam, hatırladım, dedi.
-Biz, o ırmağı geçerdik geçmesine; ama başka türlü nedenlerden gitmedik o köye, dedi.
Gözlerim doldu. Kurbanlık koyun gibi hissettim kendimi. Bir intihar timinin öncü kuvvetiydim sanki. Ben geçerim hocam, sizin geçemediğiniz ırmaklardan. Ben giderim hocam, arabaların gitmediği yollardan. Ben, bu vatanı maaş + ek ders = para için sevmedim. Ben bu vatanı ayaklarımda lastik ayakkabılar, limon- portakal bahçelerinde karın tokluğuna çalışırken de sevmiştim. Ben cesedimi duvarlara astım. Ölümün ne ismi korkutuyor beni, ne de terörü duyuyorum kulaklarımda. Kulaklarım sağır benim, sağır hocam!
İşte, bu yüzden gönlümü kaptırmadım bir kıza. Bu yüzden kurmadım sıcak bir evin, kara gözlü çocukların hayalini. İşte bu yüzden, beyaz eşya mağazalarında taksitlerim olmadı benim hiç.
…
Sonbahar. Hani, yaprakların düştüğü, otların sarardığı, okulların açıldığı, göçmen kuşların
uzak diyarlara uçtuğu mevsim.
Göçmen kuşlarla aynı kaderi yaşıyoruz. Onlar sıcak ülkelere göç ederken, bizler Palandöken dağlarının ihtişamını seyredecektik. Üzerinden karların, boranların, sislerin eksik olmadığı dağları. İleri ucunda Sarıkamış’ta, doksan bin Mehmetçiğin, doksan bin fidanın bir gecede solduğu dağları.
Kim bilir, üzerinde daha kaç fidanın solacağı dağları.
Nurullah’la Erzurum caddelerinde kol kola gezerken. Hep aynı türküyü söylerdik. Türkülerin bile yorumu farklıydı dudaklarımızda. Türküleri bile değiştirmiştik kendimizce, kaderimizce.
“Erzurum’da çevirdiler yolumu.
Beş, on çakal bağladılar kolumu.
Ne bağlarsın çakal benim kolumu?
Ben bilirim şu dağların yolunu.”
(çakal=terörist)
Bir hafta sonu.
Nereye gitsem, her yerde karşıma çıkıyor Nurullah. Lokantada, öğretmen evinde, çarşıda. Hep karşıma çıkıyor, her defasında sarılıyoruz birbirimize. Ayrılmak gelmiyordu sanki içimizden. Her sarılışta bırakmak istemiyordu ellerimiz gövdemizi. Bu sarılış, bir başka sarılıştı sanki. İki damla yaş düşüyordu her ayrılıkta. Hakkını helal et, hakkını helal et kardeşim. Her defasında aynı cümleler.
Bir hafta sonra.
Söylemez olaydık o türküyü keşke. Dilimiz tutulsaydı.
Bir gece vakti. Aynı türküdeki gibi. Önce ellerini bağladılar. Sonra dağa kaldırıldılar. Bizim dağlarımıza, yollarını bildiğimiz dağlarımıza. Kardelenlerin açtığı, güvercinlerin özgürlüğe uçtuğu, sevda türkülerinin söylendiği, kartal yuvası dağlarımıza. Nice kurtlara, kuşlara kucak açan o dağlar, dört aslana kucak açamadı. Kurşunlandılar, kurşunlandılar, kurşunlandılar…
Dört yıldız kaydı Tekman’dan. Dört çınar devrildi. Tekman dağlarında dört aslan vurdular. Bayram yaparken çakallar, kan ağlıyordu aslanlar.
Ali ve ismini hatırlayamadığım arkadaşla yeni tanışmıştık.
Silifkeli hemşerimin daha beşikte çocuğu vardı. Yaz geldiğinde Akdeniz’de kumsalın tadını çıkaracaktık, Erzurum’un dondurucu ayazına inat. Cenazesi Mersin’e gittiğinde, bir de evini yağmaladılar. Savaşın bile etiği vardı. Terörün asla!
Hep sevdiği kızın resmini gösterirdi Nurullah. Ben değildi ki, hayalleri vardı onun. Masallardaki düğünler gibi yapacaktı düğününü. Halay başı ben olacaktım düğününde. Çocuklarının sarı saçlarını ilk ben okşayacaktım. Doğum günlerinde, hediyeler alacaktım onlara. Çocukluğumda alamadığım plastik, damperli kamyonlardan. Telden arabalar, çamurdan evler, kargıdan uçurtma yapacaktım.
Yaptığım uçurtmanın ipi koptuğunda, inadına ip takacaktım yeniden. Palandöken’de kızak kayacaktık, Sarıkamış’a, Uludağ’a inat. Umut türküleri, sevda türküleri öğretecektim onlara. Karın hep bembeyaz kaldığı, kanla kırmızıya boyanmadığı, Türkiye’min yüce dağlarının resmini çizecektim. Ülkemin dağlarını kan kokularıyla değil, kekik kokularıyla hatırlayacaklardı.
Yüreğimi uçurtmanın kuyruklarına bağladım. Dualarla selam gönderiyorum sizlere. Ruhunuz şad olsun. Helal olsun! Helal olsun!
Dadaşlar diyarı, türküler diyarı Erzurum’da kara bulutlar dolaşıyordu. Sevda türküleri yerini ağıtlara bırakıyordu. Türkan’ı kaçırıyorlardı Horasan’da. Köyler basılıyordu Pasinler’de. Galeyana geliyordu halk. Mahalle Başı kuşatılıyordu. Tanklar ve Naim Hoca önlüyordu kardeş kavgasını.
Işkınlı da basılıyordu bir akşamüstü. Bulamıyorlar beni, çünkü askerdeyim. Selam gönderiyorlar
sadece. “Bir daha köye gelirse; yemin içtik, öldüreceğiz onu!” diyorlar. Elindeki tek silahı kalem olan adamı herkes öldürür.
Askerlik dönüşü yine Işkınlı’dayım. Ölümü bekliyorum bir gece vakti. Bazılarını selamsız, beni selamla bulacak olan ölümü. Cesedim duvarlarda asılı. Hala bekliyorum gelecekleri günü.
Köylü, köyden gitmemi, son olaydan sonra beni koruyamayacaklarını söylüyorlar.
Hani benimle beraber ölecektin Haluk abi! Senin cesedini çiğnemeden, benim cesedimi de çiğneyemeyeceklerdi. Otlukta elimizde mavzer, zifiri karalıkta nöbet beklediğimiz, birbirimize verdiğimiz o sözleri ne çabuk unuttun Haluk abi!
Bir merminin ekseninde dönüyordu hayat. Kimi gurbet, kimi askerlik, kimi terör bahanesiyle bırakıp gidiyordu Işkınlı’yı. Muhtar hapiste, imam köyü terk etmiş, bir öğretmen direniyordu Ulubatlı misali. Onun da kalbine bir ok saplanacaktı ve kaymakam oluruyla ilçeye alınacaktı.
“Artık demir almak vakti gelmişti limandan.”
Elimde çanta, Çolak bir şeyler hissetmişti sanki. Bir daha gelmeyecekti canım öğretmenim dercesine, kuyruğunu sallıyordu. İkide bir gelip ayaklarıma sürtünüyor, üzerime atlıyordu. Garip garip sesler çıkararak sanki ağlıyordu. Kaç kez Erzurum’a, Çat’a, Mersin’e gitmiştim, arkamdan bile bakmamıştı Çolak.
Ekmeğini yediğim, ayranını içtiğim teyzelerle; çay muhabbetine doyum olmayan amcalarla, gözü yaşlı öğrencilerimle helalleştik.
Elveda Işkınlı! O toprak evlerden, camsız pencerelerden, köprüsü olmayan yollardan kurtulan bir insanın sevinci yoktu yüzümde. Hani, Işkınlı’yı ilk gördüğümde, yüreğim sızlamıştı. Ayrılırken de bir başka parçalandı yüreğim.
Nemli gözlerle son kez baktım Işkınlı’ya. Çolak, peşimden geliyordu. O da ağlıyordu benim gibi. Vefa bu muydu Çolak? Ben seni, bir bahar sabahı bırakıp gidiyorum. Terk edilmeye alışkın gönlüne, bir de ben ekleniyorum. Ben seni yağmurlarla, fırtınalarla, karlarla, kuru ayazlarla baş başa bırakıp gidiyorum. Ben seni; kor ateşlere, dertlere, çilelere atıp da gidiyorum. Ben vefasızım, Çolak! Ben vefasızım! Gelme, artık peşimden! Vefasızlığımı, yüzüme vururcasına koşma ardımdan.
Unutmayacağım oğlum, söz veriyorum, unutmayacağım! Hani, bir kuru ekmek atamasam da, okşayamasam da enseni, bakmasan da gözlerimin içine, sallamasan da kuyruğunu, unutmayacağım.
Bir de sizi unutmayacağım. Yüreğimin en derin yerlerinde sakladığım; önlüksüz, pancar yüzlü, kırpık saçlı çocuklarım. Sen İhtiyar delikanlı Mecit amcam! İkinci babam, muhtarım Cemil. Nice ismini sayamadığım, çayını- ayranını içtiğim, ekmeğini- yemeğini yediğim Işkınlı halkı.
Muhammet ARDIÇ
YORUMLAR
koskoca Türkiye’min toprağında toprak mı yoktu da bu köyü buralara kurdunuz?
Nerede limonla yan yana portakalım?
Bakma gariban durduğuma, gözlerim kadar karadır yüreğim!
Ama buradaki kar bir başka yağıyordu.
Öğrencilerle öyle bir maça tutuşuyoruz ki, ders saati ne çabuk gelmiş
top yerine limon, portakal çürüklerini teptiğim, bir plastik kamyonun arkasından ağladığım,
Biz, o ırmağı geçerdik geçmesine; ama başka türlü nedenlerden gitmedik o köye, dedi
İkide bir gelip ayaklarıma sürtünüyor, üzerime atlıyordu. Garip garip sesler çıkararak sanki ağlıyordu
O dönemlerde ben de Erzurumdaydım.Çok güzel yazmışsın.Zevkle okudum.Yüreğine sağlık
ŞU ANA KADAR BU YAZIYI OKUMADIĞIM İÇİN KÖTÜ HİSSEDİYORUM KENDİMİ.BİR İMKAN OLSA DA ŞİMDİ GİTSEM ORALARA KURSAM KAZANIMI ,ALTINI TEZEKLERLE YAKSAM,ISINAN SUYLA TEK TEK YIKASAM IŞKINLININ MASUM ÇOCUKLARINI.SEVGİYLE TARASAM SAÇLARINI ÖPSEM ÖPSEM DOYAMASAM...
LİNAYA tarafından 10/18/2007 11:26:18 AM zamanında düzenlenmiştir.