- 1218 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
ÇERÇİCİ
"- Çerçiciiiiiii!"
Oyunumuz ne kadar çekişmeli olursa olsun, bırakır, sesin geldiği tarafa bakardık. Başındaki soluk kasketini sarı bir mendille kulağıyla birlikte başına bağlamış, sırtında yamalı bir asker paltosuyla Piçoğlan, sanki dünya yıkılmış da o altında kalmış, ya da yerde altın bulacakmış gibi hep başı önünde yürüyen eşeğiyle birlikte gözümüze girer, dil, diş ve damağımızın uyuyan zevkini uyandırırdı.
Neden ’Piçoğlan’ dediklerini düşündüğümüz, kafa yorduğumuz hiç olmamıştı. Zaten o sesle birlikte her birimiz bir yumurta, yün kırpıntısı ya da topağı, bir yırtık yün çorap nasıl temin edeceğimizi otomatikman düşündüğümüzden onu düşünecek zamanımız olmazdı. O, önündeki kulağı sarkık eşeğine ’duh’ demiş, eşek de yıllar yılı aynı tempoyla ağır ağır yürür, ’çüş’ deyince de durur olmuştu.
"- Yün kırığıyla, yumurtaylaaaaa!"
Aramızdan üç-beş kişi bir yerlere koşardı. Döndüklerinde ellerinde eski, genelde topuk ve parmak uçları yırtık bir yün çorap, bir yumurta, köylünün pazara satmak için getirdiği koyunlardan koparılabilmiş bir sıkımlık yün, anasını ikna edebilmişlerin ellerindeki çinko tas ya da tabaklarda bulgur olurdu.
"- İğde, leblebi, keçiboynuzuuuu! İplikli, halkalı şekeeeeeeeeeer!"
Hepimiz eşeğin üzerini kapatmış heybelere koşardık.
Elinde malı olan bir süre ne alacağının kararsızlığıyla bekler, sonra elindekini Piçoğlan’a verir, o da kendisine göre kafasının içinde tartar ve değiş-tokuş gerçekleşirdi. Gözlerimiz Piçoğlan’ın heybeye daldırıp çıkardığı elinde olurdu. Ölçeğinin ’bir hapaz’ olduğunu bildiğimiz için, bazen ellerinin büyük olmasını dilediğimiz olurdu.
Elinde tas ya da tabakla gelen arkadaşımız evine hiç de adil olmayan malının karşılığıyla dönerdi. Ya kırıkleblebi, ya iğde, ya da keçiboynuzu. Diğerlerinin malının karşılığında aldığı (ki; bu genelde kırıkleblebi ya da iğde olurdu,) anında paypay edilir ve gedik dişlerimiz sayesinde mideye giderdi.
Evimizdeki bal ve pekmezi sevmediğimizi birbirimize sık sık söylerdik. İplikli şeker, domdom ya da halkalı şeker kırıkleblebiyle öyle bir giderdi ki..
Biz yumurcakların ellerindeki mallar bitince Piçoğlan, hiç de gür olmayan sesiyle:
"- Ayna, tarak, makara, yumak!" diye vitrini değiştirirdi.
Kadınlar, gençkızlar olurdu müşterileri.
Kıyıları pörsümüş karton kutuyu açar, renk renk işleme ipliklerini gösterirdi.
Genç kızlar aralarında fingirdeşir, bazen ipek bir mendil, bir ayna, bir de erkek tarağı alırdı. İçimizden birisi mutlaka:
"- Aaaaa! Kıza bak, erkek tarağı alıyor," derdi. İçimizden bu işleri yakından takip eden irice birimiz, eklerdi:
"- Yüzpara verirsen havas olduğuna götürüm."
Kız:
"- Get öte zevzek!"
50’li yılların o ilk yarısında elimize geçen en küçüğü onpara, en büyüğü on kuruş olan
harçlıklarımız elimizde ısınmadan kayar giderdi.
On kuruşu olanın arkasına ’bi yılkı çocuk’ takılır, soluğu Uzun Çarçı’da alırdık. Paralı olanımız önde, diğerleri arkada önce çarşıyı baştan aşağı hızlı adımlarla dolaşırdık. Yüzparalık dondurma külahına tüm diller sırayla uzanır, yalardı.
Çomaali’nin bakkal dükkânının kapı girişine asılmış iplikli şekerler, kuru bamya ve urganların ziynetiymiş gibi gözümüzü kamaştırırdı. Sarı, kırmızı, yeşil, pembe, mor. Çomaali, gözünden eksik olmayan gözlüğüyle bizi karşılar, önce elimizdeki parayı alır, sonra da paramıza göre istediğimiz renkte iplikli şekerlerden sayarak verirdi. Eğer elimizdeki para yeterliyse çeşitli renklerden birer ikişer isterdik. Elimizdeki para kuruş, ya da yüzpara oldu mu dükkâna girme şansımız olmazdı. Ama beş kuruş ise Çomaali’ye vermez, o da geri geri tezgahının başına gider, biz de doluşurduk dükkana. Bizlerin gözleri leblebi şekeri, kırıkleblebi, iğde, keçiboynuzu çuvallarına, top ya da halkalı şekerlerle domdom şekerlerine uzandığında, onun gözü de hepimizin üzerinde olurdu. Onun bu göz taraması bizlerin bir şey çalacağından değil, iştahımızın ne büyük olduğuna duyduğu hayranlıktan olmalıydı. Çünkü hırsızlık diye bir kavram yoktu.
Paralı arkadaşımız parayı uzatırken her birimiz ne alınması gerektiği konusunda hep bir ağızdan tavsiyelerde bulunduğumuzdan, bir süre eli Çomaali’nin uzatmış eline uzanmaz, havada beklerdi. Çomaali, sabırla beklerdi.
"- Yüzparalık domdom, yüzparalık halkalı, yüzparalık iplikli şeker, bir deee, yüzparalık kırıkleblebi."
Ve alınanlar Uzun Çarşı’yı terk etmeden, hayli zamandır sulanmış ağızlarımızda kaybolurdu.
İlçemizin henüz kömür ve elektrikle tanışmadığı o günlerde bizler paylaşmasını seviyorduk ve çok küçük şeyler bizleri hep beraber mutlu ediyordu.
Yüksel ÖNAÇAN
Foto: Sümer ÖZVATAN
www.sumerozvatan.com
Anı. Anasayfamda gözükmediği için makale kategorisine aktardım.
YORUMLAR
50 li yılları bilmem; ama bu güzel anlatımla öğrendim. Çok güzeldi...
Selamlar...
Yükselenyıldız
İlginize teşekkür ederim.