Ruhsar , Selim ve Gökyüzü
1956 yılının sonbahar aylarından bir günün sabahı.Saat beş, altı arası. İstanbul’un Tarabya sırtlarında, denizi gören üç katlı (iki kat ve bir çatı katı), bahçeli, küçük yüzme havuzlu bir ev. Bahçedeki ağaçlarının dalları yerlere düşmüş, etraf sararmış yapraklarla kaplı. Hafiften bir rüzgar esmekte, ağaçların daha henüz yere düşmemiş yaprakları bu rüzgarla tatlı tatlı hışırdamaktadır.
Sabahın sessizliğini evin hanımı Saadet Hanımın acı nidaları bozmuştu. İkinci çocuğuna hamile olan Saadet Hanım’ın doğum sancıları başlamıştı. Doğum yaklaşmaktaydı. Eşinin sesine uyanan Mükerrem Bey, yatağının hemen yanıbaşında bulunan telefona sarıldı ve aile doktorunu aradı. Mükerrem Bey bir yandan hızlı hızlı giyiniyor, bir yandan da evin hizmetçisi Ayşe Hanım’a bağırıyordu:
-Ayşe,Ayşe!! Hanım doğuruyor,çabuk ol!
Saadet Hanım, hizmetçinin yardımıyla giyindikten sonra Mükerrem Bey ve Ayşe Hanım’ın kolları arasında arabaya bindi. Direksiyonun başına Mükerrem Bey geçti ve arabayı son sürat aile doktorlarının çalıştığı hastaneye doğru sürdü. Ayşe Hanım evin kapısının önünde gözleri dolu dolu evin hanımının ardından baka kalmıştı. Yanında evin oğlu Hakan vardı. Daha üç yaşındaydı. Olup bitenin farkında değildi. Acılar içinde sancı çeken annesinin arkasından o da ağlamaya başlamıştı.
Hastanenin özel odasında Saadet Hanım, yanında yeni doğan oğluyla yatıyordu. Karşısında Mükerrem Bey baba olmanın verdiği mutlulukla karısına gülümsüyordu.
Mükerrem Bey ikinci çocuğunun kız olmasını istiyordu. Hemşire:”-Müjde efendim bir oğlunuz oldu !” derken önce biraz duraksadı, şaşırdı. Daha sonra hemşireye hafifçe gülümsedi..Elini cüzdanına attı, hemşireye yüklü bir bahşiş verdi.
Mükerrem Bey oğluna Selim adını koydu. Selim adı gibi sessiz, içine kapanık mizaçtaydı. Yıllar yılları kovaladı. Selim çocukluğunda ve gençliğinde (lise yılları)hep yalnızdı. Hiç kimseyle yakın arkadaşlık kuramıyordu. Derslerine de ilgisizdi. Sadece matematik dersini seviyordu. Zamanını matematik problemleri çözerek geçiriyordu. İki haneli sayıları ezbere çarpıp bölebiliyordu. Hafızası da çok kuvvetliydi. Telefon rehberindeki telefon numaralarını ezbere söyleyebiliyordu.
Yıl 1973 yılıydı. Özel bir liseyi bitiren Selim, ODTÜ, Elektrik Bölümüne kaydını yaptırmak istiyordu. Hayalindeki okuldu ODTÜ. Kararını anne ve babasına açtı. Anne ve babası oğullarının bu karara tepki gösterdiler. Annesinin gözleri yaşla dolmuştu. Daha önce İstanbul’dan, aile ortamından hiç ayrılmamıştı Selim. Büyük şehirde tek başına ne yapacaktı? İçine kapanık bir çocuktu. Üstelik 12 Mart darbesinden sonra yine filizlenmişti sağ, sol kavgaları. Babası, Ankara’da okumanın güçlüklerini izah etti oğluna. Ne annesinin gözyaşları ne de babasının nasihatleri Selim’i kararından döndüremedi. İstanbul’da adeta hapiste hissediyordu kendisini. Sonunda Selim’in dediği oldu. Ankara’da okuyacaktı.
Selim Ankara’ya babası ve abisiyle beraber geldi. Okula ve yurda kaydını yaptırdılar ve sonra tekrar İstanbul’a geri döndüler.
Aradan on beş gün geçmiş okulların açılış vakti gelmişti. Selim’i uğurlamak için tüm aile (emektar hizmetçi Ayşe dahil) otogardaydılar. Saadet Hanımın gözleri yine yaşla dolmuştu. Oğluna sıkı sıkı sarıldı, yanaklarından öptü. Babası da duygulanmıştı. Saadet Hanımdan sonra Mükerrem Bey de oğluna sarıldı, yanaklarından öptü.
Selim ilk dersin yapılacağı anfiden içeri girdi. Ön sıralarda okula yeni başlayanlar, arka sıralarda abi ve ablalar (sınıf geçememiş eski öğrenciler) oturuyordu. Ders pek hoşlanmadığı derslerden olduğundan arkalarda oturmayı tercih etti. Çevredeki bakışlar kendisine odaklanmıştı. Siyah saçlı,siyah bıyıklı bir gencin yanına oturdu. Bıyıkları üst dudağını tamamen örtmüştü. Uzun favorileri vardı. Ayaklarında asker postalı, sırtında parka vardı. Parkasının başlığının çevresi tüylüydü. Kabarık balıkçı kazağı giymişti.
Selim bu genci bir yerden tanıyor gibiydi fakat nerden olduğunu çıkaramıyordu. İçeriye gözlüklü, yaşlı biri girdi. Dersin hocasıydı bu yaşlı adam. Öğrencilere kendini tanıttı ve dersine başladı. Selim çaktırmadan kendisinden iki koltuk ötede oturan yağız genci süzüyordu. Genç de Selim gibi dersi dinlemiyor, küçük bir kağıda bir şeyler karalıyordu. Selim genç adamın şiir yazdığını anlamıştı.
Dersin ortalarına doğru yanındaki genci nereden tanıdığını çözmüştü. Bir yıl önce asılan gençlik lideri Deniz Gezmiş’e ne kadar çok benziyordu siması, tavırları, elbiseleri. Deniz’den farkı saçlarının uzun olmasıydı sadece.
Teneffüste delikanlı ve diğer arkadaşlarıyla tek tek tanıştı. Genç adamın adı Ömer’di. Maraşlıydı. Bu üçüncü senesiydi birinci sınıfta. Diğer gençlerin Ömer’e ölçülü ve saygılı davrandıklarını fark etmişti. Ömer’in grubun lideri olduğunu anlamıştı Selim.
Ömer’in grubundaki iki kızdan biri Selim’in bayağı dikkatini çekmişti. Adı Ruhsar’dı. Malatya’dan gelmişti. O da Ömer gibi üç yıllıktı. Kızın yeşil gözleri Selim’i kendine çekmişti. Hiç bu kadar güzel göz görmemişti hayatında Selim. Biçimli bir burnu, dolgun dudakları, vardı Ruhsar’ın. O da parka giymişti. Ellerinde parmakları kesik eldivenler vardı. Yüzünde makyaj izi yoktu. Saçlarını bir bereyle kapatmıştı.
Dersin sonunda hep beraber yurtlara doğru yürüdüler. Selim’in adını, sözlerini anlamadığı bir marşı söylemeye başlamıştı gurup. Daha sonra anlayacaktı çalınan şarkının “Çav bella” olduğunu Selim. Ömer marş bittikten sonra söze girdi:
-Selim kardeş, biz devrimciyiz. Deniz yoldaşın bayrağını biz devraldık. O bayrağı en yükseklere biz taşıyacağız. İnşallah emperyalizmi dize getirip sosyalizmi, ezilenlerin sistemini bu ülkede kuracağız. Biz ölümü göze aldık kardeş. Çe’nin dediği gibi, ölüm misafirimizdir bizim safa gelir,hoş gelir. Akşam seni yurttaki odamıza bekliyorum. Bir çayımı içersin, hem de muhabbet ederiz.
Selim yurttaki odasına çıktı. Montunu, kaşkolunu çıkardı, yatağına uzandı. Aklı Ruhsar’da, Ruhsar’ın gözlerinde kalmıştı. Ne güzel bir insandı. Tebessüm ederken dudakları ne güzel şekil alıyordu.
Akşam üzeri aşağıya , yurdun kafeteryasına indi, yemeğini yedi. Biraz hava almak için yurdun önünde yürüdü, sonra döndü. Ömer’lerin kaldığı dördüncü kata yavaş yavaş çıktı, oda kapısına iki, üç kez vurdu içeri girdi. Ömer yüzünde tebessümle karşıladı Selim’i. Sınıflarından bir, iki genç daha vardı odada. Ömer Selim’e sigara ikram etti. Bafra yazıyordu paketin üstünde. Sigarayı ilk defa lisedeyken içmişti. Aynı sınıftan bir arkadaşı vermişti bir kere, çok öksürmüştü o zaman. Tadını beğenmemiş, bir daha tatmamıştı. Bu sefer reddetmedi uzatılan sigarayı. Derin derin içine çekerek içti filitresiz sigarayı. Arada bir iki kere öksürdü ama bitinceye kadar içmeye devam etti sigarasını.
Gençlerden biri eline bir saz aldı. Hep beraber türküler, marşlar söylemeye başladı gençler. Selim’in hoşuna gitmişti daha önce hiç duymadığı bu müzikler. Daha sonra Ömer kendi yazdığı şiirlerini okudu gençlere. Şiirlerin konusu, savaş, devrim, mücadele üzerineydi hep. Yaşamadığı duygular yaşıyordu Selim. İyi ki gelmişti Ankara’ya. Kendisine değer veren, çayını,sigarasını paylaşan insanlarla tanışmıştı. Aradığı mutluluğu bulmuştu artık. Üstelik dünyanın en güzel kızıyla, Ruhsar’la tanışmıştı. Allah’tan daha ne isterdi ki.
Selim ertesi gün sınıfa girdiğinde kürsüde Ömer, Ruhsar ve grubun diğer elemanları vardı.Ellerinde bir sürü dergi vardı. Mensup oldukları fraksiyonun yayın organlarıydı bu dergiler. Herkese teker teker dağıtıldı dergiler.
Ömer kürsüden konuşmaya başladı. İfadesi, mimikleri aynı Deniz Gezmiş gibiydi.
-Arkadaşlar! Ben ve arkadaşlarım adına ODTÜ’ye hoş geldiniz diyorum. Burası devrimci Türk gençliğinin en büyük üniversitesidir. Bizler de devrimin neferleri Türk gençleriyiz. Bizler devrim yolunda ölmeye and içmiş insanlarız. ODTÜ faşizme hiçbir zaman geçit vermemiş bundan sonra da vermeyecektir. Söylediğim her şeyin ikiletmeden yapılması kendi faydanızadır. Boykot olacak dersem okul boykot edilecektir. Yürüyüş yapılacak dersem herkes yürüyecektir. Dergi alınacak dersem dergi alınacaktır. Sözlerim uygulandığı sürece hiç kimsenin kılına zarar verilmeyecektir. İkinci teneffüste aldığınız dergilerin paraları arkadaşlarca toplanacaktır. Daha sonra görüşmek üzere hoşçakalın.
Ömer konuşmasının bitiminde arkadaşlarıyla beraber sınıfı terk etti. Teneffüste Ruhsar ve üç, dört arkadaşı tek tek dergilerin paralarını toplamaya başladı. Ruhsar Selim’e yaklaştı, hal ve hatırını sordu. Selim heyecanlanmıştı. Kekeleyerek teşekkür etti. O da Ruhsar’ın hatırını sordu daha sonra dergi parasını genç kızın eline verdi.
Selim, Ömer’in grubuyla giderek yakınlaşıyordu. Ömer okuması için Selim’e sosyalizmi öven kitaplar, sosyal içerikli romanlar veriyordu. Selim yurda gelince kitapların başına geçiyor, harıl harıl okuyordu.
Düşünceleri gibi görünüşü de değişiyordu Selim’in. O da Ömer gibi parka, postal giymeye başladı. Kabarık ve kıvırcık saçlarını düzleştirmek için biryantin sürüyordu. Favorilerini de kulak bitimine kadar uzatmıştı. Bazen keşke Ömer gibi yakışıklı, atletik biri olsaydım,onun gibi gür,akıcı konuşabilseydim diye geçiriyordu içinden.
Yıllar yılları kovalamıştı. Selim okula başlıyalı altı yıl olmuştu fakat mezun olamamıştı.Okulundan, derslerinden kopmuştu. Ömer’in bir askeri gibiydi sanki. Yurttan da ayrılmış şehirde bir arkadaşıyla beraber kalıyordu. Akşamları Ankara’nın varoşlarındaki hücre evlerine gidiyor,eğitim toplantılarına katılıyordu. Bazen de grupla beraber köylere gidiyor, burada miting yapıyorlardı. Ruhsar’la beraber olmak en büyük mutluluktu onun için.
Ömer, Selim’e yeni bir görev vermişti. Duvarlara slogan yazacaktı. Yanında Ruhsar ve iki arkadaşları daha olacaktı. Selim o gün hazırlık yaptı. Boyacıdan boya ve fırça satın aldı. Geceleyin saat iki civarında slogan yazacak grup sözleştikleri yerde buluştular. Selim, Ruhsar, bir kız ve bir erkek toplam dört kişi olmuşlardı. Devrimcilerin hakim oldukları bir mahallenin duvarlarına slogan yazacaklardı.
Grup daha önce tespit ettikleri duvarlara kırmızı boyayla slogan yazmaya başladılar. İki kişi boyuyor iki kişi de gözcülük yapıyordu.
Ruhsar yazıyor, Selim de etrafı gözetliyordu. Selim yüz, yüzeli metre ötelerinde üç dört kişilik bir grubun kendilerine yaklaştığını gördü ve ”-Ruhsar kaçalım, birileri geliyor!” diye bağırdı. Dört arkadaş koşmaya başladılar. Tam o anda silah sesleri yankılanmaya başladı. Selim ahh! diye bir ses işitti. Ruhsar yere yuvarlanmış acı içinde inliyordu. Selim kızı kaldırmaya çalıştı ama başaramadı.
Ruhsar’ın dudaklarının kenarından kan geliyordu. Selim,”-Ruhsar, Ruhsarım!” diye bağırdı. Ateş açan grup dağılmıştı. Ruhsar’ın elini sıkı sıkı tutuyordu Selim. Yoldan geçen bir taksiyi çevirip en yakın hastaneye gittiler. Tüm çabalara rağmen genç kız hayata dönemedi.
Ertesi gün tüm grup cenaze töreni için Malatya’ya gittiler. Büyük bir kalabalığın eşliğinde Ruhsar’ı defnettiler.
Ruhsar’ın ölümü zaten içine kapanık olan Selim’i iyice insanlardan uzaklaştırmıştı. Geceleri rüyalarına giriyordu genç kız. Beyaz bir at üzerinde gökyüzünde uçuyordu Ruhsar.
Ruhsar’sız hiçbir şeyin anlamı yoktu artık. Okulu, yurt, Ankara artık bir şey ifade etmiyordu ona. Bir gün eşyalarnı bavula koydu, otobüse bindi ve Ankara’dan ayrıldı, baba ocağına geri döndü.
Selim tüm gününü deniz kenarında geçiriyordu artık. Sabah erkenden evden çıkıyor, deniz kenarına geliyor, martılara ekmek atıyor ve gökyüzüne bakıyordu. Ruhsar’ın beyaz atıyla uzaklardan yanınan geleceğini hissediyordu.
Aradan yıllar geçti. Ruhsar öleli yedi yıl olmuştu. Okuluna devam etmediğinden kaydı silinmişti Selim’in. Bir akşam Mükerrem Bey üniversite öğrenciler için af çıktığı haberini televizyondan duydu. Hemen karısını yanına çağırdı. Haberi karısıyla paylaştı. İkisinin de yüzünü sevinç kaplamıştı.
Selim aftan faydalanarak tekrar okuluna döndü, bir yıl sonra, 1987 yılında okulundan mezun oldu. Babası, Selim’in bozulan ruh sağlığının askerlik ortamında düzeleceğini umuyordu. Bir an önce askere gitmesi için tanıdıkları insanlarla görüştü ve aynı yılın Aralık ayına karar aldırdı.
15 Aralık 1987’ de Tuzla Piyade Okulunun kapısında Mükerrem Bey, Saadet Hanım , Hakan ve hizmetçi Ayşe Hanım Selim’i uğurluyorlardı. Uğurlamaya Hakan’ın eşi ve çocuğu da gelmişti.
Babasının beklediği olmamıştı. Selim askerlik ortamında düzeleceğine daha da kötüleşiyordu. Kurallara uymuyordu. Ayakkabısını boyamadığından, yatağını düzenli katlamadığından dolayı takım komutanı asteğmen tarafından arkadaşlarının içinde azarlanıyordu.
Kimseyle konuşmuyordu. Eğitimi aralarında herkes birbiriyle muhabbet edip, şakalaşırken Selim bir köşeye çekiliyor daima gökyüzüne bakıyordu. Gözleriyle Ruhsar’ı arıyordu. Ruhsar’ın beyaz atıyla bir gün yanına geleceğine inanıyordu. Ruhsar’dan geriye tek eşya eldivenleri kalmıştı Selim’e. Yaz , kış bu eldivenleri giyiyordu. Askerde bile yasak olmasına rağmen çıkarmamıştı bu yeşil, parmakları kesik eldivenleri.
Selim’de hiçbir ilerleme gözükmüyordu. Eğitimde, sporda, derslerde başarısızdı. Tek başarı gösterdiği branş silah atışıydı. Tüfeğini çok iyi kavrıyor, isabetli atışlar yapıyordu.
Piyade Okulunun dört aylık eğitim süresinin sonlarına gelinmişti. Bir gün sınıfta ders arasında arkadaşları, Selim’in bir er eşliğinde Okul Komutanlığına doğru gittiğini gördüler. Akşama doğru bölük , içtima alanında akşam yemeği öncesi toplu olarak bekliyordu. Uzaktan iki kişi bölüğün bulunduğu yere doğru yaklaşıyorlardı. Gelenlerden biri Bölük Komutanıydı. Yanında bir er vardı. Bölük Komutanı yanındaki erle bölüğün tam karşısında durdu.
Başında büyükçe şapka olan silahlı, onbaşı rütbeli er yere doğru bakıyordu. Onbaşı kafasını hafifçe kaldırdığında bölükteki öğrenciler şaşkın şaşkın bakakaldılar. Arkadaşları Selim’di karşılarındaki.
Derslerinde başarısız olan Selim askerliğini er olarak yapacaktı. Erzurum’un ilçesi Aşkale’ye gidecekti.
Arkadaşlarıyla tek tek vedalaştı Selim. Gözleri dolmuştu. O anı yaşamaktansa ölmek daha evlaydı onun için. Yerin dibine geçmişti sanki.
Aşkale’de Tabur Komutanının getir götür işlerini yapıyordu Selim. Silah taşımıyor, nöbet de tutmuyordu. İyice dünyadan uzaklaşmış, kötüleşmişti. Gözleri hep gökyüzündeydi. Ruhsar’ı arıyordu ama Ruhsar hala gelmiyordu.
İyice yavaş hareket ediyordu. Komutanın çayını zamanında götürmüyor veya yere döküyor, karşılığında azar işitiyordu.
Yine bir gün Komutanın odasında çay servisi yaparken çayı Komutanın arkadaşının pantolonuna dökmesi bardağı taşıran son damla oldu. Komutan hemen telefonu çevirdi, karşısındakine bağırdı:”- Bu çaycıyı yanına çağır, eline de tüfek ver. Nöbet de tutacak bundan sonra!”
Artık Bölük Komutanının emri altındaydı Selim. Sabahleyin erken kalkıyor, soğuk havada yarı çıplak koşuyor, karla kaplı yerlerde tüfek elinde sürünüyordu. Bölüğün en yaşlısıydı. Bölük komutanı bile kendisinden küçüktü. Komutanı anlayışlı, olgun biriydi. Bölüğün içinde rencide etmemeye çalışıyordu Selim’i. Ama yine de arada sırada kırıcı laflar çıkıyordu ağzından.
Eğitim arasındaki dinlenmelerde yine diğer erlerden ayrı bir köşeye çekiliyor, gökyüzüne, Ruhsar’ının geleceği yere bakıyordu. Diğer erler aralarında kendisi hakkında konuşuyor, gülüşüyorlardı. Birisi taklidini yapıyor, Selim’in baktığı gibi gökyüzüne bakıyordu.
Artık nöbete de çıkıyordu Selim. Bölük Komutanı, soğukta üşümesin diye Tabur karargahı içinde bir nöbet ayarlamıştı Selim için.
Soğuk bir kış günü ranzadaki yatağında uyuyordu Selim. Rüyasında yine karşısında Ruhsar vardı. Beyaz atın üstünde, beyazlar giymiş gökyüzünde uçuyordu. Selim bir ağacın gövdesine sırtını dayamıştı. Ruhsar atıyla tam karşısındaydı. Eliyle gel işareti yapıyordu genç kız. Selim ne yapacağına karar verememişti. Genç kız iyice yaklaşmıştı, atın ayakları çimenlere basıyordu. Ruhsar, Selim’e doğru elini uzattı. Selim genç kızın narin, ince ,beyaz parmaklarını kavradı ve birden kendini beyaz atın terkisinde buldu.
Selim omzunun bir el tarafından sarsıldığını hissetti. Döndü baktı. Karşısında nöbetçi onbaşı vardı. Üç, beş nöbetinin zamanının geldiğini hatırladı. Elbiselerini, paltosunu, kaskını giydi. Silahlıktan tüfeğini aldı. Onbaşıyla yan yana nöbet tutacağı yere doğru karlara bata çıka yürümeye başladı.
Onbaşı Selim’i nöbet yerine bırakıp geri döndü. Selim, tabur binasının içindeki nöbet yerinden dışarı çıktı, bir sigara yaktı. Derin derin içine çekti. Uykusunda gördüğü rüya aklındaydı. Gözleri yıldızlarla kaplı gökyüzündeydi. Ruhsar kendisini yanına çağırıyordu. Kulaklarına ilk tanıştıkları günkü arkadaşlarının hep beraber söylediği şarkı “Çav Bella” yankılanmaya başladı.
Şarkının Türkçe sözlerini mırıldanmaya başladı Selim:
“İşte bir sabah uyandığımda /Çav bella, çav bella, çav bella, çav, çav /Elleri bağlanmış buldum, yurdumun /Her yanı işgal altında”.
Sigarasından derin bir nefes daha çekti, geriye kalanı karlara doğru fırlattı. Omzunda asılı tüfeği çıkardı, yere çömeldi, tüfeğin emniyetini açtı ve namluya mermiyi verdi. Namluyu alnının ortasına dayadı. Sağ elini dudaklarına götürdü, gökyüzüne doğru bir öpücük yolladı ve tetiği çekti. Namlunun içi kanla dolmaya başladı. Elini tetikten çekti. Silah önüne düştü. Kendisi de düşen silahın üstüne kapaklandı. Kalın camlı gözlüğü başının sağına düştü, camının biri kırıldı. Kanlar bembeyaz kar üzerinde kırmızı bir gül şeklinde yayıldı.