- 717 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Geceye Hüzün Yakışır Elbet
Geceye hüzün yakışır elbet... Bir de sevgiliye duyulan özlem... Ve geçmişe, hatıralara götürür gece... Soğuk... Sessiz... Issız... Yalnız... Gökte ay ve yıldızlar... Yıldızlarda üşür mü acaba... Kutup yıldızı da görünmüyor epeydir... Yolculuk; demek geçmişe... Üşüyorum...
Dâhilik ve delilik arasında, kıldan ince bir köprü olur gece... Aklım, her iki yanda sallanır... Sırat köprüsüne döner duygularım... Binen kim... İnen kim... Yürüyen kim üzerinde... Bilmem... İçimde yükselen dalgalar döverken yüreğimi; Farid Farjad’ ın keman sesine karışır gözyaşlarım... Duygularım, kemanın her bir teli oluverir... Ve ben düşerim geceye; geçmişime... Üşüyorum...
İnsanlığın geçmişine ait yazılı kaynaklar, yaklaşık beş bin yıllık bir geçmişe sahip... Çivi yazısı, tabletler, hiyeroglifler... Oysa, dünyanın yaşı ve insanlığın geçmişi milyarlarca yılla anılıyor... Ve ben anlık sayılabilecek bir zaman diliminde çıkıyorum yolculuğa... İnsanlığın anılarında kayboluyor zaman... Yaşadıklarım nokta bir an... Üşüyorum...
Sahi; o bilmediğimiz ilk insanlar neler yapardı acaba hiç düşündünüz mü?.. Nasıl yaşarlardı ve nasıl severlerdi mesela... İlk ölümü nasıl tattılar... İlk ölülerini nasıl gömdüler toprağa... Acılara nasıl hüzünlendiler... Mutlu olduklarında nasıl güldüler... Onlarda terk ederlerken yerlerini... Ayrılığın hüznünü nasıl yaşadılar acaba... Ve bildiklerini nasıl aktardılar bir sonraki kuşağa... Sözlerle mi... ezberlerle mi... Şiirlerle mi... Şarkıları ilk kim mırıldandıki...Yoksa resim mi çizdiler duvarlara... Heykeller mi yaptılar topraktan... Ve her şeyden önemlisi, neden duydular anılarını geleceğe aktarma kaygılarını... Ve gerçekten duydular mı... Bitkileri, sebzeleri nasıl yetiştirdiler... Ağaçtan ilk elmayı nasıl yediler mesela... Ve yediler mi gerçekten... Bir yanılsama mı yoksa hayat... Üşüyorum...
Korktular mıdır ki ilk insanlar doğadan... Yıldırımlar, depremler de varmıydı o zaman... Ya açlık... Seller... Ve bilinmeyene nasıl tapındılar... Önce tanrıları mı yarattılar... Sonra tek tanrıdan mı uzlaştı insanlık... Yıldızları, gökyüzünü izlerken şiirler söylediler mi acaba... Ay ışığında serenat yapmışlar mıdır acaba... Ve gerçek miydi tüm bunlar... Ve gerçek ney diki... Ve kaç deha kayboldu insanlık tarihinde... Yaşam kaç dehayı öldürdü sizce... Üşüyorum...
İlk insanlar deyince... Beynimizde canlanan hareketli görüntülerin aksine... Belki de... Çok daha fazla ruha, yaşam sevincine ve yaratıcılığa sahiptiler... Kimbilir... Ve belki de çok daha mutluydular... Modern insana uzanan yolculukta; ilkellik kim bilir belki de insanlığın en güzel halleriydi... Ve yıllar geçti... Silindi mi izler... Ve ben anlık geçmişimin izlerinde kayboldum... Gece soğuk... Gece ayaz... Duygularım paramparça... Üşüyorum...
İnsan; vedalaşmak zorunda kalırsa yaşadığı yerden... Gezdiği sokaklardan, güldüğü, omzunda ağladığı arkadaşlarından ayrılırsa bir gün... Ya elleriyle dokunduğu, geceleri içinde kaybolduğu o duvarlardan... Her bir noktasına sinen hatıralar... Yemek yediği masa... Mutfak... Seviştiği yatak odası... Kimselerin bilmediği kokular... Kilim ve halılar... Su içtiğin çeşme ve yıkandığın banyo... İlk kavgalarınızın ayak sesleri ve ateşli barışmalar... Saatlerce süren sohbetler ve hararetli tartışmalar... Ve hastalanıp inleyerek geçirdiğin sabahlar... Bitmeyen gece... Ve duvarlar... Ve neden her yerde duvar var... Yaşamın ayıpların kapatmak için mi; yoksa korunmak için mi tehlikelerden örülür duvarlar... Bazı geceler, sarhoş gelip sevgiliyi uyandırmama adına önünde sabahladığın kapılar. Ayak izlerini saklayan koridor... İlk kucağına alıp sevdiğin çocuğunun kokusu... Ya tavana sinen kokular... Okuduğun kitaplar... Tozlanan raflar... Nasıl veda ederki insan onlardan... Neler hisseder, hangi duyguları yaşar... Ve neden göç eder insanlık... Nasıl bırakır geride hatıraları... Ve duvarlar... Her şeye şahit olan duvarlar... Ellerimizi, yüreğimizi gezdirdiğimiz duvarlar... Duvarlar sıcak ve de çok soğuk... Üşüyorum...
Toplanırken birer birer her şey, paketlenirken tüm eşyalar... Arta kalan anılar konurken bohçaya... El emeği,göz nuru hatıralar... Kalır geride kırıntılar... Ya duvarlara sinen kokular... Diplerde biriken tortular... Ah! o kapılar... Ve el izleri... İçilen demli bir çayın tadı... Ya o içilen rakılar... Zamanda yapılan yolculuklar... Ve mutluluktan atılan kahkahalar... Ve hüzün gözyaşları... Üşüyorum...
Biyolog değilim elbet... Antropolog ise hiç değilim... Resim çizemem... Heykel de yapamam... Ama biliyorum ki yaşam... Çok deha insanları gün yüzüne çıkarmadan boğdu; attı tarihin çöplüğüne... Ve yazmadı insanlar yaşadıklarını... Bir canlının vahşiliği ve ağırlığı arttıkça azalıyor ya sayısı... Ve en yüksekte oturuyor ya insan... En tepesinde piramidin... İnsan vahşi, insan canavar... Ve belki de bu yüzden çıkmadı dehalar... Doğa belki de kurdu dengesini böylece... Hiroşima, atom ve hidrojen bombası... Ve bilimin geldiği yer... Korkuyorum... Üşüyorum...
Dâhilik ve delilik arasında ince bir çizgi var elbet... Beynim savruluyor ya her iki yanda... Yaratıcı insanların sayısını dengeliyor ya doğa... Ya da tanrı... İyimi; yoksa kötümü sizce... Bilmem... En vahşi ve en güçlü canlılar sayıca çok olsaydı... Ve dehaların buluşları insanlığın yıkımını da hizmet etseydi eğer... Göç etmelere fırsatımız mı kalmazdı sizce... Göç zenginlik, göç yeni bir yaşama umut taşımak mıdır ki... Hüzünlü bir toplum olmamız; yoksa çok göç etmemizdenimdir sizce... Üşüyorum...
Dışarıda yağmur yağacak... Göçmen kuşlar göçe hazırlanmakta... Beynim her iki yanda sallanmakta... Gözlerim duvarlara sinen kokuları aramakta... Ve yeni bir gün ve yeni bir hayat başlamakta... Göç anıları harmanlamakta... Mutluyum... İçim ısınmakta... Saygılarımla...
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.