Kitapçı ve Yeğeni
Adı Halim , soyadı Karabağ’dı. 1970’li yılların başlarında Anadolu’nun büyük bir şehrinde doğmuştu. Ailesinin iki çocuğundan biriydi. Kendinden başka bir ablası vardı. Evlenmiş, çocuk sahibi olmuş başka bir şehre yerleşmişti.
Halim bekardı. Anne ve babasıyla beraber yaşıyordu. Annesi ev hanımı, babası emekliydi. Babası zamanında şehrin en eski kitapçılarından biriydi. Tıpkı diğer iki amcası gibi.
En büyük amcası Vahit Karabağ şehrin ilk kitapçılarındandı. Diğer amcası Cahit ve babası Vahdet, amcasından sonra dükkanlarını açmışlardı.
Vahit amcası gençliğinde posta dağıtıcısıydı. Kitap okumayı çok seviyordu. Onun gençliğini yaşadığı kırklı yıllarda kitaba ulaşmak zordu. Vahit Amca bu kitap sevdası yüzünden posta dağıtıcılığını bıraktı ve kitapçı dükkanını açtı. Artık daha çok kitap okuyor kendisini geliştiriyordu. Dükkanında kitaptan başka kırtasiye malzemesi de satıyordu.
Vahit Amca kardeşlerini çok seven bir insandı. Kardeşlerine maddi destekte bulundu ve onların da dükkan sahibi olmasını sağladı. Nezaketiyle, müşteriye yakın ilgisiyle ticarette çok başarı kazandı. Zamanla küçük dükkanını kapattı ve şehrin ana caddesindeki büyük dükkanını açtı.
O zamanın şartlarında kitap, defter gibi eğitim gereçleri en pahalı malzemelerdi. Yıllık enflasyonun yüksekliği de kitap fiyatlarını tavan yaptırıyordu. Vahit Amca’nın kitaplarının arkasında üst üste yapıştırılmış dört beş fiyat etiketi görmek mümkündü.
Vahit Amcanın zenginleşmesindeki diğer bir faktör okul kitaplarıydı. Şehirdeki tüm ilk ve orta öğretim okullarının kitaplarını o satıyordu. Diğer kitapçılarda kitap bulunmuyordu. Bu nedenle özellikle okulların açılış günü Vahit Amcanın dükkanında iğne atılsa yere düşmüyordu. Zamanla dükkanı, bölgesinin en büyük kitap dükkanı olacaktı.
Halim ile Vahit Amcasının ortak yönleri çoktu. Halim de amcası gibi nazik bir insandı. O da mahalli ağızla değil İstanbul Türkçesiyle, tane tane konuşuyordu. Diğer bir ortak yanları da şiirdi. Amcası hem güzel şiir okuyor, hem de yazıyordu. Amcası genelde halk şiiri tarzında , dörtlük formatında şiirler yazıyordu. El yazısı şiirlerini dükkanının camekanına asmaktan büyük zevk alıyordu. Şiirlerinin sonuna da kendi ismini yazmıyor, Vahidi mahlasını kullanıyordu.
Halim en çok Vahit amcasını seviyordu. Onu kendisine örnek alıyordu. Şiiri ona amcası sevdirmişti. Amcasının kendi sesinden şiir dinlemek ona müthiş zevk veriyordu.
Halimle amcasının farklı yönleri de vardı. Amcası (diğer amcaları ve babası gibi) girişken bir insandı. Halim ise içine kapanık , duygusal bir insandı. Okuduğu okullarda sınıf arkadaşlarıyla samimiyet kuramıyordu.
Daha ilkokul sıralarındayken derste öğretmenin dinlemiyor, küçük kağıtlara şiirler yazıyordu. Yazdığı şiirlere arkadaşlarına okuyunca arkadaşlarının tepkisi gülmek, kendisiyle dalga geçmek oluyordu. Bu nedenle yazdıklarını saklıyor, kimseyle paylaşmak istemiyordu.
Halimin okulla arası hiç iyi olmadı. Vasat bir öğrenciydi. Derslerini zar, zor geçiyordu. İlkokul ve orta okulu sınıfta kalmadan bitirdi. Çocukluk ve gençlik yılları ev, okul, dükkan arasında geçiyordu. Okuldan harici zamanlarını ve tatil günlerini babasına dükkanda yardım ederek geçiriyordu.
Halimin çekingenliği, içe dönüklüğü lise yıllarında da devam etti. Nazik konuşması nedeniyle arkadaşları kendisine “Tanko Halim” ismini takmışlardı. Arkadaşlarının ilgi alanları (kızlar,sinema,futbol vs) kendisinin ilgisini çekmiyordu. Özellikle kızlara kayıtsızlığı arkadaşlarının zihinlerinde “eşcinsel mi acaba?” dedirtiyordu.
Halim kendisini eşcinsel olarak görmüyordu. O , cinselliğe uzaktı. Ne erkeklere ne de kızlara arkadaştan farklı bir gözle bakmıyordu. Okulda diğerlerine göre daha samimi olduğu bir arkadaşı bir keresinde “-Sen kızlara karşı niye böyle ilgisizsin?” diyerek ağzını aramak istemişti. Halim arkadaşına gülümseyerek “- Sen benim açıkça homo olup olmadığımı merak ediyorsan söyleyeyim için rahat etsin. Ben homo değilim. Seksi sevmiyorum açıkçası” diye cevap vermişti.
Lise yıllarında Halimin şiirden başka bir ilgi alanı oluşmuştu.O da felsefeydi. Dükkanda bir gün kitapları karıştırırken bir kitap ilgini çekmişti. Kapağında pos bıyıklı bir adam vardı. Resmin üzerindeki başlık ta çok ilginçti. “Böyle Buyurdu Zerdüşt”. Yazarı, Fredrich Nietzsche (Niçe).
Kitabı aldı, okumaya başladı. Çok ilgisini çekmişti kitap. Niçe’nin diğer kitaplarını da okudu.Ardından başka felsefecilerin kitaplarını da okumaya başladı. Ama ilk okuduğu felsefecinin, Niçe’nin etkisi diğerlerinden daha fazla olmuştu hayatında.
İkilem içine düşmüş, kafası karışmıştı bu kitapları okuduktan sonra.Niçe Tanrı öldü diyordu. Halim Tanrıya inancı olan biriydi. Tanrısız bir hayat mümkün olabilir miydi? Bunu tahayyül edemiyordu.
Halim lise sonda iki dersten ikmale kalmıştı. Üniversite imtihanını da kazanamamıştı. O yaz tatilini dükkanda babasına yardım ederek ve ikmale kaldığı derslere çalışarak geçirdi. Arkadaşlarının çoğu üniversiteyi kazanmıştı. İster istemez kıskançlık duygunu duyuyordu içinde. “ Keşke derslere kendimi verseydim de edebiyat fakültesini kazansaydım!” diye içinden geçiriyordu. Ailesi de üniversiteyi kazanamamasına üzülmüştü. Özellikle annesi çok üzülüyordu. Oğlu neden böyle başarısız, içene kapanık biriydi?
Halim o yaz sonu ikmal derslerini verdi ve liseyi bitirdi. Bir yıl sonra askerlik görevini yaptı. Batıda bir ile çıkmıştı askerliği. İlk kez uzağa gidecekti. Annesi yine üzülüyordu.
Halim askerlikte de çok zorluk çekti. Sporda, yürüyüşlerde başarılı olamıyor, komutanlarının azarlarını işitiyordu. Komutanı astsubay “ Sütlaç” takmıştı adını. Komutanları arasında en fazla o uğraşıyordu onunla. Hakaretler, küfürler, aşağılamalar sürüp gidiyordu. Çok sıkılıyordu.
Aynı bölüğündeki çavuş hemşehrisi çıkmıştı. Hemşehri olduğu için kendisine yakın davranır sanıyordu ama tam tersi olmuştu. “-Sen ...luya hiç benzemiyorsun. Sonradan gelmişsindir “ diyor, kendi şehrine yakıştıramıyordu Halimi. O da astsubay gibi arkadaşlarının arasında rencide ediyor, pis şakalar yapıyordu.
Halim intihar etmeyi bile düşünmeye başlamıştı. Askere geleli iki aydı daha fakat dayanamıyordu bu ortama. Alayda iki er intihar etmişti. Bu intihar olayları da ruhsal durumunu bozmuştu.
Rüyalarında Vahit Amcasını görüyordu sık sık. Kendisine şiir okuyordu Amcası o gür sesiyle. Bazen de annesini görüyordu. Elinde mendil, dolu dolu ağlıyordu.
Nihayet beş yüz elli beş ızdıraplı gün bitmiş Halim memleketine dönmüştü. Eve döndüğünde bir gariplik sezdi. Askerden döndüğü halde babası pek sevinçli değildi. Sebebini anlamakta gecikmedi. Halim askerdeyken babası ablasının düğününü yapmıştı ama sağa sola borçlanmıştı. Borçlarının çoğu döviz borcuydu. Tam o arada da ülkede ekonomik kriz patlak vermiş döviz üçe katlanmıştı. Borçlarını kapatmak için kitapçı dükkanını satmak zorunda kalmıştı. Daha sonra da emekli olmuş, emekli maaşıyla kıt kanaat geçinmeye çalışıyordu.
Izdıraplar, zorluklar yakasını bırakmamıştı Halimin. Kitapçı dükkanları artık yoktu. Babası kitapçıdaki satılmayan kitapları odanın birine çuvallarla doldurmuştu. Halim yine kendisini kitaplara vermişti. Okuduğu felsefe kitaplarını tekrar okuyordu. Özellikle Niçe’nin kitaplarını deyim yerindeyse sindire sindire okuyordu.
Vahit Amcası Halime sahip çıktı. Onu yanına, dükkanına aldı. Amcası o askerdeyken yeni şiirler yazmış, dükkanın camekanına asmıştı. Amcasıyla gurur duyuyordu. O, babası gibi yakındı. Hatta babasından daha yakındı. Babasına açamadığı problemleri amcasına söylüyordu.
İşler çok iyi gidiyordu.Kitapçı dükkanı sadece kitap satış yeri değil kültür evi işlevi görüyordu. Tanınmış yazarlar, şairler dükkanda söyleşiler yapıyor, kitaplarını imzalıyorlardı.
Zamanla Vahit Amca ikinci dükkanını da açmıştı. Halim bu ikinci dükkanda Vahit Beyin oğlu Tanerle beraber çalışıyorlardı. Amca oğluyla pek anlaşamıyorlardı. Halim kendi yazdığı şiirleri Vahit Amcasının yaptığı gibi dükkanın camekanına asıyor, Taner yerinden çıkarıyor, yırtıp atıyordu. Orada istenmediğinin farkındaydı. Ayrılmak istiyordu ama yapamıyordu. Bir mesleği, sanatı yoktu. Kendisine iş kuracak sermaye de yoktu. Mecburen katlanacaktı.
O günlerde mahalli gazetelerde ön sayfalarda yer alan bir haber dikkat çekmişti. Şehir içindeki mahallelerin birinde bulunan , metruk haldeki bir Ermeni Kilisesi Belediye tarafından onarılacak ve cami olarak hizmete sunulacaktı.
Vahit Bey habere hem sevinmiş hem de üzülmüştü. Yıllardır duvarları yıkılmış, içine, etrafına hurda demir, çöp vs. yığılmış bu tarihi eserin onarılması onu sevindirmişti. O semtten her geçişte bu yapının acıklı hali kendisini rahatsız ederdi. İşin üzücü yanı ise onarımı yapıldıktan sonra kilisenin camiye çevrilmesiydi.
Vahit Bey binanın orijinal haliyle hizmet vermesi taraftarıydı. Bina bir kiliseydi. Şehirde gayrımüslim kalmadığından binanın müze olarak açılması görüşündeydi. Kiliseyi camiye çevirmek tarihi mirasa saygısızlıktı ona göre.
Vahit Bey vatandaş olarak bir şeyler yapmak, tepki göstermek gereğini hissetti.
Görüşlerini valiliğe dilekçe yazarak belirtti. Kilisenin müze olarak açılması gerektiğini, tarihi mirasa sahip çıkılmasını istedi.
Dilekçe valiliğe ulaştıktan sonra şehirde bir dedikodu kulaktan kulağa yayılmaya başlamıştı. Vahit Bey ve ailesi Ermeniydi(!) Bu nedenle cami yapılmasına karşı çıkıyorlardı(!) Yerel gazeteler dilekçesi yüzünden Vahit Beyi karalama kampanyasına başlamışlardı.
Bu haber Vahit Beyi çok üzmüştü. Kendisi Ermeni değildi. Babası, dedesi Türktü. Ayrıca Ermeni de olabilirdi. İnsanın etnik kökenine göre yargılanması, aşağılanması insanlık dışı bir davranıştı.
Karalama, iftira rüzgarı etkisini gösteriyordu. Tanıdığı dostları, arkadaşları etrafından uzaklaşmıştı. Müşterileri de azalmaya başlamıştı. Vahit Beyin eski neşesi kalmamıştı. Sokakta insanların rahatsız edici bakışlarıyla karşılaşıyordu. Çamur sürülmüştü yüzüne, ne kadar yıkarsa yıkasın çıkmaz bir çamurdu bu.
Bu kara damgaya Vahit Bey dayanamadı. Amansız hastalık yakalamıştı. Dükkanı bıraktı evine çekildi. Gün gün erimeye başladı. Ermeni yaftasının yayılmasından iki yıl kadar sonra yatağında bir akşam son nefesini verdi.
Amcasının ölümüyle hayata iyice küstü Halim. Dükkanda incir kovuğunu doldurmayan nedenlerle sık sık Tanerle tartışıyorlardı. Yine Tanerle tartıştığı bir günün akşamı son kez dükkandan çıktı. Bir daha da uğramadı.
Artık işsizdi. Askerdeyken başladığı sigarayı şimdi daha da artırmıştı. Felsefi kitaplar alıyor yazın parklarda, kışın sigara dumanlı kahvelerde etraftan ilgisiz, sayfalardaki dünyalara dalıyordu. Eve geldiğinde ne annesiyle, ne de babasıyla bir çift laf etmiyor, doğruca odasına gidiyor düşünüyordu.
Anne, babası çocuklarının bu durumuna kahroluyorlardı. Annesi her gece yatağında gizli gizli ağlıyordu. Çocuğunun bir işi olsa, evlense, çoluk cocuğa karışsa.Çok şey miydi bunlar? Ellerini gökyüzüne açıyor her gece “-Allahım ne olur oğluma sağlık, sihhat, huzur ver” diyerek dualar ediyordu.
Babası, Halimin durumunu arkadaşlarına açtı, oğluna bir iş bulunması için yardımlarını istedi. Sonunda arkadaşları belediye başkanıyla görüştüler ve Halime şehrin ücra, bakımsız,geri kalmış bir yerinde bir büfe ayarladılar.
Halimlin büfesi birbuçuk metre eninde, birbuçuk metre boyundaydı. Evdeki kitapları büfeye getirdi. Camekanlara yerleştirdi. Büfenin tam karşısında bir ortaokul vardı.
Bu küçücük büfede Halim cendere içindeymiş gibi hissediyordu kendini. Kimsenin kitap aldığı yoktu. Ne arayan vardı, ne soran. Vaktini karşıdaki ortaokulun bahçesindeki çocuklara bakarak geçiriyordu. Mevsim kış olduğundan büfenin içini ısıtmak için elektrikli bir soba getirmişti. Zaten küçük olan büfenin içi iyice daralmıştı bu soba nedeniyle.
Amcasına vurulan Ermeni damgası aklından hiç çıkmıyordu. Memleketinin, çok sevdiği şehrinin insanlarına öfke duyuyordu.
Bir gün büyük bir kartona tükenmez kalemle bir şeyler yazdı ve büfenin camına astı. Kartonda şunlar yazıyordu:
“Helallık verilir! Osmanlı ve Türkiye Cumhuriyeti arşivlerinde mevcuttur. İbrahim Vahdet oğlu Halim Karabağ. Amcaları Mustafa Vahit ve Hasan Cahit.
Dedesi:…Nahiye Müdürü ve … Valiliği Seferberlik Müdürü rumi 1311 doğumlu, İstanbul’da ikamet eden Ali Cevdet.
Büyükdedesi(dedesisin babası):….Sok.,Rumi1268 doğumlu, İstanbul’da ikamet eden Salih Ömer Bey (Miralay).
Dedesisin dedesi:…………”
Halim dedesisin dedesine kadar soyağacını araştırıp bulmuş ve şimdi de büfesinde ifşa ediyordu.
Büfenin camlarını çok sevdiği filozof Niçe’nin resimleri ve sözleriyle doldurmuştu. “Beni öldürmeyen şey beni güçlendirir. Ümit en son kötülüktür, çünkü işkenceyi uzatır. Şüphe değil, kesinliktir insanı deli eden.vs. vs”. Vahit Amcasının da bir iki tane resmi vardı ayrıyeten.
Büfenin önünden sık sık geçen ve kendisine pis bakışlar atan bir iki kişi dikkatini çekmişti. Bir gün bunlardan birisi büfeden başını içeri uzatarak “-Gazete satıyor musun?” diye sordu, büfenin içini gözleriyle kolaçan ederek. Halimin “-Hayır, sadece kitap satıyorum” cevabını alınca manalı bir bakış atarak ağır ağır uzaklaştı büfeden.
Bir akşam üstü büfeyi kapatmak için hazırlık yapıyordu. Yanına, daha önceleri gazete soran genç ve arkadaşı yanaştı:
“- Rus Komonis resimlerini pencereye niye asıyorsun. Burası müslüman mahalledir. Bunları en kısa zamanda indir, yoksa biz indirmeyi biliriz.”
Parmağıyla Niçe’nin resimlerini gösteriyordu genç adam.
“- O ne Rus ne de komünist. O Alman filozof Niçe” diye cevapladı Halim.
“- Ha Alman, ha Rus. Farketmez komonis olduğu tipinden , bıyıklarından belli.Kalksın diyorsam kalkacak o mendebur surat” diye bağırıyordu adam.
Adam büyük bir ihtimal Niçeyi Marksa veya Lenine benzetmişti. Huzursuz olmuştu Halim. Adamlar şaka yapmış görünmüyorlardı. Polise haber vermeği düşündü önce . Sonra bu düşüncesinden vazgeçti. Korkmuyordu onlardan. Korkmadığını da gösterecekti. Teslim bayrağını çekmeyecekti.
Gençleri iki ,üç gün etrafta görmedi ama huzursuzluğu, tedirginliği devam ediyordu Halimin.
Bir sabah dükkanını açmaya gelen Halim havada yanık kokusu duydu. Büfeye iyice yaklaştığında korkunç manzarayla karşılaştı. Büfenin camekan kepenkleri kilitleri kırılmış, kepenkler etrafa saçılmış, camlar kırılmış, bütün kitaplar büfenin ortasına yığılmış ve ateşe verilmişti. Büfe ortasında siyah renkte kitap yanıkları duruyor, arasından dumanlar çıkıyordu.
Yanıkların arasında Vahit Amcasının siyah beyaz resmini gördü. Resmin sadece kenarları yanmıştı. Amcasının posta dağıtıcılığı yaptığı yıllardan kalan resimdi bu. Sırtında posta torbası, çoraplarını pantolonunun üstüne çekmiş gülümseyen bir fotoğraf. Aldı, paltosunun iç cebine yerleştirdi resmi.
Pos bıyıklı bir adam resmi ürkütmüştü , tahrik etmişti, kışkırtmıştı, korkutmuştu bir takım insanları.
Ağır ağır uzaklaştı büfesinden. Soğuk bir rüzgar esiyordu. Paltosunun yakalarını kaldırdı, cebinden bir sigara çıkardı, çakmağıyla yaktı, içine çekti.
Halim o gece evine gelmedi. Bir dahaki gün de, bir dahaki hafta da, bir dahaki ay da…
Beş altı ay sonra gazetelere bir haber düştü: İstanbulda bir adam trenin altında can verdi. Adamın tren yolunda yürüdüğü ve karşısına çıkan treninin devamlı çalan düdüğüne karşı hiçbir tepki vermediği ifade edildi. Adamın cebinden kimlik çıkmadı. Kimsesiz biri olduğu anlaşılan şahsın cebinden sadece eski yıllara ait bir postacı resmi ve Alman filozof Friedrich Nietzsche’nin aforizmaları (özlü sözleri) çıktı.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.