- 1147 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
BÜYÜK ATAM
Ulu Önderim, Büyük Atam
Hakknda o kadar bilinmeyen,bilinmezlikten gelen gerçekler var ki ATAM senin kabrinde,benim ve benim gibi düşünenlerin yaşarken,hayatta kemikleri sızlıyor..
Kimler kaldı senden bize,biz kimlere emanet düştük?
Türkiye hani aydınlık gençlere emanetti..Ne aydınlık genç kaldı ATAM ne acıma duygusu olan insanlar..Liderlik ettiğin savaşlarda bile Türk ordusu düşmanına acımayı öğrenmiş.Günümüzde kardeş-kardeşi,evlat-ana/babayı,seven-sevdiğini öldürmekte.Geliştirdiğin Adaletli,Laik Türkiye ise;Adaletli gözüken paspas altında yaşamakta,Laiklik yerine de monarşik düzen almakta..Aslında bunları senden görmedik,senden öğrenmedik...
Senden;
Yaşamda ulaşmak istediğimiz gereğin yararlı bir amacı olmasıdır. Bu doğru, olabilir, gerçekleşebilir, gerçekçi, çağcıl, bilimcil, uygarca ve yararlı gereğin seçimi yaşamımızı anlamlı kılan en önemli adımdır. Günümüz insanının en önemli eksiği budur. Bu nedenle de insanlarda güçlü bir özgüdü var olabilememekte, insanlar daha çok dışarıdan gelen etkilerle güdülenmektedir. Böylece, bilinçsizlik, öngörüsüzlük, kavrayış, anlayış yetersizliği oluşmaktadır.
“Yolunumuzun, aklın ve bilimin gerçekleri aydınlatmalıdır”
“Karar vermekte aceleci olmayacaksın; koşulları değerlendireceksin, ölçeceksin; almaşıklar arasından en iyi, en yararlı, gerçekçi, gerçekleşebilir ve doğru olanı seçerek kararını vereceksin.”
İşte insana başarı kazandıran bir önemli ilke daha…
Her şeye Gerçek’likteki bütünlüğü içerisinde bakmağa çalışacaksın. Her konunun ötekileriyle ilişkili ve çelişkili bağlantılılık içerisinde olduğunu hiçbir zaman gözden kaçırmayacaksın. Bütüne bakacaksın parçaları göreceksin; parçaya bakacaksın bütünselliği göreceksin… Ve her şeyi Gerçek’te yerli yerinde olması gerektiği yeri bularak, keşfederek dizgeleştireceksin.Günümüzde en önemli konulardan birisi de bu ‘bütünselci (holistik) bakış’tır. Bu bakışı olmayanlar basiret/öngörü kazanamazlar; ağaca bakarlar ağaçları, ormanı göremezler ve elbette ki yanılgılardan da kurtulabilemezler.
Atam’ın bize öğrettiği bu çok önemli ilke,
ülkenin bağımsızlığından, ulusun kayıtsız koşulsuz egemenliğinden, bir insanın düşüncelerinin bağımsızlığına ve özgürlüğüne değin her şey için kesinlikle geçerli olduğudur...
Sen yalnız yaptıklarınla değil,gençliğinden ölümüne kadar söylediklerinin ve yazdıklarının hiç şaşmayan doğruluğunu yaşattın bizlere Atam..
Atam’ın idealist kişiliğini gözler önüne seren aşağıdaki anekdotu (hikâyeciği) alıntı yaparak bitirmek istiyorum…
Atatürk ve Bir Çoban
Atatürk, güzel havaların tadını çıkarmak için böyle günlerde kırlara çıkıp gezmeyi hiç kaçırmazdı. Bunun için arabaya atlar, bir müddet gittikten sonra arabadan inip yaya yürümeyi de alışkanlık haline getirmişti.
İşte yine böyle bir gezinti sırasında rastladığı ve kendisini tanımayan bir çobanla ahbaplığa girişerek, sürüden ve koyundan söz ettikten sonra aralarında şöyle bir konuşma geçmiş :
Sen Atatürk’ü bilir misin ?
- Bilmez miyim efendi ? Ona Gazi Paşa da derler.
- Peki, ne yapmış bu Gazi Paşa ?
- Efendi, Onun neler yaptığını sen benden iyi bilecen.
- Onu görmek ister misin ?
- Ah efendi, istemem mi ? Ama ben Onu nereden göreyim ?
- Öyleyse bana bak, O bana çok benzer.
Gazi ve Yüzükler
Yirmi iki gün yirmi iki gece fasılasız olarak devam eden Sakarya Meydan Muharebesi kazanılmış ve artık nihai zafer için hazırlıklara başlanıldığı sıralarda bir gün Gazi Akşehir’deki pazar yerine gider. Pazar yeri adeta karınca yuvası gibi kaynamaktadır. Tabir yerinde ise, bin ağızdan bin ses. Bir aralık, ortalıktaki bu uğultu perde perde sönmeye başlar ve yerini adeta bir tapınak sessizliği kaplar ve kulaktan kulağa bir fısıltı :
- Gazi gelmiş, Gazi.
Bütün gözler heyecan ve sevgi dolu hislere tercüman olarak aynı yöne dönüyor; Gazi, o ölçülü ve güzel yürüyüşü ile yavaş yavaş hem ilerliyor hem de ara sıra sergilerin önünde durup satıcılarla ve satılanlarla ilgilenmektedir. Belli ki alış verişe çıkmış. Ama eşya almaya değil sadece gönül almaya çıkmıştır. Böylece gönül ala ala satıcı kadınların bulunduğu kesime gelir:
- Nasılsınız bacılar ?
- Sağ ol paşam, duacıyız.
Satıcı kadınlar paşalarını özlem dolu gözlerle doya doya seyrederken kendilerini tutamıyorlar ve :
- Güzel Paşam.
- Yiğit Paşam.
- Yiğitler yiğidi Paşam.
Gibi hitaplarla ve adeta birbirleriyle yarışırcasına paşalarıyla konuşmaya başlarlar. Paşa utangaç; bu sevgi haykırışlarını durdurmak için birine soruyor :
- Erin var mı bacım ?
- Var paşam, cephede.
- Ya senin ?
- Kanı helal olsun, benimki Çanakkale’de kaldı.
Gazi daha soracak, soracak ama bu yüreği yanıklardan alacağı cevapların çoğunu
şimdiden oranlıyor; Çanakkale’sinden sonra Kafkas’ı, Kanal’ı, Galiçya’sı, İnönü’sü, Sakarya’sı hep sıralanacak, hem de hiç kırgınlık taşımayan, hiçbir şey istemeyen ve beklemeyen seslerle.
Paşa gözleri buğulanmış olarak bir an düşünüyor ve hemen bu kez acele adımlarla, geldiği tarafa yöneliyor ve bir kuyumcunun sergisi önünde durduktan sonra elinde bir avuç yüzükle dönüyor.
O gün pazardan köye dönen bacıların parmakları, Gazi’nin hediye ettiği yüzüklerle; yürekleri ise yaşantılarının en yüce övünç ve kıvancı ile doludur.
General Towsend’in Karıştırdığı Centilmen Komutan Kemal
Birinci Dünya savaşı sırasında Irak cephesindeki muharebelerde Kütülamare kalesinin ordularımız tarafından tekrar ele geçirilmesi esnasında kale içindeki İngiliz birlikleri, komutanları bulunan general Towsend ile birlikte esir edilmişti. İstanbul’a getirilerek daha sonra Heybeliada’da göz altına alınan ve ateşkes antlaşmasına aracılık da yapan bu general silah bırakışmasından sonra memleketine dönebilmişti.
Bu general, Kurtuluş Savaşı sırasında Anadolu kıyılarına yaptığı bir seyahat sırasında Mustafa Kemal ile görüşmek istediğini bildirmiş ve bu dileği Mustafa Kemal tarafından kabul edilerek Konya’da görüşme gerçekleşir. Görüşmedeki ilk karşılaşmada general Towsend’in adeta bir şaşkınlık geçirdiğine tanık olunur. Bu kısa şaşkınlıktan sonra general Towsend :
- Affedersiniz, görüyorum ki işin içinde isim benzerliğinden doğan bir yanlışlık var, ben sizi başka bir kemal sanmıştım.
- Nasıl bir Kemal ?
- Kütülamare’de ordumla birlikte çevrilmişken karşı tarafta Kemal adlı çok centilmen bir komutan vardı. Onunla hasım olmakla birlikte aynı zamanda çok da dost olmuştuk.Bu işin başına onun geçtiğini sandım da...
- Onunla dost olduğunuz gibi benimle de dost olabilirsiniz.Buyurun , oturun.
General oturur. İki asker, iki insan biri birini anlamakta gecikmezler. Biri karşısındakinin nasıl kutsal bir dava peşinde olduğunu, öbürü de ötekinin hâlâ hasım durumunda olan bir devletin generali olmakla birlikte ne denli insanca düşündüğünü görür.
Towsend, hayran kaldığı yeni dostuna birkaç gün konuk olduktan sonra ayrılmak için izin isteyince Mustafa Kemal şöyle bir öneride bulunur :
- Ben Ankara’ya döneceğim. Orada, içlerinde sizin doğrudan doğruya kendi dilinizle konuşabileceğiniz kimseler de bulunan arkadaşlarım var. İster misiniz birlikte gidelim ? Onlarla tanışmış olursunuz.
Öneriyi kabul eden general Mustafa Kemal’le birlikte Ankara’ya gelir ve burada yeni tanıdıklar edinir. Bu ziyaretin akabinde yurduna dönmek üzere vedalaşırken Mustafa Kemal ona soruyor :
- Arkadaşlarımı nasıl buldunuz ?
- Çok centilmen insanlar, ancak korkarım ki içlerinde sizi benim anladığım ölçüde henüz anlamamış olanlar vardır.
Mustafa Kemal’in bu tespite ilişkin karşılığı şu olmuştur :
- Bunu biliyorum; fakat bu halin size de sezdirilecek bir derecede olduğunu şimdi anlamış bulunuyorum !
Atatürk’ü Sevindiren Mutlu Bir Dalgınlık
Savaşın sıkışık zamanlarında orduda bozgun yaratabilecek davranışları komutanların hemen o anda kendi elleriyle ölümle cezalandırmaları bir görenektir. Birinci Cihan Savaşı esnasında gerekli gereksiz bu yola sapan bir komutanın dile düştüğü Atatürk’ün sofrasında söz konusu edilince kendisi, bu çareye hiçbir zaman baş vurmadığını, bu yola sapanların çoğunlukla beceriksiz ve duygusuz kişiler olduğunu söyleyerek : - Bir kez, az kalsın birini öldürüyordum, fakat umulmadık bir unutkanlık beni bu kara lekeden kurtarmış oldu. Diyerek söz konusu olayı şöyle anlatmış : - Kurtuluş savaşının başında, herkesin kendini sorumsuz birer baş saydığı o günlerde bir tanıdığımın, hiçbir hoşgörürlükle bağışlanmayacak ağır, ama çok ağır bir suç işlediğini haber aldım. O denli üzüldüm ve öfkelendim ki ne olursa olsun, o herifin cezasını kendi elimle vermek için önüne geçilmez bir hırsa kapıldım. Hemen arabama binerek suçlunun kırdaki evine koştum. Yolda giderken de, pantolonumun arka cebinde duran tabancamı, kolaylık olsun diye paltomun cebine aktardım.
- Arabamı uzaktan görüp tanıyan adam beni buyur etmek üzere evin kapısını açarken ben de bahçe kapısından içeri giriyordum. Hemen o anda tabancamı çekmek için elimi arka cebime attım, fakat cep boş ! Tabancanın yerini değiştirdiğimi hatırlayıncaya kadar adam işi anladı ve hemen geri dönerek arka pencereden atlayarak o semtin bağları arasında görünmez oldu. Onu adaletle karşı karşıya bırakmaktan başka bir şey yapamamıştım. İşte elimi kana bulamak gibi bir kara lekeden beni bu mutlu dalgınlık kurtarmıştı.
Diyerek sevincini dile getirmiş.
Çanakkale’de Sportmen Bir Yeni Zelandalı ve Pratik Mehmetçik
Bilindiği üzere Çanakkale-Anafartalar’da düşmana dünyayı dar eden Mustafa Kemal Mehmetçiğe, düşmanın son durumunu öğrenmek için “bir dil yakalayın” der onlar da buna göre çare ararlarmış.
Bir gün bu amaçla getirilen “dilden” gerekli bilgiyi alan Mustafa Kemal adama sormuş : - Peki, sen Yeni Zelandalısın madem, Türklerden ne kötülük gördün ki vuruşmak için kalkmış ta oralardan buraya gelmişsin ? Yeni Zelandalının bu işi sırf spor için yaptığını ve kendisinin sportmen olduğunu övüngen bir tavırla söylemesi üzerine Mustafa Kemal : - İyi ama, sportmenliğin ne işe yaradı ? Baksana, bir erimizin önüne düşmüş, kuzu kuzu buraya getirilmişsin ! deyince tutsak şu şekilde karşılık vermiş : - Sizin eriniz spor kurallarını çok kaba bir şekilde çiğneyince ben ne yapabilirdim ? Sportmen olmayan hasımlarla karşılaşacağımı bilseydim hiç gelmezdim !
Meğer Mehmetçik, Yeni Zelandalıyı en can alıcı bir yerinden yakalayarak sıkıp bayıltmış, avını ayılıncaya kadar sırtında taşımış, sonra da elini çekmeden siperlerimize kadar sürmüş.
Atatürk bu öyküyü anlatır ve Yeni Zelandalının sportmenlik anlayışına, Mehmetçiğin de kullandığı pratik (!) usule güler dururdu.
Selanik’teki Anıt ev ve Makbule Hanımın Pembe odası
Atatürk yalnız başkalarının saflıklarını değil, kendinin ve yakınlarının da çocuksu yönlerini ele alır, anlatır ve herkesin umulmadık bazı davranışlarının olabileceğini her fırsatta belirterek mevki ve mertebe ne olursa olsun kibirden uzak kalmayı tavsiye ederdi. Nitekim bu cümleden olarak gençliğinde şairliğe özenip pek romantik şiirler yazdığını, hatta bir aralık da ticarete heveslenip, annesinde bulunduğunu bildiği bir parayı bu iş için istediğini,annesinin parayı kendisine verirken : “ Baban da bu yolda epey para batırmıştı” diye uyarmaya çalıştığını, fakat parayı yine de alıp sonunda batırdığını uzun uzun anlatır, hayatının bu gibi çocuksu yönleriyle kendi de eğlenirdi.
Bir gün, kardeşi Makbule Hanım’ın da bir saflığını ele alarak şu olayla anlatırmış : Yunan hükümetinin, Ata’nın çocukluğunu geçirdiği Selanik’teki baba evini kamulaştırıp anıt haline getirerek, anahtarını da kendisine sunmuş olduğunu ve kendisinin de fevkalade duygulandığı bu jestten kız kardeşi Makbule Hanıma söz ettiğinde Makbule Hanım : - Bilirsin ya ağabey, köşedeki pembe oda benim odamdı, yine bana ayrılsın demiş.
Yunan hükümetinin bu güzel jesti karşısında kardeşinin gösterdiği bu çocuksu anlayış Ata’ının pek tuhafına gitmiş ve olayı her yeri geldiğinde sofradaki dostlarına anlatmaktan kendisini bir türlü alamazmış...
Kaynakça : 1) AĞAKAY, Mehmet Ali, Atatürk’ten 20 Anı, Atatürk Kültür, Dil ve tarih Yüksek Kurumu Türk Dil Kurumu Yayınları- sayı : 344; Ankara-1990.
2) GÜRTAŞ, Ahmet, Atatürk ve Din, Diyanet İşleri Başkanlığı yayınları, 214; Halk Kitapları serisi, 70; 6. Baskı, Ankara-1999
SENİ ÇOK ÖZLEDİM ATAM...
Farklı yoldan gidenlere inat,Senin öğrettiğin yoldan,her zaman ileri ATAM..
NE MUTLU ATATÜRKÜM DİYENE...