- 660 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Kan Kırmızı Kaldı geriye...3...
Bir kez daha ellerine baktı... Olup bitenlere inanmak istemedi... İçi bulanmıştı... Hızlıca bir kez daha, bir kez daha ellerini gözlerine götürdü... Gerçi beklemiyor değildi ama, kabul de etmek istemiyordu bu durumu...’Yok canım olamaz basit bir kanama olmalı bu’ diye söylendi...
Son zamanlar burnu sıkça kanar olmuştu ve yine burun kanamasına bağlı bir durumdur diye düşündü... Ani bir hareketle ve umutla, ellerini burnuna bir kez daha götürdü... Az önce kırmızı olan ellerinin, yeniden kırmızıya bulaşmamış olması karşısında çaresizliği büsbütün arttı... Derin hayal kırıklıkları içinde, gözlerinde yaşlar kendiliğinden süzülür oldu... Yağmur yeniden çiselemeye başlamıştı,hafif esen bir rüzgar eşliğinde , yaşlar yeniden birbirine karışmıştı...
Kuvvetli bir öksürük, içinin bulantısı, şehrin kalabalık hali, insanların ilgisiz halleri... Acı sarmalının içine düşmüştü sanki...
Yerlerin ıslak olmasına ve yağan yağmura aldırmadan sırt üstü uzandı yere; gözleri gökyüzüne dalmıştı... Gökyüzü kurşuni bir haldeydi... Yükseklerden süzülerek gelen yağmur taneleri, şehrin ışıkları altında masallardaki devlerin yaşadıkları yerleri çağrıştırdı... Işık kırılmaları, girişim desenlerini gökyüzünde oluşturuyordu sanki... Kırılmalara ve saçılmalara uğramış ışık, havanın sisi ile de karışınca, sanki gölge oyunlarını andıran görüntüler çıkıyordu ortaya...
Bir umutla, gökyüzünde yıldızları aradı... Hüzünlü olduğu ve acı çektiği anlarda, hep yıldızları arardı...’Belki basit bir mide kanaması geçiriyorumdur kim bilir... Son zamanlar iyice kötümser oldun, neler oluyor Erol sana... En kötü anlarda, en umutlu düşler kurup sıyrılmaz mıydın acılardan... Hep bir yol vardır demez miydin?’Yuh olsun sana... Yuh olsun sana...
Yo hayır, kaçmak değildi bu... Gerçeklerle yüzleşmemek ise hiç değildi... Yaşamı hep sevmişti ‘’O’...Ölümle hesaplaşalı ise yıllar olmuştu... Ve belki de ölümle hesaplaşanlar, yaşama bu kadar bağlı olabilirdi... Ölüm gelecekse sadece; kalleşçe gelmemeli derdi... Yıllar önce hesaplaşırken ölüm gerçeği ile... Nasıl ölmek istediğini bile düşünmüştü...
Bir hazan mevsiminde ölmeliydi... En sevdiği mevsimde terk etmeliydi dünyayı...Bir parkta,ve parkın en ıssız köşesine saklanmış bir bank üzerinde otururken...Sararmış yapraklar aheste süzülüşlerle savrulurken bir o yana,bir bu yana...Dökülen yapraklardan bir yorgan yapıp, ayaklarını usulca içine saklamalıydı...Ayakları çıplak olmalıydı...Hissetmeliydi yaprakların hüzünlü sıcaklığını ya da soğukluğunu...Hani olur ya, avuçlarının arasında sıcak bir fincan çay da olmalıydı...Ellerinin arasında bir sevgiliyi sarar gibi sarmalıydı fincanı...Küçük yudumlarla içmeliydi çayını son kez...Sıcaklığını içine çekmeliydi...
Sevdiklerinin gözleri karşısında olmalıydı mutlaka... Başını usulca eşinin omzuna dayamalıydı... Ve son kez sıcak nefesini çekmeliydi içine...Saçlarını okşamalıydı usulca...Bir müzisyenin notalar üzerindeki yumuşak dokunuşlarını andıran hareketlerle, yüzlerine dokunmalıydı eşinin... Ve gözlerinin içtenliğinden çocuklarının kokusunu almalı, son bir kez çocuklarının gözlerine bir buse kondurmalıydı hasretle... Uzun yolculuklarda hep yetmeliydi koku ve sıcaklık...Uzun ve bilinmez yolculuklarda katık olacaktı kendisine...
Dudağında o en sevdiği türküyü mırıldanmalıydı son kez...’Adiloş bebe’...’Adiloş bebe’...Başı yana düştüğünde, yüzünde mutlaka bir tebessüm kalmalıydı geriye....Ve gözleri, huzurlu bir insanın uyumasını andırmalıydı...
Orada öylece sessizce boynu düşmeliydi yana işte...
Soğuk ve ıslaklık, içini iyice karıştırmıştı... Kendini zorlayarak yarı oturur hale geldi... Kimse yerde dakikalarca yatan, şimdi oturan insana bakmıyordu bile...
Şehre, insanlarına öfkesi yeniden kabardı... Şehrin ışıkları boğuyordu onu... Anlamsız koşuşturmalardan yorgun düşmüştü bedeni işte
Yaşamın şehirlerde saatlere bölünmesine isyan ediyordu... Ve zaman alıp götürüyordu hayatı... Araba kornalarından, yığın yığın akan insan kalabalıklarından boğulmuştu nicedir...Kaçıp gidecekti buralardan... İnsanların anlamsız bağrışmaları, birbirlerine savurdukları küfürlerden usanmıştı insanlık adına... Şehirler can çekişiyordu...Can çekiştirir olmuştu insanlık...
Köyünü düşündü birden... Doğduğu yerler geldi aklına... Dağların, ciğerleri delen temiz havalarını solumayı özlemişti... Kekik kokularına hasretti epeydir... Papatya kokularını çekmek istedi içine... Her bir papatya yapraklarına, dokunabilme arzusu içini yakıp kavurdu... Papatya yapraklarından,seviyor, sevmiyor demeleri geldi aklına... Çocukluğunda, yayıkta yapılan ayranın, sıcacık yufka ekmeğin arasına sürdüğü tereyağının özlemini duydu...
Topraktan bir evdi yaşadığı ilk yer... Gözlerini soğuk bir şubat ayında açtığında dünyaya... Tandırlık denen yerde hayata merhaba dediğinde... Ölsün diye bir kenara atıldığını anlattıklarını anımsadı birden... İçi bir tuhaf oldu yeniden... Galiba yalnızlık kaderiydi ‘o’nun... Çok evlenmiş bir babanın, çokça çocuklarından biriydi... Bir eksik, bir fazla ne olacaktı sanki...
Zor bir doğum olmuştu... Anne ölüm kalım savaşı vermişti günlerce...Üç gün meme verememişlerdi o’na...Sadece bir damla su,ve dövülmüş kuru üzüm tanelerinin şekeri ile beslemişlerdi... Ama yaşama tutunmuştu işte... Bu nedenle hep ‘’adiloş bebe’ türküsünü çok sevdi... İsyanları büyür, gözleri bir başka güzel bakardı bu türküyü duyunca... Yüreği ise bir başka atardı... Hüzün ve isyan kol kola olurdu dizelerde...
Tuğlaları kerpiçtendi evlerinin... Çatıları topraktandı işte... Kışları ve yağan yağmurlarda akardı evleri... Yazın kırmızı topraklar taşırlardı damların üzerine... Çorak topraklar denirdi bu topraklara... İlk orada öğrenmişti çorak toprağın ne olduğunu... Üzerinde hiçbir ot bitmezdi çorak toprakların... Çünkü toprakta yaşayan bir canlı, yeşeren bir minicik ot... Toprak aralarında derin boşluklar oluştururdu... Her büyüyen kök kendine yol açarken, yaşam alanları yaratırken toprakların diplerinde... Umuda yol açılırdı... Hayata merhaba derdi her bir bitkicik... Hayata söylenen her merhaba, yağacak yağmurlara, eriyecek karlara, minicik kanallar açardı... Bu nedenle istenmezdi damların üzerine çorak topraklardan başkası... Şimdi bunları daha iyi anlayabildiğini düşündü... Kalın silindire benzeyen bir aletle özenle düzeltilirdi damların üzeri... Çörtenden akan, yağmur damlalarının güzelliğini ise seyretmelere doyamazdı...
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.