- 497 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
BİN YILLIK KADER
Uykuda mısın sevgili yarim uyan, uyan.
Aç pencereyi göreyim yüzünü uyan uyan..
Fındık amelesi genç kız, daha bir dolu çapkın amele kızın arasında emekçisi oldukları köy kapısının oğluna ufaktan nağmeler çağırıyordu. Güzelim türkü, badem gözlü çapkın kızın sesiyle harmanlanınca, ortalık yer bir şenlendi bir şenlendi, kızlar hep bir ağızdan bastılar kahkahayı. Ne var ki; bu tatlı sabah neşesine karşılık, evin gelini üst kattaki odasında bas bas bağırıyordu;
• İsmailllll, İsmail…. Böylesi görülmüş müü, utanmadan sana türkü çağırıyor haspaaaa!!
İsmail uykulu, dünden kalan tarla yorgunluğuyla gözünü açacak halde değil garibim.
• Kadın, Allah aşkına git başımdan, ne türküsü, ne haspası?
• Ne olacak, bi de inkar etme bak, evi köyü yıkarım başınıza, dün o kızla sıraya durdun, kız sana işmar etti, sende güldün gözümle gördüm; yalan de, hadi yalan de de göreyim…Yalan de de evi köyü dar edeyim hepinize..
Oysa ki İsmail karısını daha onbeşindeyken, babasının evinden kaçırıp getirmişti. Bakmaya kıyamazdı çoğu zaman, öyle çok sevmişlerdi ki birbirlerini, neredeyse kutuplar kadar birbirine uzak iki ailenin çocukları olarak kimse aşklarının önünde duramamıştı ve sonunda murada ermişlerdi.
O zamanlar, köye gelen fındık işçilerinin kırdıkları cevizler herkesçe malumdu, evlerinden uzakta, paranın derdine fındık toplamaya gelen bu genç insan evlatları, tanımadıkları topraklarda heyecanla çalışıp, yabancı amele döşeklerinde yatarken, kendilerince eğlenti olsun diye, köyün delikanlılarına kızlarına kancayı takarlardı, bu ilgi karşılıklı olurdu çokça. Ne de olsa gençlik işte, kan kaynar damarlarda, göz görmez, kulak duymaz olur. Akıl fikir her daim sevdadadır. Aşk bu, önünde durulabilmiş mi insanlık kurulduğundan bu yana? Ha bir mevsimliiiik, ha bir ömürlük; verdiği yürek çarpıntısı bir şeyciğe değişilir mi?
Aslında fındık zamanı, köylüye göre dert zamanıdır. Ağustos ayının en güzel günlerinde, bir zamanların Bodrum’u olarak görülen, Karadeniz’in kıyıcığında şirin mi şirin Akçakoca İlçesi.. Parasının hesabını bilmeyen bir kısım insan kızları ve erkekleri henüz yırt dışına tatile gitme alışkanlığını edinmemiş, çoluk çocuk Akçakoca sahillerinin tadını çıkarırken; köy yerinde, sabahın er vakti, yapraklardaki çiğler daha kurumamışken kalkılır, çorbayla kahvaltı edilirdi o dönemler. Uykulu gözlerle tarla yollarına düşülür, patron kişi ameleyi ikişer ikişer fındık sıralarına gönderir, böylece başlardı gün boyu sürecek yürek ve beden çilesi. Gün akşama varınca evciklerin nohut oda, bakla sofalarında, birbirine bitişik döşeklerde kibrit çöpü gibi yan yana dizilirdi ameleler. Gençliğin verdiği ateşle yorgunluklarını unutan bin yıllık ırgatlar; şen şakrak türküler, kahkahalar, hoş beşlerle gecenin kucağına atarlardı kendilerini. Kızlar, kapısında çalıştıkları evlerin oğullarına sevdalanırlar, hayallere kapılıp giderlerdi. İçlerinden gizli saklıca “Keşke beni alsa, keşke bu kapıya gelin olsam.” Diye ahhh geçirirlerdi. Ya delikanlılar? Onlar bambaşka, onların hayalleri asla ulaşılmaz türdendi. Belki çoğu düş bile kuramazlardı kapılarında emek sattıkları evlerin kızlarıyla ilgili, hayalde düşte bile bir araya gelemezlerdi onlarla; koskoca fındık ağaları, bir ameleye kız mı verirlerdi, nerde görülmüştü ki böyle bir şey.. Olacak iş değildi.
Fakirliğin kol gezdiği nice Anadolu köylerinden, mevsimine göre ekilenin dikilenin, hasat edilenin altın kadar kıymetli olduğu başka başka Anadolu köylerine dağılan bu emekçi genç insanlar bilirlerdi; boğaz derdine, geçim derdine yol almaktayken bir yandan bilinmez düşlere yelken açmakta olduklarını
Ağustos ayı geldi miydi fındık da gelirdi; olgunlaşırdı, sıcaklar kavurucu olursa hele, işte o zaman köylü için dert ikiye katlanırdı. Ağaçlarda kalmaya dayanamazdı turalar, bir bir düşerlerdi toprağın kucağına. Ardından, turaların içine yuvalanan yaramaz fındık taneleri pıtır pıtır çıkarlardı saklandıkları yerden. Karadeniz’in kah düzlük, kah bayırlık sert arazisinde kimi olduğu yerde kalırdı tanelerin, kimi kurtulmuşluğun verdiği hercailikle vadiye aşağı salardı kendini, insan evlatlarının duyamayacağı çılgın kahkahalarla..
Her şey iyiydi, güzeldi de, ah birde şu ansızın başlayan, ardı kesilmeyen; insanı, ağacı, toprağı bitkin düşüren yağmurlarda neyin nesiydi? Küresel ısınma denen şey bilinir miydi ki o zamanlar? Hayır bilinmezdi, Ağustos sıcaktı, ama birdenbire başlayan yağmurun, sisin günler boyu sonu gelmezdi tamda hasat zamanı. Altın gibi kıymetli fındık tanelerini önüne alır götürürdü sele dönen yağmur suları. Hasat edilen fındıklar harmanlarda yarı ıslak, yarı nemli öylece kalır, hava kısa zamanda yaza dönmezse, küflenmeye başlardı; altın, olurdu mangır. Ağustos dendi mi neden dert gelirdi akla, işte bunlardan… Tarlalar ıslak olunca yağmur dinse bile girilemezdi birkaç gün fındıklıklara. Amele boşa yer içer, ağaların gece uykuları kaçardı. Havanın bu küçük azizliklerinde, kızlar ev işlerinde çalıştırılırdı, oğlanlar ahırlarda..
Sevdalar, ayrılıklar, acılar, dertler.. Her bir amelenin ayrı dünyası olurdu. Kimi ardında bıraktığı yarine hasret duyardı, kimi hastasına dertlenirdi, kimi emeğini pazarladığı kapının oğluna kızına bakar bakar yanardı sevdasıyla. Kimide hasetlenirdi dünyanın adaletsizliğine. “Köyümde geçim olsa burada ne işim olur.” derdi yüreği inceden.
Dün gece fırına sürüp kavurduğum fındıklarla bugün açlığımı yatıştırırken bir an gözüm daldı ve aklıma yukarıda satırlara aldığım hatıralar geldi, onları yazmazsam hem kendime hem de eski günlere haksızlık etmiş olacaktım sanki.. Vee yazdım .Taaa eskilerden bu yana değişmeyen; Türk köylüsünün, emekçisinin kaderinden bir kesittir bu hikaye. Öz be öz Anadoludan bir hikayedir. Anlat anlat bitmez, yaz yaz tükenmez..
Orhan Kemal, Fakir Baykurt, Yaşar Kemal, Şemsi Belli ve adını şu an hatırlayamadığım geçmişten günümüze ne kadar yazar, şair varsa; kalemden kağıda döke döke bitirememiştir bu çileleri, köylünün çilesini, ırgatın çilesini..
YORUMLAR
''Horozlar ötmeden, gün ışımadan
uyan uyan.
Eller duymadan
Usul usul bana gel, bana gel '' diye devam eder o türkü..
Devam eder de sonu gelmez bir türlü , tıpkı anlattığınız emekçinin, köylünün çilesi gibi...
nebulax_81
Ben şairim, şiir yazarım;
Karanlıkta gelse şiirin hası,
Ayak seslerinden tanırım.
Ne zaman bir halk türküsü duysam,
Şairliğimden utanırım.
Bedri Rahmi EYÜBOĞLU
HOŞÇA VE DOSTÇA KALINIZ..