- 2234 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
Havranlı Yiğit, Onbaşı Seyit
Havranlı Yiğit, Onbaşı Seyit
Balıkesir Havran’dan çıktı bir yiğit,
Mehmet oğlu Onbaşı Seyit.
Tabyasını verse de şehit,
Gömdü Ocean zırhlısını denize;
215 okkalık mermiyle olurken meyyit,
Düşmanda ne takat kalmıştı, ne ümit.
‘Çanakkale Geçilmez! ’ tarihe düştü beyit…
Havran’da odunculukla geçiniyordu. İri, uzun boyluydu. Pehlivan soyluydu. Kendisine “Koca Seyit” diyorlardı. Cengâver ruhluydu. Herkes bir kütük taşırken, O’nun iki koltuğu da doluydu. Ailesinin eli, koluydu. Osmanlı gibi, ailesinin de zor dönemleriydi. Henüz evleneli bir yıl olmuştu. Kız çocuğu, yeni doğmuştu. Anne ve babası ihtiyardı. Bakıma muhtaç halleri vardı. Ne var ki vatan en büyük yârdi. Vatan borcu, Anadolu’da ardı. Seyit’i de heyecan sardı.
Her Türk evladı gibi sevincinden coştu. Helâllik alarak, kışlaya koştu. Üç yıllık görevi devirdi. Tam terhis olup sevenlerine kavuşacağım derken, Balkan Savaşları patlak verdi. İşin yönü değişiverdi. Terhisler durduruldu. Nihayet, Balkanlar’daki savaş da duruldu. Osmanlı yara almıştı. Seyit’i tekrar terhis heyecanı sarmıştı. Bu sefer, kendisini Birinci Dünya Savaşı’nın içinde bulacaktı. Savaşın en dehşetli cephesi, Çanakkale olacaktı. Seyit, bu cepheye de gönderildi. Çanakkale Boğazı’nın Rumeli yakasında, Kilitbahir denilen mevkide görevlendirildi. Rumeli Mecidiye Tabyalarında, topçu er olarak mevzilendirildi.
Beklenen gün gelmişti. Daha önce düşman gemileri ara ara boğazda taciz atışları yapmışlardı. Toplu saldırı yapacaklardı. Boğazda mevzilenen topçu bataryalarımızı yok etmek için, ant içtiler. Kendilerine 18 Mart 1915 tarihini seçtiler. Sabah saatlerinde Fransız ve İngiliz birlikleri boğazı hızla geçtiler. Tabyalarımızı yoğun ateşe tuttular. İngilizlerin en büyük savaş gemileri, Queen Elizabeth ve Ocean zırhlılarıydı. On dört bin metre menzilli, otuz sekizlik toplarıyla alev püskürüyorlardı. Mecidiye Tabyasının kırk yiğidi, yoğun ateş altında direnmeye çalışıyorlardı. Ellerindeki kısa menzilli toplarla, güçlü düşman donanmasına karşı aslanca çarpışıyorlardı.
Bir top mermisinin, Mecidiye Tabyasının üzerine düşmesiyle ortalık karıştı. Toz- toprak üstlerine yağdı. Gelen alev topu değil, ateşten dağdı. Merminin açtığı derin gediğe, tabyadakiler adeta gömülmüştü. Arkadaşlarının çoğu şehit olmuştu, Seyit sağdı. Sadece gövdesinin üst kısmı, yerin üstünde kalmıştı. Toprak kütlesi ayaklarına bağdı.
Kendisine geldiğinde, arkadaşlarının cansız bedenleriyle karşılaştı. Tabyasından sağ olarak sadece Yüzbaşı Hilmi Bey ve Niğdeli Ali kalmıştı. Onların yardımıyla Seyit, olduğu yerden çıktı. On dört şehit, yirmi dört yaralı arkadaşının olduğunu öğrenmesi, O’nu yıktı. Bu arada İngilizlerin dev gemisi Ocean ateş kusuyordu. Etrafı hallaç pamuğu gibi dağıtmaya devam ediyordu. Seyit etrafına baktı. Sadece bir top sağlam kalmıştı ayakta. Diğerleri ya parçalanmış, ya da gömülüydü toprakta. Yaklaştığında, o topun da vincinin kırık olduğunu gördü. İnanç ve azmiyle, kuvvetini kardı. Arkada duran iki yüz on beş okkalık top mermisinin yanına vardı. Niğdeli Ali, Koca Seyit’in niyetini anladı. Kaldıramayacağını söylediyse de, Koca Nefer’in gözleri parladı. Yaralı haline aldırmadı. Arkadaşının yardımıyla mermiyi omuzladı. İki metre yüksekliğindeki basamakları, iri ayaklarıyla adımladı. Hırsından kemiklerinin çatırtısını bile duymadı. Altıncı basamağı da çıktıktan sonra, mermiyi yirmi sekizlik topun namlusuna sürdü. Patlattı; fakat isabet ettiremedi. Üzüldü. Daha önce hiç mermi patlatmamıştı. Görevi numaratörlüktü. Yani yapılan atışları takip edip kaydetmekti. Bir daha deneyecekti. Başka çaresi yoktu. Şehit kardeşlerinin kanlarını çiğnetmek O’na yakışmazdı. “Allah’ın hakkı üçtür.” dedi. “Ya Allah, Bismillah! ” çekerek aynı şekilde üçüncü kez taşıdığı mermiyi namluya itti. İşte bu mermi, düşmanın en büyük zırhlısı Ocean’ın dümen kısmına isabet etti. Bu öldürücü darbe, dev gemiye yetti. Niğdeli Ali ve diğer bataryadaki arkadaşları: “Vurdun onu Koca Seyit! Vurdun onu! ” diye bağırıyordu. Sevinç çığlıkları etrafı sarıyordu. Seyit ise sevincinden ağlıyordu; yaratanına şükrediyordu. O anda, zırhlı etrafında fır fır dönmeye başladı; deli tekeler gibi. Çevresindeki diğer düşman gemileri de panikledi. Bir gülle değil, sanki üstlerine aslan kükredi. “Yenilmez Armadalar” olmuştu birer kedi. Niğdeli Ali, “Korkaklar, kaçıyorlar! ” dedi. Bir gece önce Türk yapımı yirmi altı mayın, Yüzbaşı Hakkı Bey tarafından boğaza gizlice yerleştirilmişti. Ocean, dönüşü sırasında bu mayınlardan birine çarptı; İrkildi. Kuyruğu üzerine dikildi. Büyük bir hızla karanlık limanın sularına gömüldü, boyladı dibi. Düşman, Osmanlı şamarını bir kez daha yedi. Diğer gemiler de aynı akıbeti yaşamaktan korkup çekildi. Bir gülle, dünyanın en büyük donanmasını devirdi. Bu olay, İtilaf Kuvvetleri’ni şaşkına çevirdi.
Çanakkale Savaşı’nın ilk zaferi, Koca Seyit’in bu atışıyla başladı. Daha sonra aylarca süren kara savaşlarında da Mehmetçik düşmanı haşladı. Kırıldı ümitleri, hızları yavaşladı. 9 Ocak 1916’da artık bittiler. Metrekareye altı bin merminin düştüğü cepheye kinlerini ektiler. Gelibolu mahşerini terk ettiler. Başları önde gittiler…
Koca Seyit’in mermiyi attığı tarihten birkaç gün sonraydı. Topçu Birliği Komutanı Cevat Paşa, Seyit’i onbaşı yaparak onurlandırdı. Komutanı ve arkadaşları “Mermiyi bir kez daha kaldır, şu millete hatıra kalacak bir fotoğrafını çekelim.” dediler. Seyit, mermiyi yerinden bile kıpırdatamadı. Merminin içi boşaltıldı. Sonra kaldırdı ve Niğdeli Ali’yle fotoğraf çektirdi. O’na, “ Nasıl kaldırdın? ” diye soranlara; “Aynı olayı tekrar yaşasam; yine aynı şekilde o mermiyi kaldırırım.” cevabını verdi. Seyit, artık gönüllerde taht kuran bir neferdi.
1918 yılında terhis olmuştu. Silâhaltında dokuzuncu yılı dolmuştu. Saçı-sakalı birbirine karışmıştı. Bir gece yarısı köyüne geldi. Kapıyı yöneldi. Kendisini karşılayan annesi Emine Ana’ya sarıldı. Vefalı eşi de onca zaman beklemişti. Geçen yıllara umut eklemişti. Kızı dokuz yaşına basmıştı. Şaşkın gözlerle olanları izliyordu. Utanıyor, yüzünü gizliyordu. Vefat edeli iki yıl olmuştu, babası Mehmet. O da ömrünce çekmişti zahmet. Köy kabristanında ziyaret ederek, okudu ona bolca rahmet…
Seyit, geçimini temin için çalışmaya başladı. Baba yadigârı merkeple dağdan odun taşıyor, odun kömürü yapıp şehirde satıyordu. Kara bulutlar cennet topraklarımızın üzerinde yine dolaşıyordu. Yunanlılar 15 Mayıs 1919′ da İzmir’i, 28 Mayıs 1919′ da da Ayvalık ve Edremit’i işgal etti. Koca Seyit, kulaklarına inanamıyordu. Bu haber kendisini terletti. Olanları hayretle seyretti. Hâlbuki O ve arkadaşları, canlarını siper etmişlerdi. On binlerce şehit vererek düşmanı Çanakkale Boğazı’ndan Anadolu’ya geçirmemişlerdi. Mondros Ateşkes Antlaşması gereği bu adamlar, neden elini kolunu sallayarak gelmişlerdi?
Mustafa Kemal Paşa’nın komutasında, İstiklâl Harbi başlamıştı. Koca Seyit yeniden koştu cepheye. Ordumuzun 26 Ağustos 1922′ de başlattığı büyük taarruzda yer aldı. 28 Ağustos’ta devam eden muharebede iki yerinden yaralandı. Büyük zaferin kazanıldığı haberi ulaştı, yattığı hastaneye. Gözleri aralandı. Kendisine dünyalar bağışlanmıştı sanki. Artık şanlı bayrağımız, semalarda hür dalgalanacak; ezan sesleri inleyecekti baki…
Koca gazi, üç savaşa katıldığı halde, madalyası bile yoktu. O’na “Müracaat et sana madalya versinler, maaş bağlasınlar” diyenler çoktu. Ama Seyit’in gözü, gönlü toktu.“Biz madalya için, maaş için dövüşmedik. ‘Ya şehit olacağız ya gazi’ dedik. Ücretini Cenabı Allah’tan bekledik ve Rabbim bize gazilik rütbesini nasip etti” diyordu. 1934 tarihinde yürürlüğe konan soyadı kanunuyla “Çabuk” soyadını alıyordu.
Koca Seyit, bir süre Havran’daki bir yağ fabrikasında hamal olarak çalıştı. 1939 yılında akciğerlerindeki rahatsızlık zatürreeye çevirdi. Bu hastalık, elli yaşındaki koca pehlivanı devirdi. Soyadındaki gibi ölüm de çabuk yakalamıştı efsane adamı. Fakir doğdu, fakir yaşadı ve fakir öldü. Kendi köyü olan Havran’ın Çamlık Köyü’ne gömüldü. Namı, ebediyete kadar köyüne ödüldü. Geriye parayla ölçülemeyecek bir hazine miras bıraktı. Mertlik, vatanseverlik, kahramanlık adına yazdığı sayfa aktı. Bu şanlı sayfa, artık Havran’da sancaktı. Çamlık Köyü’nün adı, tabi ki Kocaseyit olacaktı.
Bu köyde şu an, iki yüz elliye yakın torunu yaşıyor. Kendi gibi yüreği de ‘Koca’ insanın hatıralarını yaşatmanın haklı gururunu taşıyorlar. Sadece yılda bir törenlerde değil, böylesi değerlerimizin daima anılmasını ve yeni nesillere tanıtılmasını istiyorlar.
Muhittin Alaca