YUNUS EMRE
YUNUS EMRE
Baharı dört gözle bekleyen çocuklardık. İlk kutlamamız Hüseyin Gazi dağında çiğdem toplamaktı. Yeşil çimler arasında, ya da bir kaya dibindeki sarıçiçek bize gülerdi. Yemekten öte bu sarıçiçekleri annemize, kardeşimize götürmek hoşumuza giderdi. Çok topladığımızda yoldan geçerken imrenerek bakan insanlara verdiğimizde çok mutlu oluyorlardı. Bu bir bahar kutlaması gibi bir şeydi.
Çocukluğumuzda ne bir bisiklet ne bir topumuz vardı. Ya çelik çomak gibi ağaç parçası ya da ayın kaçı gibi araçsız oynanan oyunlar oynardık. Çoğu zaman Hatip çayına yüzmeye giderdik. Hatip çayı bizim çocukluğumuzda içilesi gibi temizdi. Bir de bahçelere meyve aşırmaya giderdik. Biraz büyük olanlarımız balinyö trenine kaçak binerek Kayaş – Sincan arası gidip gelirlerdi.
Bir bahar günü çiğdem toplamaya gidecek arkadaş bulamadım. Aykırı inatçı bir çocuktum. Karar verdim tek başına gittim. Bu Hüseyin Gazi dağını çok severim, çiğdem olmadığı zamanlar bile buraya gidip oynardık. Kayadan kayaya atlamak, dağın en tepesine tırmanmak ne kadar güzeldi anlatamam. Çiğdem topluyordum. Bir elimde topladığım çiğdemler, bir elimde çiğdem söktüğümüz sopa vardı. Neşe içindeydim, baharın tazeliğini içime çekip, şarkılar söylüyordum.
Bir grup benim yaşıtım çocuk geldi. Sekiz on kişi vardı. Bunlar bizim komşu mahalleni çocukları idi. İçlerinde bir bana sopası ile vurdu. Sen ne arıyorsun burada, bir başkası ulan çiğdem koymamış toplamış. Bir başkası hadi git, yeter topladığın dedi. Beni iteledi. Düştüm çiğdem sopam bir yana, çiğdem demetim bir yana. İşte o sıra da kıvırcık saçlı esmer bir çocuk atıldı. Bırakın çocuğu diyerek yüksek sesle bağırdı. Elimden tuttu beni kaldırdı. Çiğdemleri toplamama yardım etti. Ben çiğdemlerimi toplayıp, sopamı da alarak uzaklaştım. Kalabalık içinde beni kurtaran çocuğu hırpalıyorlardı. Çocuk ise direniyordu. Çiğdem sopalarıyla çocuğa saldırıyorlar. O da bir kılıç gibi kullandığı sopası ile kendini savunuyordu. Bir süre sonra çocuğu yanlarından kovdular. Yanıma geldi. Hadi beraber çiğdem toplayalım demeye kalmadan, bizi taş yağmuruna tuttular. Bizde ikimiz bir olduk onları taşlamaya başladık. Biz dağın yamacında olduğumuz için onları püskürttük.
Bak dedim benim yüzümden arkadaşlarınla kötü oldun. Bunlar mahalle de sana rahat vermez dedim. Boş ver onlardan arkadaş olmaz dedi. O zaman çok sevdim, bu benim ile birlikte arkadaşlarını taşlayan çocuğu. Kanım ısındı derler ya, işte öyle. İlk defa o zaman tanıştım onunla. Adı Yunus Emre idi. Yunus’la çok iyi arkadaş olduk. Ailelerimiz tanıştırdık. İki aile ortak noktaları bularak öyle bir kaynaştı ki. Herkes onları bizim akrabamız zannetmeye başladı. Bizi taşlayanlar mahallede Yunus’a kötü davranacakları yerde, hiçbir şey olmamış gibi davranıyorlarmış. Hatta birisi helal olsun sana en yiğitçe davranışı sen yaptın demiş.
Yunus’un babası bir fabrikada işçi olarak çalışıyordu. Müthiş saz çalıyordu. Oğullarına da öğretiyordu. Müziğe çok düşkün olan bu adamın yorgunluğunu attığı tek şey sazdı. Yanında bir iki duble rakı alırsa, keyfine diyecekte yoktu. Çocuklarına ise ünlü ozanların isimlerini takmıştı. Yunus Emre’in küçüğü Veysel’di. En küçüğü ise Mahsun’i idi. Onlara ben de özendim. Bende saz çalacaktım. Babama saz aldırdım. Birkaç parça öğrendim. Tez canlı idim, çabuk öğrenip onlar gibi çalmak istiyordum. Çok sonra öğrendim. Bu sabır ve çalışma isteyen bir uğraştı.
Çoğu geceler bir araya gelir, çilingir sofraları kurulur. Sabahlara kadar saz çalıp, türküler söylerdik. Duygulu türkülerinden sonra ağlardık. Özellikle annelerimizin gözlerinin yaşı dinmezdi.
Yıllar böyle geçip gidiyordu. Mahallemizde bir ortaokul olmadığı için, mahallemizde uzakta olan Mamak ortaokuluna gitmeye başladık. Yunus Emre ile ayrı sınıflarda idik. Çıkışta buluşur, tren raylarını takip ederek evlerimize gelirdik. Kimi zaman rayların altındaki kalasları sayardık. Kimi zaman raylar üzerinde düşmeden kim uzun süreli yürüyecek, oynardık. Bir gün bir gurup çocuk önümüzü kesti. Bizi dövmeye kalktı. Yunus Emre, atak bir hareketle birinin kolunu tutarak kıvırdı. Ya bize dokunmazsınız ya da bu arkadaşınızın kolunu kırarım demişti. Çocuklarla anlaştık. Onlar bizden oldukça uzaklaşacaklar, sonra arkadaşlarını bırakacaktık. Anlaştığımız gibi onlar uzaklaşınca arkadaşlarını bıraktık.
Yunus Emre ile yediğimiz içtiğimiz ayrı gitmiyordu. Bir keresinde küçücük bir kaysı fidesi ile üzüm fidesi bulmuştu. Bana hediye ettiğinde ne kadar sevinmiştim. Ağaçları çok sevdiğimi bilen bir arkadaştan ne kadar güzel bir hediye idi. Ben de ona birkaç fide vermiştim. Bu fideleri bahçemizde uygun bir şeye diktim. Birine Yunus, birine Emre demiştim. Üzüm fidesi ve kaysı toprağını çok sevmişti. Öyle serpilip, gelişmişti ki, komşularımız üzüm için Nevşehir’den mi getirdiniz. Kaysı için ise Iğdır’dan mı demişlerdi. Kaysıları şeftali gibi iri ve çil çil idi. Üzüm öyle salkım saçaktı. Babam güzel bir çardak yaptı. Annem bir nazar boncuğu astı.
Ne güzel günlerdi o günler. Bütün bunlar Üreğil istasyon kahvesine Alpaslan Türkeş’in gelmesi ile bozuldu. Mahallenin bütün işsiz güçsüz gençleri gruplaşmış, başka gruptan gençleri dövüşüyorlar, sövüyorlar. Özellikle okuyan gençlere karşı bir kin güdüyorlardı. Bir baktım Yunus’un önünü kesmişler dövecekler. Yetiştim. Benim arkadaşım dokunmayın dedim. Ben mahalleli olduğum için kendilerinde sayıyorlardı. Onlar için çantada keklik idim.
Artık ortaokulu bitirip liseye başlamıştık. Yunus uzun boylu, kıvırcık saçlı kara yağız bir delikanlıydı. Ayrıca yakışıklı oluşu ile mahallede gözde biri idi. Armut dibine düşer derler ya. Yunus Emre sazı ilerletmiş, adeta babası ile yarışıyor. Yunus babası, Aşık Veysel, Aşık Mahsuni, Mahmut Erdal, Ali Kızıltuğ gibi ozanları sevip onların izinden giderken, Yunus, Ruhi Su ve Aşık İhsani’yi izliyordu. En çokta İhsani’nin mektub’unu okurdu. Kendi şiirlerini yazıp, onları söylüyordu. Saza siyah bir kılıf geçirip silah gibi omuzlayıp, birçok etkinlikte saz çalar olmuştu. Bizim mahallenin gençleri onun bu halini kıskanıp, alaya alıyor. Çoğu zaman bir göbek havası çal da eğlenelim diye laf atıyorlardı.
Bense mahallenin gençlerine karşı direniyordum. Aykırı ve inatçı olmamı hiç hazmetmiyorlar. Sen o Yunus’un arkadaşı değil misin? Diyip, sıkıştırıyorlar. Seni de onların mahallesine sürmek gerek, diyip duruyorlardı. Kendilerine katılmamı istiyorlardı. Babamdan çekindikleri için fazla üzerime gelmiyorlardı. Ama düşmanca bakışlar üzerimden hiç eksik olmuyordu.
Beni bu kadar sıkıştıranlar Yunus’a neler yapmaz ki, diye aklımdan geçiriyordum. Sonra haber geldi. Yunus’u çevirmişler dövmek istemişler. Hatta dövmeye yeltenmişler. Yunus, erkekseniz tek tek gelin diyince. Tek tek üzerine yürümüşler. Yunus her birisini tek tek iyi bir dövmüş. Üç kişiyi kötü bir şekilde dövünce, olay olmuştu. Dövülenlerden birisi de başkanları imiş. Yunus’u kötü bir şekilde kafaya takmışlar.
Okul dönüşü Samsun yolu üzerinde bulunan köprüden geçerken Yunus’u yakalamışlar. Demir sopa ve zincirlerle dövdükten sonra, köprüden aşağı atmışlar. Altta tren raylarına gelen, Yunus paramparça olmuştu. Kendilerin atanlardan birinin adını vermişti. Ama bu bir lakap olduğundan kimse emin değildi. Polise de verilmemişti.
Sonraları Yunus’un ismini verdiği kişiyi köprüden attılar. Hatip çayına döşen bu kişi ufak tefek yaralanmalarla kurtulmuştu. Ama mahallede huzur namına bir şey kalmamıştı.
Babam hem işte, hem evde çalışmaktaydı. Bir odalı gecekondumuza eli genişledikçe bir göz daha ekliyordu. Ben ve kardeşlerle babama yardım ediyorduk. Annemse bize yün yatak yapıyordu. Yüncüden aldığı, yünü yıkıyordu. Birkaç gün sonra Yunus’un hediye ettiği üzüm asması, kaysı ağacı solmaya başladı. Babama yalvarıyorum, ağlıyorum ne olur bir şey yap. Babam hemen bir ziraat mühendisi buluyor. Adam bizim eve geldi. Asmanın dibinden, şeftalinin dibinden aldığın toprağı inceledi. Bu ağaçlar zehirlenmiş dedi. Herkes bir birine baktı. Annem hemen eyvah dedi. Dizlerine vurdu. Yıkadığım yün tuzlu idi. Suyunu ağaçlara verdim. Bense Yunus’un gidişine yormuştum. Çünkü birine Yunus adını vermiştim, diğerine Emre.
En yakın arkadaşımı yitirmenin yanında, gözüm gibi baktığım onun hediyesi ağaçlarda kuruyunca mahalle bana dar geldi. Yunus’tan sonra evlerine bir evlat acısı çöktü ki, düşman başına. Yoo düşmana bile dilenecek bir şey değildi. O saz ile doğmuş sanılan adam saza küsmüştü. Değil saza yaşama küsmüştü. Günlerce evdekiler adeta bir biri ile küsmüş gibi konuşmuyorlardı. Annemle ben günlerce yemek taşıdık. Sanki evi terk edeceklermiş gibi hiçbirinin eli işe varmıyor. Annemle komşular ev işlerini görüyorlardı.
Babam, bu itler sana da bulaşır dedi. Beni İzmir’e Amcamlara gönderdi. Okuluma orada devam edecektim. Üniversite sınavlarına orada girip, bir yeri kazanacaktım. Babam memur olsaydı, bir tayin ile o da gelecekti. Ama bir işçi idi. Artık mahallede kalamazdım en sevdiğim arkadaşım yoktu. Kendimi korkunç bir yalnızlık içinde hissediyordum. Bir komşumuz söylemişti. Siz ikiz eşi misiniz, birbirinizden ayrılmıyorsunuz. İşte ayrılmıştık. Aradan yıllar geçti. Yunus Emre’yi, Üzüm asmasını bir de kaysı ağacını hiç unutamam.
Hatırladığım kadarıyla dört yakınımın çocuklarına Yunus Emre ismini verdim. Çocuklarıma koyamadım. Eşim karşı çıktı. Çocuklara kızarsın, söversin sonra üzülürsün diye.
Bir de Yunus’tan sonra sazı ben de bıraktım. Öyle etkilenmiştim ki, yıllarca elime alamadım. Hala bir saz çalan görsem hayıflanırım, başlamaya takatim olmaz. Bir yasa mıdır? Nedir hala anlamış değilim.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.