- 3983 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
NEDEN ÇOK İSRAF EDİYORUZ?
Çevremize baktığımız zaman her işimizde çok israf yaptığımızı görürüz. Bir gün değil bir kaç saat bile aç duramadığımızı hepimiz biliriz. Hani bir atasözümüzde vardır: “Acıyan uyumuşta, acıkan uyuyamamış” diye. Ama ülkemizdeki ekmek israfı aynı büyüklükteki bir Türkiye’yi doyuracak kadar fazla.
Çanakkale ve Kurtuluş savaşı yıllarını ne de tez unuttuk, dedelerimizin hayvan pisliğini çöple karıştırıp içinden seçtikleri buğday tanelerini suda bulamadıkları için silerek yediklerini, hele daha dün ikinci dünya savaşına girmediğimiz halde tedbir sebebiyle halka çektirilen sıkıntıları.
Ordumuzdaki ekmek ve yemek israfının bir o kadar askeri daha doyuracağından eminim. Yine hasta hanelerimizdeki israfta aynı, aynı sayıdaki hasta ve personele yetecek kadar çok ne yazık ki. Biz elli yıldır Avrupa kapısında nöbet tutan bir milletiz.
Hepimiz bir dilim kuruda olsa ekmek kazanabilmek, bulabilmek için uğraşmıyor muyuz? Bu dünyanın bütün dayanılmaz sıkıntılarına onun için katlanmıyor muyuz? İnsafsız patronların ağız kokusunu onun için çekmiyor muyuz? Bir dilimini değil tek kırıntısını bile israf etmemeliyiz. Afrika veya başka yerlerde ona hasret binlerce can var. Ölmesini bekleyen akbabalarda onları seyrediyor. Orucu ekmeğin kıymetini öğrenmek, açların halini tatmak için tutmuyor muyuz? Ne yazık ki söylenilenler, yapılanlar bir kulağımızdan giriyor iz bırakmadan diğer kulağımızdan çıkıp gidiyor.
Ama ağzımızı açtık mı “Bu ülkenin yüzde doksan dokuzu “Müslüman” diyoruz. Peki Müslüman israf eder mi? İsrafı hepimizi yaratan Allah kesinlikle yasaklamamış mı? Yemede ve içmede sınırlandırma getirmeyen Allah “Yiyiniz, içiniz ancak israf etmeyiniz” demiyor mu bize okuyun diye gönderdiği kitabında. Ama açıp, bakıp okumayı, araştırmayı da zaman israfı olarak gördüğümüz için bakmıyoruz değil mi?
Daha neler neler. Şu mezarlıklarımızı bir gezseniz hiç Müslüman mezarlığına benziyorlar mı? Çok azı hariç çoğu kâfir mezarından farksız! Hepimiz cepsiz kefenle gideceğiz. Onunda nasip olacağı şüpheli! Hiç bir kıymetli şeyimizi götüremeyeceğiz. Sadece bizim yanımızda iyi ve kötü amellerimiz olacak. Bir de arkamızdan yapılan hayır dualar, iyilikler, sadakalar fayda verecek. Tabi o faydada gece karanlığında yolda giden iki arkadaştan eli fenerli olanın arkadan tuttuğu ışık öndekinin önünü ne kadar aydınlatırsa!
Aslında her zaman ziyaret edilebilir. Ya hiç uğramadığımız ya da yılın iki bayramının arifelerinde formalite icabı ziyaret ettiğimiz sevdiklerimizin mezarlarını ya kendimiz başında durarak, ya da mermerciye sipariş vererek en lüks mermerlerden en az iki-üç milyar Türk Lirası ödeyerek yaptırmıyor muyuz? Aslında sevdiklerimize kötülük yapıyoruz. O israf ettiğimiz paraları onların adına bir hayra versek inanınki onlara faydası daha çok olur.
Ama aynı vatandaşa sevdiği adına üç lira sadaka vermek çok ağır gelir. Ancak o üç lira mermerciye ödenen üç bin liradan daha çok faydalı olur. Hele bir de yürekten Allah rızasına verdiyseniz! Bir de mahşere kadar ayakta kalacak yapıya yatırım yaptıysanız. Bir adet tuğla bedeli bile olsa. O eser göçesiye kadar amel defteri açık kalacak. O sevdiğiniz ne kadar mutlu olur ah bir bilebilseniz.
Bir köy, ilçe ve il mezarlığındaki durumu siz düşünün. Yüz tane mermerli mezara üç yüz milyar ödense, bu para bir okulumuzun belli bir süre yakacak, yiyecek, su ihtiyacını karşılamaz mı? Hadi hayra vermek ağır geliyor. Şeytanın vesvesesine yeniliyoruz. Bari cebinizde kalsın da israf etmeyin. Ailenizin başka ihtiyaçlarına harcayın. Mezarın dışındaki mermerin içinde yatana zerre kadar faydası olmaz. Dışına da gösterişi vardır. Hızlı yaşayıp genç ölenlere belki “Muhteşem bir mezarı var” derler. Ha faydası olacak olsa değil mermerden altından yaptıralım. Çünkü onlar ona layıktırlar.
Meselâ bir şehir mezarlığında en az bin tane mermerden yapılmış mezar var sayalım. Her biri üç bin liradan toplam üç trilyon lira para eder. Bu kadar para ekonomiye kazandırılmış, ölü yatırıma gitmemiş olsa o şehirde tek fakir kalır mı? Sokağında sadaka verecek bir Allah kulu bulamazsınız. Bu kadar bedel o şehri en az bir yıl beslemez mi? Bu hesabı bir de ülke geneline yaptığınız zaman durum çok daha vahimdir. Cüzi miktar borç alabilmek için güçlü devletlere yalvarmıyor muyuz? İçler acısı, üzerinde derin derin düşünülmesi gereken bir durum çıkar.
Her ağzını açan “Müslüman’ım” diyor da uygulamaya geldi mi “Allah affeder” diyerek yan çıkıyoruz. Hatta Allah “Mecbur affedecek” diyenler bile var. Allah sırtüstü yatıp da namazını kılmayan birini nasıl affeder bilmiyorum. Belki namaza harcanan zamanı da israf sayıyor olabiliriz değil mi?
Mezarlığa giden sevdiklerimize ilk yapılacak iyilik onları iyi insanların yanına defin yapmaktır. Çünkü dünyadaki gibi orada da komşuluk ilişkileri devam ediyormuş. Burada koşudaki kavga nasıl bizi rahatsız ediyorsa, ya da pişen güzel kokulu bir yemek, düğünlerinin olması bize huzur veriyorsa orada da olayların benzeri oluyormuş. Bu konuda da hadisi şerifler var.
Mezarlıkta isimsiz kara taşları devrilmiş, kaybolmuş, yosun bağlamış üzerlerinden asırlar geçmiş, hiç ziyaretçisi bile gelmeyen mezarların arasında dolaşmak sizce zaman israfı değilse kendinize de, onlara da çok büyük iyilikler etmiş olursunuz.
Sevdiklerinize (Kabrin kıble tarafı ayakucuna dikelerek) kabri başında olursa daha iyi olur ama evinizden de olsa her zaman en azından bir Fatiha üç ihlâsı göndermeyi, hayırla anmayı çok görmeyin. Biliyorsanız Peygamberimizin okuduğu gibi bir Fatiha, on bir İhlâs, üç Ayetül Kürsi, bir Emener Rasülü ve Felak ve Nas surelerini okuyunuz. İnanınki mermerlerin soğukluğundan çok daha faydalı olacaktır. Size minnettar kalacaklardır.
Sizi seven biri bizzat yanınıza gelerek ziyaret ettiğinde nasıl seviniyorsanız orada onlarda rahatlayıp sevineceklerdir. Size selâm yollayanın selâmı fazla sevindirmediği gibi evden yapılan duada aynıdır. Onlar sizi dinlerler, cevap veremezler. Ancak siz (Tekasür suresinde) denildiği gibi Allah’a yakın bir kul iseniz o kabirdeki cenneti veya cehennemide görürsünüz. Belki küçük bir günahlarına kefaret olacaktır. Bizler dünyada küçük bir iyiliğe bile defalarca teşekkür etmiyor muyuz? Taklalar atmıyor muyuz?
Bilhassa annelerimizin kabri başından hiç ayrılmadan günlerce dua edip gözyaşı döksek onların bir gece bizim üstümüze kollarını gererek sabahladıklarında çektikleri sıkıntının bile bedelini ödeyemeyiz. Ya da doğum anında çektikleri sıkıntıları bile değil mi?
Sonra onlardan alacağımız çok ibretler vardır. Dün onlarda asıp, kesip, dolaşıp “Dünyayı ben yarattım” dercesine bizim gibi aramızda mağrurlanarak gezmiyorlar mıydı? Şimdiki hallerine şahit olursak belki dünyaya bağlılığımız azalır. Onların dediğini bir anlasak hasetlik, fesatlık ve hazımsızlıktan kurtuluruz.
Güneş bulutun altına gittiğinde “Güneş yoktur” diyemeyeceğiz gibi bazı olayları da yaşamadığımız için “Yoktur” diyemeyiz.
Günümüz medyasının reyting uğruna saatlerce ekranlarında konuşturduğu sapık sahte şeyhler “Ölülere Yasin okumanın faydası yoktur” veya “Kur’an-ı Kerim’in Arapçasını okumanın insana faydası yoktur” gibi şirk içeren sözlerine sakın inanmayın. Onlar siyonizmin kullandığı uşaklardır. Siz bu konuları lütfen ayet ve sahih hadislere bakarak araştırınız.
Hepimiz az çok şoförlük biliyoruz ve yapıyoruz. Yolda trafik polisi kontrol için durdurduğu zaman eksiğimizi söylese “Ben bilmiyordum” diye biliyor muyuz? Affederse ya da rüşvetle geçebilirsek iyide geçemezsek yazdığı cezayı tıpış tıpış ödemeye gideriz. Bütün kuralları, kanunları bilmek zorundayız değil mi?
Yine esnaflık yapan birine maliye görevlisi geldiğinde suç bulsa “Ben bilmiyordum” diyebilir mi? Tabi diyemez. Veresiye hatta alacağı bile şüpheli olan malın faturasını kesmek zorundadır. Viza kartları çıktıda biraz yükleri, kayıpları azaldı.
Aynı şekilde “Müslüman’ım” diyen biride kitap ve sünnetini bilmek, uymak, uygulamak zorundadır. Şayet uygulayamıyor, uyamıyorsa da inkârcı olmaması gerekir. “Yapmamız gerekiyor ama yapamıyorum” demesi gerekir. Ayet ve sahih hadisin noktasını bile hafife almak ya da inkâr etmek şirktir, Allah’ında affetmeyeceği tek günahtır. Kul Allah’a tek başına yüz yüze hesap verecektir. Şimdi bizi sapıtmak için zaman israf eden şeytanlık yapan o sahte şeyhler yarın orada kaçacak delik arayacaklardır.
Bize bu ve öteki dünyada lazım olacak bilgileri öğrenmek için harcayacağımız zamanı lütfen israftan saymayalım.
Bugün en azından bin beş yüz yıldır geçerli olmayan dinlere bağlı Hıristiyanlar her Pazar günü mutlaka kiliseye gidiyor. Yahudiler her Cumartesi havrasına, ağlama duvarına gidiyor. Duvar ona o duvara baktığı, konuştuğu halde devam ediyor.
Bu yaptığı geçersiz ibadetlere harcadığı zamanı israftan saymıyor. Atasını yolunda devam ediyor hiç düşünmeden.
Ben on dört yıl gibi memurluk hayatımın en güzide yıllarını İmam Hatip Lisesinde çalışarak geçirdim. İnanın sapık müdürle ve alnı secdeye gelmeyen inancı zayıf ya da devleti çarpmayı hüner sayan inancı hortuma bağlı kişilerle bile çalıştım. Tabi bu kişiler bize doğruyu anlatmak zorunda değillerdir. Çünkü herkes Allah’a tek başına hesap verecek. Filandan duydum deme şansı yoktur. Bunu da onlar iyi bildiği için haklı olarak çıkarlarına uygun hareket ediyorlar. Lise ikinci sınıfta inkârın kenarından dönmüştüm ama burada tekrar aynı çizgiye geldim. Tabi bu zihniyetin yetiştirdiği imamlar ve müftüler yarın kendilerini zor kurtarırlar. Hatta onda dokuzu kolay kolay kurtulamazlar.
Kâfir ölenler (Hıristiyan, Yahudi, putperest ve ata istler) mezarlarına kıymetli eşyalarını (Hatta bilgisayar ve Tv bile koyduranlar varmış, nasıl seyredeceklerse) koydurduklarından belki yapılan mezar mermerleri normal görebilirler. Mermeri yapanda, içindeki de hesaba gelmeyeceği için kimseye sorun çıkmaz. Ha belki cehennem dereceleri farklı olabilir.
Ancak İslâm dininde kesinlikle bu tür israfın hiç yeri yoktur. Lüzumsuz yapılan her israftan hesaba çekileceğimize göre yapanlar kendi savunmalarını hazırlamalı. İslâm mezar yapımına karşı değil ama bunun en fazla iki nesil belli olacak şekilde yapılması öneriliyor.
Hele şu israf ettiğimiz zamanın değerini ne gün anlarız bilmem? Tabi o boş zamanları kaybettiğimiz, aradığımız zaman çok geçte olsa anlarız. O kahve köşelerinde sineklenerek, önce kalbimizin üzerine bastırıp sonra masaya çarptığımız oyun kâğıtlarıyla geçirdiğimiz yani öldürdüğümüz boş zamanlarımızı bir gazete, dergi veya kitap karıştırarak geçirsek ne güzel olmaz mı?
Hadi şiir, roman, gazete okuyup okumadığımızı mezarda veya mahşerde bize kimse sormayacak ama soruların çıkacağı Kur’an-ı Kerim’i ve sahih hadis kitaplarını damı okumamız gerekmiyor? O büyük üstat M. Akif Ersoy’un kabul etmediği gibi mezarlıkta okunmak için mi indi bu kitap, söylendi bunca sahih hadisler?
Bir de israf ettiğimiz kâğıtların değerini düşünsek ülkemiz gittikçe günden güne daha da çölleşir miydi? O “Bir kâğıttan ne olacakmış” deyiverdiğimiz sayılar on yedi ton olduğunda gelişmiş bir çam ağacına eşit oluyormuş. En küçük bir eşyayı bile son haline kadar kullanıp geri dönüşüm için değerlendirmeliyiz.
İsraf ettiğimiz suya ne demeli. Belki bir yıl içinde Karadeniz kadar suyu israf ediyoruz.
Bir bardak temiz su evimize gelinceye kadar on yedi işlemden geçiyormuş. Damlasının kıymetini bilmemiz lazım.
Düşünün kimselerin olmadığı kuş uçmaz kervan geçmez ıssız bir çölün tam ortasında yalnız başınıza kaldınız. Bir bardak suya o kadar çok ihtiyacınız var ki. O hasretten dudaklarınızı uçuklatan bir bardak suyu size verecek olan size “Bütün mal varlığınızı istiyorum, değilse vermem” dese vermek istemez misiniz? “Hayır vermem, ölürümde yinede sana vermem!” diyebilir misiniz? Ölümü göze alabilir misiniz? Böyle bir cevap hakkınız, şansınız var mı? Değil mallarınızı o bir bardak suyu alabilmek için canınızı bile verirsiniz.
Demek ki hayatımız ve bütün kazandıklarımız bir bardak suya eşittir. Lütfen daha fazla kaybetmeden kıymetini bilelim. Vücudumuzun bile yüzde doksan beşinin su olduğunu, bir gün bile yokluğuna dayana- mayacağımızı hiç aklımızdan çıkarmayalım. Ülkemizin üç tarafının su ile çevrili olması bile bizi kurtaramaz. Bir müddet açlığa, esirliğe veya sıkıntılara dayanılabilir ancak susuzluğa bir gün bile dayanılmaz.
Şimdiye kadar dünyada olan savaşların çoğunluğu su yüzünden olmuştur. Bundan sonra olacakların çoğu da su yüzünden olacaktır. Tabi bu hızla doğayı kirletmeye devam edersek. Bizden olan nesiller o savaşları mutlaka yapacaklardır. Dilerim aklımızı başımıza toplarız da bu düşünceler olmaz.
Sulama ve denetim altına almadığımız derelerle göllere, denizlere kayıp giden toprağımızın hesabı her halde yılda bir Kıbrıs adası kadar vardır. Tarım ülkesiyiz diyoruz ama bilinçsiz sulama ve işleme yöntemleriyle topraklarımızı çoraklaştırdık, nerdeyse gıda maddelerimizi ithal edecek duruma düştük.
Tekerrür eden tarihimizden ve hatalarımızdan gereken dersleri almış olsaydık tekrarlamazdık. Hiç bir suçları olmadan biz gidince yerimize gelecek nesillerimize de yaşanılabilir bir dünya bırakırdık. Kendimizi savunmak zorunda da kalmazdık ya da kabul edilebilir bir mazeretimiz olurdu değil mi?
1970 li yıllarda bile şimdi sigarayla son sürat mücadele eden devletimiz askerine bedava paket paket sigara dağıtıyordu. Belki
memleketinde hiç içmemiş olanlar bile orada başlıyordu.
Bugün devletimizin aklı başına geldi ama gencecik ciğerler karardı. Devletimizin cebinden çıkan hasta hane masrafları ise cabası. Eli, kolu, bacağı kesilenlerin, genç yaşta kanser veya başka hastalıktan ölenlerin vebali kimin acaba?
Aklı başında olan bir insan dostuna sigara ikram eder mi? Ne yazık ki hemen “Oda alışsın, bize verir” diye ikram ediliyor. Dolaplarda başköşelerde duruyor. Ekmek parasına muhtaçlar bile paketleriyle alıyorlar. Çokları için ekmekten önemli değil mi? Bir miktar tütün alabilmek için evdeki unu vereni duydum. Çocukları aç kalmış.
Bir de kendi elimizle paramızı ve ciğerlerimizi yaktığımız, kül ettiğimiz eşimiz ve evlatlarımızın hakları. Boşa giden zamanlarımız! Sonra tedavi olacağız diye harcanan maddi ve manevi emekler.
Düşünün yirmi yıl sigara içen kişi bütün bu israf masraflarını tasarruf etmiş olsaydı bir ev sahibi olamaz mıydı? Hem de şehrin en güzel yerinden alırdı değil mi? Tabi sigaradan sonra içkide gelir.
Hadi kendi hataları ile kendi çektikleri maddi ve manevi sıkıntıları anladıkta diğerleri ne suç işledi? Sabaha kadar öksürmeler, hasta hane masrafları, daha neler neler! Ne gerek var? Yanan paralar, emekler, gözyaşları! Sonuçta ilgilenilmeyen evlatlar ve aileler ortaya çıkmaz mı? Köprü altı çocuklarının ne suçu vardı? O çekilmez hayatı kendileri mi istedi?
Bizim içimizden seçerek gönderdiğimiz bütün özelliklerimize sahip numune milletvekillerimiz memleketimizin çözüm bekleyen onlarca meseleleriyle uğraşacaklarına, lüzumsuz şahsi davaları, sen ben kavgaları yüzünden birbirleriye tekme tokat yumruk yumruğa kavga ederek zaman israfı yapıyorlar. Hadi cahilin ya da çocuğun yaptığı bu tür hareketler hoş görülebilirde ya kravatlı, diplomalılara nasıl mazeret bulacağız? Kültürlü, her yönüyle en seçme kişiler olanlar böyle yaparsa gerisine ne denir? Demek ki kültürü okullar değil hayat fakültesi veriyor, alma yeteneği olana.
Hadi yaptığımız ve telafisi mümkün olan israflarımızı saydık kolayca ama ya kaybolan yarım asırlık ömrüme ne diyeyim? Onu geri getirmekte mümkün değil. Ahlar vahlar pişmanlıklar içinde geçen zamanlarımı geri verene neler vermezdim ki! Kalan ömrümü kapısında uşak olarak geçirmeyi kabul ederdim.
Gerisi değil de yediğim goller hep ofsayttan geldi. Hep de golü doksanlı köşelere çaktılar. Yan hâkimler bayrak kaldırmadı, saha hâkimi gördüğü halde hiç düdük çalmadı ve seyircilerde protesto etmeyip beni suçlu buldular. Hep birden yüzlerini, gözlerini çevirdiler. Yargılamadan infaz ettiler. Böylece bütün davalarım en büyük hâkimin önünde yapılacak yüce divan mahkemesi mahşere kaldı.
Nemrut’un Hz. İbrahim peygamberi atmak için hazırladığı ateşi söndürmeye karıncalar bile ağzıyla su taşımışlar. Ama benim ateşime ezilmekten kurtardığım karıncalar bile seyirci oldular. İyiliğim altında ezilenler bile üç puan almışlar, yüzüme gülerlerken! Onun için gönlüm her daim dumanı çıkmayan kül altındaki kor ateşte içten içe sessizce yandı gitti. Bir tas su döküp söndürene hasret içinde.
Neyse size israfsız sonra sizi üzmeyecek dolu dolu mutlu geçmiş bir ömür dilerim.
Dursun Yeşil – 13.02.2010 Eğirdir