- 822 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
AŞK ( İLK GÖRÜŞTE AŞK)
ORTAK ZEMİN : MİRASINAS
İLK IŞIK VEYA İLK GÖRÜŞTE AŞIK OLMAK
İnsanlık tarihinde, ilk günden bugüne kadar dünya varlığın maddi olarak miras silsilesiyle aktara gelmesi aşikârdır. Bunun yanında bazı diğer miraslar da aktarıldığını ve kişinin doğuşuyla bu miraslara sahip olduğu mevcuttur: duygu, düşünceler, edalar… Örneğin, insanın içindeki karanlık, aydınlık dünyası veya bir insanla göz göze gelmesi gibi durumlarda hissettiği duygu ve düşünceleri. Kendinizi bir anlık için gözden geçirin... Birisi ile hiç göz göze kaldınız mı? Bu karşınızdaki aynı veya karşı cinsten olabilir. Veya bir çocuk ya da daha farklı bir şey olabilir... Çoğumuz bir kaç saniyeden fazla kalamamışızdır. Ki bu konuda hemfikiriz sanıyorum.
Göz göze gelmek cesaret ister. Ben çoğu zaman bu esnadan korkmuşumdur. Çoğu zaman da beni mest etmiştir. Otobüste olsun ya da başka bir yerde olsun, tanımadığınız, daha doğrusu kendisinin hakkında herhangi bir bilgiye sahip olmadığınız insanla göz göze gelmek güç olsa gerek. Ki her zaman kendimi gecenin zifiri karanlığında hissetmişimdir göz göze geldiğimde. Çünkü insan için, hakkında bilgisinin olmadığı bir insanın gözleri iki karanlık kuyudan farklı değil. Hatta öyle kuyular ki dibi görünemez. İp sallarsan, ayna tutarsan, projektör tutarsan veya herhangi farklı bir araç kullanırsan bile nafile. Karanlık... Ne zaman ki ikişerleşirse gözler, işte o zaman başkalaşır durum. Aynen fezanın derinliği gibi...
Her ne kadar güneş dünyamızdan kat be kat büyük olsa bile, o fezanın uçsuz bucaksız karanlığını aydınlatmaktan aciz kalıyor ve fezanın karanlığına gömülüyor. Fezanın zifiri karanlığı kendisine mezar olur...
Tanınmayan gözlere bakan için karanlık bir âlem. Ne zaman bir ışık, bir parıltı, bir mum görürse insan, işte o zaman da sevgi dediğimiz, aşk dediğimiz insanlar arasındaki en kuvvetli bağların temeli atılıverir oracıkta. Aslında temel atılmış olmuyor. Çünküleyim bu oluşan temel mirasınastır. Sadece bakan için bu temel üzerine inşa başlar diyebiliriz. Artık inşa başladığında bu inşanın başlangıç niyetin ne olduğu da kişiye kalmış olur. İster ev yapar, ister, cami, ister kilise, sinagog, ya da günaha bulaşmış bir ev (Allah korusun).
Ruhun, Âdem’in bedenine girmek istemediği an... Ne zaman ki ruh, Âdem’de bir ışık gördü, o zaman girivermişti Âdem’in bedenine.
Hz. Allah(c.c), topraktan bir insan yarattı. Âdem(a.s)... Ve onun için de bir ruh... Allah tarafından ruha, Âdem(a.s.) bedenine girilmesi emredildi. Ama ruh bakar ki Âdem’in içi kapkaranlık. Orda ne bir aydınlık ne de bir ışık var. Sadece zifiri bir karanlık… Üstüne üstelik de kendisi ile savaşacak olan tanımadığı bir nefis de var. Ve ruh girmekten korkar. Girmekten çekinir. Tâ ki Allah(c.c)’un kendi nurundan, Âdem(a.s.)’in bedenine kutsal bir zerre-i katre damlattığında, o zaman ruh bedene giriverdi. Çünkü orda, artık kendisini aydınlatacak bir ışık vardır, bir aydınlık vardır. Ve ruh âşık olur bu ışığa. (Damlatılan nur, tarihin ilerleyen sahnelerinde peygamberler silsilesi ile Hz. Peygamber Efendimiz(s.a.v.)’in bedenine aktarılacaktır.) İşte biz insanlar, Âdem(a.s)’ın yaratılışından bu yana, karşı bir bedenin içinde kendimiz için ışık bulduğumuzda o beden bizim için yaz yaylası gibi serin ve rahatlatıcı oluverir. Şimdiki zamane gençlerin ağzı ile âşık olunur. İlk görüşte aşk... Ve kötü emelleriyle maalesef bu kutsal âşkı bertaraf ediyorlar.
Etrafımızda, kendisini sıkkın ve zamanın kendisine eziyet ettiğini düşünen insanların bir ışıklarının olmamasındandır. Hatta bırakın etrafınızı, kendimizi düşünelim. Muhakkak ruhumuzun acıktığı anlar olmuştur. Nasıl ki ruhun, bir ışığa acıkıp, sonra Âdem’in bedenine giriyorsa, bizim ruhumuz da bir ışığa muhtaç ve açtır. Ruh ışığı görmeyince de depresyon dediğimiz vaka meydana gelir. Depresyona girdiğini iddia eden de ruhun gördüğü kutsal ışığı ihmalkârlığa vurmuştur muhakkak. Ya da hafife alıp, neyin nesi olduğunu bilmemiştir. Bilseydi zaten yapmazdı. Ve depresyon dediği de olmazdı. Çünkü ruh tok olacaktı.
Karanlık bir oda... Ve elimizde bir ayna... Ne kadar aynayı kendimize tutarsak tutalım, kendimizi görmemiz neredeyse imkânsız. Hafiften görünürsek bile de o zaman kendimizden ürkeriz. Korkarız... Ve kendimizi görmemiz için, odadaki ışığın açma-kapama anahtarını kapama konumuna getirmek zorundayız. Işık yanar ve karanlık olan oda bizim için aydınlık olur. Ruh ise kendisi için ancak bir kıpırdaşma görürse aydınlığa kavuşur.
hani şair diyor ya: Zambaklar en ıssız yerlerde açar/ve vardır her vahşi çiçekte gurur/bir mumun ardında bekleyen rüzgar/ışıksız ruhumu sallar da durur/ zambaklar en ıssız yerlerde açar... Zambak(beyaz) kokusunun enterasam bir özelliği vardır. Bu yüzden her yerde açmaz, dünyanın konuşulmadığı, menfaatlerin olmadığı diyarda açar ve günaha meyli olmayan bedenlerde kokar. Tabi her çiçeğin kendisine göre bir kokusu, güzelliği, bir gururu vardır. Karşı tarafta kendisine kendini fark ettiren ışın bulunduğun diyarın rüzgârı, duygusu fark eden bedenin ruhuna eser ve hissetmeleri gösterir. Ve arayış içindeki ruh ışığını bulmuştur. Bu ışığı bir bedende, bir kitapta, bir başka varlıkta görünebilir. Nasıl ki aç olan insan yemek yiyebilinen her yerde yemek yer. İnsanın aç kalan ruhu da ışığını gördüğü yerde mutmain olur. Aç midenin açlığı bir köşe başı fesfudda veya en lüks bir lokantada giderilebildiği gibi, ruhun da açlığı fani bir şeyde ya da kutsal daimi çift faydalı bir yerde giderilebilir. Bu konuda kişinin meyil tarafının etkisi epey büyük bir paya sahiptir.
Kişinin bulduğu ışığını nereye çevirdiği çok önemlidir. Elinizde bir şişe suyunuz ve siz sahra çölde yolunuzu kaybetmişsiniz. Suyun kıymeti ne kadar mühim olduğu anlaşılır sanırım. Bu zamanda kişinin ışığını bulduğunda sahra çölünde yolunu kaybetmiş ve elinde tek bir şişe suyu kalması gibi kaçınılmaz olur. Kişi bu ahir zamanda ışığını Kur’an-ı Kerime veya onun yoluna kendini feda eden âşıklara çevirirse ne alâ, ne güzel olur. Kurtuluşu bulmuştur laf-ı artan israftır o zaman. Konuşmaya lal-ı oruç gerekir ve sükût altın olur. Şimdi susuyorum…
Bilal İKİZASLAN
26.10.2009 İSTANBUL